Tarımda, Gıdada, Politikalarda, Stratejide, Kadrolarda Yerelleşmenin Olanağı: Ekolojik Kooperatifçilik
“İlerici, devrimci kooperatiflerin birlikler oluşturmayı hedefledikleri bu süreç karşımıza çeşitli sorunlar ve olanaklar da çıkarmaktadır. Teknik sorunların üstesinden gelmeyi amaçlamakla sınırlı tutulacak bir kooperatifçilik anlayışı onun politik ve stratejik hedeflerinden uzaklaşmasını kaçınılmaz kılacaktır”
4 Nisan 2024
Kooperatifler son yıllarda dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de yaygınlaşmaya başladı.
Türkiye’de geçmiş yıllarda çeşitli amaçlarla kurulmuş çok sayıda kooperatif olduğu, bunların birçoğunun 1970’li, 1980’li yıllarda kurulup kapandığı biliniyor. Bu nedenle Türkiye’nin bir kooperatif çöplüğü olduğu söyleniyor.
Kooperatiflerin gelişme olanağı bulamadan kapanıyor olması bugün yeniden yükselmeye başlayan kooperatifçilik faaliyetlerini doğru değerlendirebilmek için oldukça önemlidir. 1970’ler, 1980’ler dünyadaki ulusal ve sosyal hareketlerin nitelikleri ve politikaları ile bağlantılı olarak kooperatifleri de öne çıkartmıştır. Küçük üreticilerin kapitalist-emperyalist sistemin saldırıları karşısında bir dayanışma biçimi olarak kooperatifler demokratik yapıları bakımından alternatif olmaktadır.
Ayrıca özellikle köylünün ve küçük üreticinin ekonomik mücadelesinin organları olma niteliklerinden dolayı, ekonomik mücadeleyi politik mücadeleye taşıyabilmek için de bizim gibi ülkelerde devrimci örgütlerin ve Maoist’lerin öncülüğünde de kooperatif çalışmaları yapılmaktadır.
Türkiye’de kooperatifçiliğin egemen güçlerin ekonomik ve politik saldırılarından daha fazla etkilenmesinin temelinde ülkenin sosyo-ekonomik özelliklerine bağlı olan demokrasi sorunu bulunmaktadır. Örgütlenme ve hak alma bilinci bu sosyo-ekonomik özelliklere göre şekillendiği için bu sorunun çözümü de tek başına demokratik alan çalışmalarıyla mümkün değildir.1980’lerle birlikte halkın kooperatifleşme arayışlarının düşüşe geçmesi bununla bağlantılıdır.
24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile ülkede neo-liberalizmin inşasına start verilmiştir. Halka ve öncülerine yönelik 12 Eylül 1980 darbesi de oluşabilecek karşı çıkışları büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. 12 Eylül darbesine onu geriye çekecek düzeyde cevap olamayan devrim ve demokrasi güçlerinin bıraktığı boşluk, halkın daha da örgütsüzleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu da kurulmuş olan kooperatiflerin ve bu yönlü arayışların da sonunu getirmiştir.
İçinde bulunduğumuz dönemde yeniden bir kooperatifleşme arayışının başlamış olması kapitalist-emperyalist sistemin varoluşsal krizlerinin yarattığı sonuçlarla bağlantılıdır. Neo-liberalizmin de tıkanması ile birlikte daha da yoksullaşan küçük üreticinin hayatta kalma arayışlarının bir parçası olarak kooperatif vb. örgütlenmeler yeniden alternatif haline gelmiştir. Özellikle kırsal yaşamda ve tarımsal üretimde emperyalist tarım tekelleri ile karşı karşıya gelen kesimler kimi zaman kendiliğinden, daha az sayıda ise yarı-örgütlü veya örgütlü olarak kooperatifleşmeye yönelmiştir.
Ancak devrim ve demokrasi mücadelesinin büyük ölçüde reformist karakterli örneklerinin günümüzdeki varlığı, halkın kooperatifleşme arayışlarına da bunların şekil vermesini beraberinde getirmektedir. Devrimci güçlerin özellikle de Maoist’lerin etkisi ise 1970’li yıllarınkine nazaran son derece cılız kalmaktadır.
Günümüzde kooperatif girişimleri için bir diğer risk ise 20. yüzyıldaki sosyalist ve yeni demokratik devrimlerin ezilen ve sömürülen dünya halklarında yarattığı sistem karşıtı etkiyi zayıflatmak için kapitalist-emperyalistler tarafından çıkartılmış olan “sosyal devlet” politikalarının bir benzerinin bugün de daha geri biçimde uygulanmasıdır. Kamuculuk adıyla bilinen bu politikalar neo-liberalizmi tahkim etmek için bütün dünyada benimsetilmeye çalışılırken, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği Projeleri ile ekonomik ve politik olarak desteklenmektedir.
Türkiye’de de kamuculuk, yerel yönetimler, Bölgesel Kalkınma Ajansları, Kent Konseyleri ve bazı demokratik kitle örgütleri tarafından kısmen uygulanmaktadır. Emperyalist projelerle karşı karşıya gelmeksizin; hatta esasta onların lehine yerelin bugüne kadar sömürülmediği düzeyde sömürülmesinin yolu açılmıştır. Pek çok kooperatif de doğrudan veya dolaylı olarak bu sömürünün aracı olarak kullanılmaktadır.
Doğal varlıkların, ucuz iş gücünün en yoğun sömürüsünü amaçlayan bu türden politikaların ilk örneklerinden biri, mikro kredilerle kadınlara yönelik projecilik çalışmaları olmuştur. Özellikle kırsal nüfusun büyük bölümünün geçim yolu olan aile işletmeciliği esasta tarımsal üretim alanında ve yerel el sanatları dallarında yapılmaktadır.
Bu nitelikte üretimde yer alan nüfusun büyük bölümü de kadınlardan oluşmaktadır. Neo-liberalizmde emeğin kadınlaşması gerçeğinin bizim gibi ülkelerdeki görünümü kırsal yaşamda kadın emeğine yönelik böyle saldırılardır.
Kooperatiflerin kadın emeğini sömürmenin yollarından biri olarak geçmişe nazaran çok daha yoğun yönelinen alanlardan olması, bu alanda yürütülmeye başlanan muhalif ve devrimci çalışmalardan dolayıdır da.
Örneğin Antakya ili genelindeki tüm kadın kooperatiflerinin yakın zamanda Valilik bünyesinde toplanmış olması bu kooperatiflerin görece özerk yapılarının kayyuma devredilmesi anlamına gelmektedir. 6 Şubat 2023 depreminden sonra buralarda yoğunlaşan çalışmalar, sadece kolluğun müdahalesi ve adli tedbirlerle değil, böylesi yasal yöntemlerle de engellenmek istenmektedir.
Kooperatifler kapitalizmin kurallarına göre işleyen, bu sisteme ait yapılardır. Bu özellikleri onların bir örgütlenme ve direnme biçimi olmalarının önünde engel değildir. Dünyadaki devrim örneklerinde de kooperatifler devrim öncesi olduğu gibi devrim sonrasında da bir geçiş modeli olarak uygulanmıştır.
Bu nedenle komünal yaşamın deneyimlenmesi ve benimsenmesi bakımından bugün de bir basamak olarak kooperatifler değerlendirilmektedir.
Yerel yönetimler üzerinde merkezi devletin büyük bir kontrolü vardır
Ancak her kooperatif çalışmasının başarısızlığa uğramasının yolu onun devamlılığının sağlanamaması da değildir. Bazı kooperatif örneklerinde kooperatifin şirketleşerek özelleşmesi hatta emperyalist şirketlerin eline geçmesi de söz konusu olmaktadır.
Türkiye’de üretici kooperatiflerinin birlikler haline dönüştüğü süreçten sonra zamanla özelleşip emperyalistlerin eline geçtiği en bilindik örnek FİSKOBİRLİK’tir. Dünyanın en büyük çikolata hammaddesi ve çikolata üreticisi İtalyan Ferrero tarafından satın alınmıştır. Böylesi pek çok örnek başka Birlikler’de de yaşanmıştır.
Kooperatifler nihayetinde kapitalist birer kuruluş oldukları için çalışma alanlarında diğer üreticilerle rekabet içinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bu da sürekli büyümek zorunda oldukları anlamına gelmektedir. İlerici, devrimci kooperatiflerin birlikler oluşturmayı hedefledikleri bu süreç karşımıza çeşitli sorunlar ve olanaklar da çıkarmaktadır. Teknik sorunların üstesinden gelmeyi amaçlamakla sınırlı tutulacak bir kooperatifçilik anlayışı onun politik ve stratejik hedeflerinden uzaklaşmasını kaçınılmaz kılacaktır.
Teknik ve ekonomik olarak büyüyebilmesi için kooperatiflerin üretim, tüketim ve lojistik sorunlarını çözecek birimler oluşturması, kendi finans sistemlerinin olması, enerji, hammadde ve alet ekipman sorunlarını kendi bünyesinde çözebilmesi, bunun yeterli olmadığı hallerde benzer türden kooperatif ve ilerici kuruluşlarla dayanışma halinde olması gerekmektedir. Kooperatifin politik ve stratejik hedeflerinden uzaklaşmaksızın bunları başarması ise yerelden yetişen kooperatif kadrolarının politeknik eğitimi ile mümkündür.
Politeknik eğitim kitlelerden uzak kalınan uzun yıllar boyunca ihmal edilmiştir. Devrimcilerin yeni bir yaşamı inşanın her aşamasında görev alabilmeleri salt politik ve ideolojik eğitimin teorik veya dar pratik koşturması içinde kalınarak sağlanamaz. Her ikisi de pratik süreçlerle birbirini tamamlamalıdır. Gelinen aşamada teorik eğitim dahi tek yönlüleşmeye uğramıştır.
Sosyal bilimlerdeki bir tür uzmanlaşmaya doğru gelişen bu türden eğitimler politeknik eğitimi daha da gündemden çıkartarak faaliyetçilerde bir tür vasıfsızlaşmaya yol açmıştır. Bu sorunun çözülebilmesi kişilerin özel çabalarıyla kendilerini çok yönlü geliştirmeleri ile mümkün olabilse de, esasta politikasızlığı ortadan kaldırmaz.
Bu sorun, politeknik eğitim politikaları yapılarak çözülebilir. Politeknik eğitim, salt çalışma sahasının sorunlarına vakıf olmakla da tam olarak geliştirilemez. Kooperatif kadrolarının kooperatif çalışmalarının ilerleyen aşamalarında karşılaşabilecekleri sorunlara karşı da bilinç geliştirmeleri gerekir.
Örneğin yönetimlerinin anti-demokratikleşmesi ve bürokratikleşmesi gibi sorunların ideolojik-politik-örgütsel nedenlerinin öngörülebilmesi ve buna karşı alınacak kültürel önlemler ancak demokratik işleyiş aşağıdan yukarıya oluşturularak mümkün olabilir.
Demokrasi sorununun genel anlamda çözümü kurumlarımızdaki demokrasi kavrayışının yükseltilmesi ve demokrasinin işletilmesi ile mümkündür.
Dünyadaki ve ülkedeki gelişmeleri kooperatiflerin, komünlerin çalışma alanlarıyla bağlantılandırabilmek, başta ekonomik kriz, endüstriyel tarım ve gıda sorununa karşı sürekliliği olan politikalar geliştirebilmek de kooperatiflerdeki bürokratlaşmaya karşı önlemdir. Bu sorunlara karşı kooperatiflerin sendikalarla güçlendirilmesi, bu sendikaların farklı ülkelerdeki ilerici, devrimci, köylü ve işçi sendikaları ile bağlarının kurulması, bu dayanışmanın enternasyonalist bir çatıda buluşturulması gerekmektedir.
Tüm bu sayılanların hayata geçirilebilmesinin önündeki en temel sorunlardan biri ise, kooperatiflerin simgesel örneklerle sınırlı kalmaması amaçlı, Toprak Sorununun çözülmesi için stratejik, politik ve yasal sınırlar içinde neler yapılması gerektiğinin somutlukla ortaya çıkartılabilmesidir.
Her ne kadar kendi yetki alanları olsa da ülkemizde yerel yönetimler üzerinde merkezi devlet örgütlenmesinin büyük bir kontrolü mevcuttur. Hatta bu kontrol ve sınırlandırma, sürekli güncellenerek daha da güçlendirilmektedir.
Neo-liberalizmin inşasıyla birlikte dizayn edilen yeni sistemlerle uluslararası tahkim mahkemeleri vd. uluslararası yetkilere sahip yaptırımlar yerelin daha fazla sömürü ve talanını güvenceye almış durumdadır.
Ülkenin veya yerelin mevzuatlarının bu sömürünün önünü kapatacak kimi maddelerinin olması halinde, normlar hiyerarşisine uygun olarak uluslararası yaptırımlar devreye girerek emperyalist şirketleri güvenceye almaktadır. Zaten ülkedeki faşizm gerçekliği çoğu kez bu süreçlerin işletilmesine dahi gerek bırakmamaktadır.
Kayyumlaşma bunun ete kemiğe bürünmüş en görünür hali olarak karşımızdadır.
Yine de yasal olarak tablo nedir, bu tablonun olanak ve risklerine bakmak gerekiyor. Ülke her türden üretim sahası ve potansiyeli bakımından 30 civarında havzaya bölünerek yeni bir idari sistem oluşturulmaya başlanmıştır. Tarım, sanayi, madencilik, turizm, asgari ücretin bölgesel olarak ayrı ayrı tespiti bakımından bu 30 havza kendi içinde 6 gruba ayrılmıştır. İnşası büyük oranda tamamlanmış olan bu sistem emperyalist şirketlerin yararına olarak son derece bilimsel ve ayrıntılı oluşturulmuştur.
Bütün şehir, büyükşehir yasaları çıkartılarak ülkedeki kır ve kent nüfusunun gerçek oranları belirsizleştirilmiştir. Köy niteliğinde olan yerleşim yerleri bulundukları şehre 30 kilometreden yakınlarsa köy tanımından çıkartılarak mahalle yapılmışlardır.
Böylece vergi, fatura ödeme, teşviklerden yararlanma vb. bakımlardan kentli statüsüne alınarak dezavantajlı hale getirilmişlerdir. Daha eski tarihlerde yapılmış bir başka değişiklikle kent özelliğine sahip olmayan köy denilebilecek birçok ilçe ve belde kent statüsüne alınmıştır. Bu konudaki yasal düzenlemelerin ayrıntılı incelenmesi çok daha dikkat çekici yönlerini de açığa çıkartacaktır.
Endüstriyel tarımın birçok boyutuyla küçük aile çiftçisine dahi dayatılmış olması ile birlikte bu çiftçilerin borçlandırılması da sağlanmıştır. Topraklarını, hayvanlarını, tarım alet ve makinalarını haciz yoluyla bankalara kaptıran çiftçi, topraksızlaştırılarak sözleşmeli tarım işçisi haline getirilmiştir. Toprak sorununun çözümünde hedefteki muhatapların önemli bölümü artık yöredeki bilindik büyük toprak sahipleri değil, bankalar ve emperyalist tarım şirketleridir.
Hazine arazilerinin kullanımına dair yasada değişiklikler yapılarak çiftçilerin, köylülerin, çayır ve meralardan eskiden olduğu gibi yararlanmasının önü kapatılmıştır.
Köylüler bir ücret karşılığında buralardan yararlanmak zorunda bırakılmıştır. Hazine arazilerinin kiralanabilmesi ile ilgili mevzuat incelendiğinde küçük üreticinin buralardan yararlanmasının mümkün olmayacağı anlaşılmaktadır. Yine de kooperatifler açısından buraların kiralanmasının önü kapanmış değildir. Hazine arazilerinin fiili olarak konut yapımında kullanılması ile geçmişte büyük şehirlerde gecekondular yapılabilmişti.
1 Mayıs Mahallesi, 18 Mayıs Mahallesi bu örnekler arasında en tanınmışlarındandır. Bugün hazine arazilerinin bu şekilde işgalinin karşısına bu arazileri kiralamış olan şirketler çıkacaktır. Halkın konuk ve barınma sorununun çözümü için de daha farklı olanaklar oluşturulması gerekmektedir.
Ülkemizdeki tüm bu gelişmeler dünyadaki emperyalist tarım-gıda-enerji politikalarıyla eşgüdümlü ilerlemektedir. Gıdadaki, bitkisel ve hayvansal üretimdeki köklü politika değişiklikleri kooperatifçilik ve komün faaliyetlerini doğrudan etkilemesi bakımından politeknik eğitimin stratejik özelliklerini belirlemektedir.
Emperyalist ülkeler tarım-gıda ve enerji politikalarında bir yandan kapitalist emperyalist sistemin ekonomik krizleriyle başa çıkma, diğer taraftan ise ekolojik krizin dayattığı değişiklikleri kendi coğrafyalarından uzak tutma amacıyla köklü politika değişikliklerine gitmektedir.
Bu durum kapitalist emperyalist ülke çiftçilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Ukrayna savaşı, Covid 19 Pandemisi vb. gelişmeler dünya tarım ve gıda piyasalarını daha fazla dalgalanmaya sürüklediğinde ortaya çıkan enerji, gübre ve taşıma maliyetlerindeki artış, bu ülkelerdeki enflasyonu artırmıştır.
Buna bağlı olarak AB sınırlarında gıda kotaları ve gümrük vergileri kaldırılmıştır. Özellikle azotlu gübreler başta olmak üzere gübre kullanımına “Yeşil Dönüşüm” kapsamında sınırlama getirilmiştir.
Organik tarım daha fazla desteklenirken toprakların bir bölümünü nadasa bırakma zorunlu hale getirilmiştir. Avrupa’da kullanımı yasaklanan bazı tarım zehirleri, hormonlar ve antibiyotiklerin kullanıldığı ülkelerden yapılmaya başlanan ithalatlar da ekolojik çiftçi hareketlerinin tepkilerini artırmıştır. AB ülkelerindeki çiftçi eylemleri tüm bu nedenlerden dolayı birbiriyle çelişen talepleri olsa da, farklı farklı kesimleri aynı alanlarda ortaklaşılan eylemlerle biraraya getirmiştir. Emperyalist ülkelerde, özellikle de AB ülkelerinde ortaya çıkan bu gelişmelerin Türkiye ve Türkiye gibi ülkelere yansımaları ise, emperyalist ülkelerde sınırlandırılan üretimin bizim gibi ülkelere kaydırılmasının hızlandırılması olmuştur.
Bilindiği gibi, 1980’lerden sonra Türkiye tarımında fındık, kayısı, üzüm, incir, zeytin gibi gelenekselleşmiş ürünler dışında esasta yaş sebze ve meyve üretimi yoğunluklu bir tarım politikası oluşturulmuştur. Tarımsal ürün ihracatının büyük bölümünü de bu ürünler oluşturmaktadır.
Bahçe bitkileri kategorisindeki bu ürünlerin üretiminde daha fazla iş gücü, su tüketimi ve yoğun gübreleme ve kimyasal kullanımı söz konusudur. Bahçe bitkileri grubundaki bu ürünlerin diğer bir ortak özelliği ise beslenmedeki yerlerinin stratejik kategoride olmamasıdır. Tarla bitkileri grubundaki tahıl, baklagil, yağlı tohumlar grubuna giren stratejik özellikteki ürünlerin üretiminde ise gerileme söz konusudur.
Hayvan yetiştiriciliğinde de sınırlamaya gitmeye başlayan kapitalist emperyalist ülkeler bunu da ekonomik ve ekolojik nedenlerle yapmaktadır. Özellikle endüstriyel tarzdaki büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinde bu hayvanları beslemek için yetiştirilen yem bitkilerinin kapladığı tarım alanları ve su tüketimi muazzam miktarlardadır. Ayrıca endüstriyel yetiştiricilikte kullanılan en temel iki ürün olan soya ve mısırın tüm dünyada tamamına yakını GDO’lu tohumlardan elde edilmektedir.
Ayrıca endüstriyel üretimle elde edilenler başta olmak üzere büyükbaş hayvanların etinin ve sütünün insan beslenmesinde zararlarının da olduğu ortaya çıkmaya başlamıştır. Tüm bunlar kapitalist emperyalist ülkelerin endüstriyel tarımdan uzaklaşmaya başlamasıyla birlikte Türkiye gibi ülkelere kaydırılmasını beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla günümüzdeki kooperatif ve komün politikaları da bu gerçekler üzerinden şekillendirilmelidir.
Ekolojik bir tarım ve gıda politikasının endüstriyel tarıma kesinlikle karşı olabilmesi için alternatif üretimleri iyi belirlemesi ve bunları geliştirecek çalışmaların yapılabilmesi de gerekmektedir. Bu yöndeki ekolojik politikaların ortaya çıkmış olan tahribatları ne derece telafi edebileceği bu türden çalışmalara ve sonucunda yapılacak tercihlere bağlıdır.
20. yüzyıl öncesine kadar tarımsal üretim yüzlerce çeşit bitki ve hayvanla yapılıyordu. Bugün dünyada insanları besleyen ağırlıklı temel ürün çeşitliliği 10 civarındadır. Yerel ürünlerin beslenmede kapladığı yer ise son derece sınırlıdır. Bu süreç 1930’larla birlikte “Yeşil Devrim” ile başlamıştır. Başlangıçta esasta tahıllar üzerinden bu tek tipleşme geliştirilmeye başlanmış olsa da, zamanla birçok bitkisel bir hayvansal ürün buna dahil edilmiştir. Bu aşamadan sonra elde edilmiş ve yaygınlaştırılmış olan ürünlerin insanlığın 12 ile 15 bin yıl boyunca geliştirmiş olduğu ürünlerle genetik benzerlikleri ortadan kalkmıştır.
Örneğin bugün dünyayı besleyen buğday türlerinin, kromozom sayıları 1930’lar öncekilerle aynı değildir. 12 bin yıl boyunca adapte olduğu gıdaların yerine yenilerinin geçmesine insan metabolizması alerjilerle ve gıda intoleranslarıyla cevap vermektedir.
“Yeşil Devrim”in ortaya çıkardığı diğer gelişmeler ise kimyasal gübreler ve tarım zehirleri olmuştur. Zamanla bunlara düzenleyiciler denilen hormonların ve antibiyotiklerin kullanımı da eklenmiştir. Son noktayı ise GDO’lu tohumlar koymuştur. Zira GDO teknolojisi, bitki melezleme çalışmalarında nitelik değişikliğine yol açmıştır. Geleneksel melezlemedeki bitki ile bitkinin melezlenmesinin yerini GDO teknolojisinde bitki ile herhangi başka bir canlının genetik materyalinin melezlenmesi almıştır.
Bu nedenle GDO’lu yetiştiricilikte yoğun kimyasal kullanımı ve tohumda emperyalist tohum şirketlerine bağımlılığının yanı sıra GDO’lu bitkilerin yetiştiği yerlerin geniş bir alandaki yabani ve kültür bitkilerinin de GDO’lu polenlerce döllenerek bozulması söz konusudur. İnsan beslenmesinde GDO’lu tohumların görece sınırlandırılmış olması, besin zinciri yoluyla geçişleri önlemesi için de yeterli değildir.
Dolayısıyla “Yeşil Devrim” ve bunu takip eden tüm gelişmeler, dünyadaki ekolojik krizin en önemli sebeplerinden biridir. Endüstriyel tarım bu gelişmeler üzerinden yükselmiştir.
Endüstriyel tarımın bir alternatifi olarak ise “İyi Tarım Uygulamaları” devreye sokulmuştur. Nispeten daha az miktarda kimyasal kullanımının esas alındığı bu yöntemler tarımdaki tek tipleşme ile mücadeleyi esas almaz. GDO’lu üretime karşı olsa da genetik değişikliğe uğramış ürünleri kullanmayı veya üretmeyi reddetmez. İyi Tarım Uygulamalarını, Endüstriyel Tarıma karşı reformist yaklaşımlar olarak değerlendirebiliriz.
Ancak dünyadaki tüm tarım desenini değiştirmenin gıda sorununu görmezden gelerek mümkün olmayacağı ve dolayısıyla zaman alacağı düşünüldüğünde, İyi Tarım Uygulamalarını mutlak bir biçimde reddetmek de pek mümkün görünmemektedir. Organik Tarım da İyi Tarım Uygulamalarına benzeyen riskler taşımaktadır.
Daha da önemlisi tamamen pazara yönelik bir üretim olduğu için ekolojik niteliği sadece üretilen ürünün kendisinden ibarettir.
Ekolojik krizin stratejik bir sorun aşamasına ulaştığı günümüzde tarımsal üretimde de stratejik değişikliklere ihtiyaç vardır. Henüz çiftçiler tarafından hemen hiç bilinmeyen bu nedenle de dünyada uygulama alanları kimi ilerici-devrimci tarım örgütleri, kooperatif ve sendikalarla sınırlı olan agroekolojik üretim ise asıl alternatif gibi görünmektedir.
Türkiye’de yok denecek kadar az uygulama alanı bulabilmiş agroekolojik üretimin esası doğanın büyük ölçüde taklit edilmesidir. Toprağın basit el aletleri ile işlendiği, hiçbir şekilde kimyasal ürün ve bitki düzenleyicilerin kullanılmadığı bu üretimde, sulama sistemleri de kullanılmamaktadır. Yerel tohumlarla yapılan üretimde tıpkı doğada olduğu gibi aynı alanın içinde farklı farklı bitkiler bir arada yetiştirilmektedir.
Seçilen bitkiler ekim-dikim, bakım ve hasat durumları bakımından da birbirine uyumludur. En önemlisi de bu yetiştiriciliğin özüne uygun olarak üretilenlerin büyük ölçüde yerel kaynaklarla üretilip yerelde tüketilerek nakliye vd. nedenlerle fazladan enerji kullanımının önüne geçmesidir.
Güney Amerika’da geleneksel olarak uygulanan Üç Kızkardeş Modeli, agroekolojik üretim için iyi bir örnektir. Bu modelde mısır, fasulye, kabak bitkileri aynı arazide yetiştirilir. Sarılıcı bir bitki olan fasulye, mısırın gövdesini kullanır. Kabak yayılıcı bir bitki olduğu için toprak yüzeyini kaplayarak topraktan su kaybını azaltır.
Fasulye bitkisi bir baklagil çeşidi olduğu için havadan aldığı azotu kökleri vasıtasıyla toprakta biriktirerek tüm bitkilerin en fazla ihtiyaç duydukları gübre çeşidi olan azotu toprağa vermiş olur. Bitkilerin hasat işlemlerinden arta kalan yeşil kısımları da toprağa karıştırılarak çeşitli besin maddeleri toprağa verilmiş olur. Mısır, fasulye, kabak bitkilerinin beslenmedeki yerleri de bu bitkileri öne çıkartmaktadır. Mısır, beslenmede dünyada en çok kullanılan buğday ve pirinçten sonra üçüncü sıradaki tahıldır.
Mısır esasta karbonhidrat kaynağıdır ve karbonhidratlar insan ve hayvan beslenmesinde gerekli olan en büyük besin grubunu oluşturur. Baklagillerde beslenmede öncelikli ikinci besin olan protein ihtiyacını karşılar. Kabak ise hem lif hem de nişasta ve bazı vitaminlerin kaynağıdır. Ayrıca çekirdekleri de beslenme piramidinde yer alan üçüncü grup olan yağın kaynağıdır. Ayrıca her üç bitki de geleneksel depolama yöntemleri ile uzun süre saklanabilen bitkilerdendir.
Dolayısıyla kuraklık ve piyasa dalgalanmalarında uzun süre muhafaza edilebilmeleri avantaj oluşturmaktadır.
Üç Kızkardeş Modelinin benzerleri her iklim ve yağış rejiminde yerel tohumlardan yapılacak farklı kompozisyonlarla uygulanabilir. Bitkisel üretimde Agroekolojik model, devrimci kooperatifler için ilk seçenek olabilecek özelliktedir. Bu model, hayvan yetiştiriciliği ve hayvan yemi yetiştiriciliğinde de uygulanabilir. Ayrıca bu üretimin çiftlik tipi bir yapıda uygulanmasıyla hayvan ve bitki yetiştiriciliği de birbirinin ihtiyacını tamamlayarak kooperatif ve komünlerin kendine yeterlilik düzeyini artırarak ekonomik ve ekolojik bakımdan ekstra avantajlar da oluşturur.
Burada hayvan yetiştiriciliğine ayrıca bir başlık açmak gerekmektedir. Hayvansal üretimde yerel ırkların esas alınması da agroekolojik modelin bir parçasıdır. Sadece bir yöredeki yerel hayvan ırklarını esas almak da yeterli değildir. Bu hayvanların geleneksel üretimde birbirine oranları da yetiştiriciliği şekillendirmelidir.
Mezopotamya, Anadolu ve Trakya’da sanılanın aksine büyükbaş hayvan yetiştiriciliğine uygun çayır-mera yapısı son derece sınırlıdır. Dolayısıyla küçükbaş hayvanlar yani koyun, keçi öne çıkartılmalıdır. Bu örnek sahanın durumu ve ihtiyaçlara göre daha ayrıntılı şekillendirilebilir. Oysa endüstriyel büyükbaş hayvan yetiştiriciliği uzun zaman önce Türkiye’ye kaydırılmaya başlandı. Bunun önümüzdeki dönem daha da artırılacağı rahatlıkla söylenebilir. Üstelik de Türkiye söz konusu olduğunda beklentinin sadece ekolojik ve ekonomik sömürüden ibaret tutulmayacağı da rahatlıkla söylenebilir.
Emperyalist şirketlerin ve onların “yerli” taşeronlarının böylesi çoklu beklentilerle hayata geçirdikleri projelerden biri Sütaş’ın Bingöl’de temellerini attığı işletmedir.
Türkiye’deki en tanınmış tarım yazarlarından olan Ali Ekber Yıldırım’ın 2022’de çıkmış olan “Yeni Tarım Düzeni” adlı kitabında bu projeden uzunca bahsedilmektedir. 2018’de başlatılan ve 2033 yılında tamamlanacak olan, devletin sağladığı özel teşvikle kurulan bu projenin büyüklüğü bakımından bir “Bölgesel Kalkınma Modeli” olduğu söyleniyor.
“Prof.Dr Erinç Yeldan ve Kalkınma Uzmanı Kamil Taşçı bu yatırımla ilgili “Sütaş Doğu-Güneydoğu Anadolu Sütçülük Projesi: Bingöl Entegre Tesisleri Yatırımının Sosyo Ekonomik Etkileri: Bölgesel Dinamik Girdi-Çıktı Analizi (2018 – 2033) başlıklı kapsamlı bir araştırma yayınladılar.” (Ali Ekber Yıldırım, Yeni Tarım Düzeni) Araştırmada 2018’de temelleri atılan bu projenin tam kapasiteyle çalışmaya başladığında 1012 kişiye doğrudan istihdam sağlayarak deniliyor.
Bu tür yatırımların yerel/bölgesel ekonomi içinde konumlanma değil, kendi ekosistemini kurmaya dönük yatırımlar olduğu ifade ediliyor.
“Bu yatırımın etkisiyle, Bingöl ve çevresinde yem bitkileri üretimi ve hayvancılık faaliyetleri açısından bir dönüşüm sağlanacaktır. Sütaş yatırımının Bingöl ve çevresinde oluşturacağı ekosistem içinde, alt değer zincirleri marifetiyle geniş bir ekonomik havza oluşacağı, sadece tarım ve hayvancılığa etkileriyle, tek başına bu yatırımın, yereldeki ekonomik dönüşümü gerçekleştireceği görülmektedir. Bu yatırımla birlikte tarım ve hayvancılığın yanı sıra bölgede makine ekipman üretimi, ambalaj malzemeleri üretimi, inşaat, lojistik, tarımsal teknolojiler ve destek hizmetleri gibi çok değişik faaliyetlerin gerçekleşmesi beklenmektedir.” (Ali Ekber Yıldırım)
Bingöl’deki bu Sütaş yatırımının doğrudan ve dolaylı olarak yaklaşık 8 bin kişiyi istihdam edeceği de Erinç Yeldan ve Kazım Taşçı’nın araştırma sonuçlarında yer almaktadır. Ali Ekber Yıldırım ise bu projenin sosyo-ekonomik dönüşüm planı olması gerçekliğinin altını çizerek devletin sütçülük ve hayvancılık master planı hazırlamasını öneriyor.
Emperyalist şirketlerin tarım-gıda-enerji ve ekoloji politikaları doğrultusunda böylesi köklü değişimlere bağlı olarak bu yatırımların Türkiye’nin hemen her yerinde benzerlerinin oluşturulduğunu görüyoruz. Bingöl’deki yatırımın ise buranın özgün coğrafi koşullarından dolayı tıpkı Dersim’de ve bölgedeki baraj yapımları gibi muharebe ile bağlantılı yönü de ön plana çıkmaktadır. Süt temini ve yem bitkisi yetiştiriciliği başta olmak üzere bölgedeki köylü ve çiftçi nüfusunun büyük bölümü bu tür projelerin bir parçası haline getirilerek sözleşmeli tarım ve sanayi işçisi statüsüne alınacaktır. Sözleşmeli çiftçilik zamanla bu çiftçilerin toprak ve hayvanlarının haciz yoluyla bankalara ve şirketlere geçişi ile sonuçlanacaktır.
Böylece buralardaki kooperatifleşme olanakları daha en başından baltalanmış olacaktır. Bu nedenle endüstriyel tarımın her türlüsüne karşı aktif bir duruşun şimdiden sağlanması gerekmektedir.
Her iki örnekte de dışarıdan gelen kadroların esas omuzlayıcıları olması, halkın süreçlere istenilen yeterlilikte katılmasının sağlanmamış olması tüm çalışmaların hızlıca sönümlenmesinin asıl sebebidir. 6 Şubat 2023 depreminden sonra yapılmaya başlanan çalışmalarda her türlü örgütlülüğün yerel halkı esas alarak onları katıp geliştirilme hedefi çözümün anahtarıdır.