Sorgulamama insanlığın en büyük hatalarından biri olagelmiştir şimdiye kadar. Toplumu esir alan birçok felsefi ve bilimsel akıma baktığımızda, pek “akla” yatkın olmamasına karşın, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edildiğini görürüz. Bu gerçeklik her dönem, hakim sınıfların egemenliğini perçinlemiştir. Yani alt yapıya hakim olan sınıflar üst yapıyı şekillendirmiştir. Çünkü ideolojik aygıtlar egemenlerin iki dudağının arasına bakmaktadır. Burada esas vurgulamak istediğimiz nokta, bu sorgulamama hali ve hakim sınıfların pekiştirdiği dogmatizmdir. Dayatılan düşünce yapısı ‘bir yere kadar sorgula’ demekte ve sonrasında ‘sırat köprüsü’ misali ince bir ip üzerinde yol almayı zorunlu kılmaktadır. Şimdiye kadar bu zorlu yolculuğu göze alanlar oldu ve bundan sonra da olacaktır. Bu yolculukların takibi bize kemikleşmiş ideolojinin bilimi nasıl engellediğini göstermektedir. Mesela, Giordano Bruno’nun 8 yıllık engizisyon yargılamasından sonra 1600’de yakılarak öldürülmesinin nedeni, evreni sonsuz olarak görmesi ve dünyanın da diğer sonsuz sayıda gezegenden biri olduğunu savunmasıydı. Veya Galileo, engizisyon tarafından “dünya dönüyor” dediği için yargılanmıştı. Engizisyon yani kiliseye bağlı mahkemeler, yargılamalarının tanrı adına yapıyordu. Feodal dönemin hakim sınıfları ve kurumlarının bilimsel alanda gerçekleşen gelişmeler karşısında aldıkları bu tavrın en doğru yorumu ancak ideoloji ve bilim arasındaki ilişkinin anlaşılmasıyla yapılabilir. Kilise 1500 yıllık egemenliğini gittikçe artan şekilde, Aristotales’in “görünüşü” açıklayan yani “çağın ön yargılarını” teorize eden bilimine dayanarak sürdürmüştü. Buna göre sonlu evrende bir hiyerarşi vardı ve bu hiyerarşide dünya tüm evrenin merkezinde, insan canlılar arasında, din adamları ve soylular ise insanlar arasında en üst konumda idi. Bu dokunulmaz, mutlak bir dizilimdi. Kopernik ile başlayan, Bruno ve Galileo gibi bilim insanlarınca sürdürülen bilimsel devrim ise dünyanın herhangi bir gezegen olduğunu söylüyordu. Bu, din idamları ve soyluların, “tanrının sözcüsü” oldukları savını çürütmekte ve yükselen sınıf burjuvazisinin elini güçlendirmekteydi. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” politik söylemi bu hiyerarşinin yıkımıydı.
Bilimin önünde ideolojinin durmasına dair tarih boyunca onlarca örnek bulunur. Marks’ın “Tarihsel Materyalizm”i oluştururken ki kopuşu her daim vurgulanır. Ondan önce hakim olan Hegel idealizminden kopuşması, sorgulayarak, onun mutlaklığını kabul etmeyerek, etraflıca inceleyip çözümleyerek ve eleştirisini yaparak gerçekleşmiştir. Kopuş olarak nitelendirilmesinin esas sebebi ise, ideolojik felsefi yanlarından kopuşarak “bilimi” yani tarihsel materyalizmi kurması olmuştur. Marks tahtını sağlamlaştırmış olan Hegel idealizmine meydan okumuş ve zamanında kendisinin de etki alanına girdiği bu ideolojinin alt-üst oluşunu sağlayarak tarih biliminin zeminini oluşturmuştur. Kugelmann’a yazdığı mektubunda Marks Kapital’i “Bir bilimde devrim yapmak amacıyla yazılmış bilimsel denemeler” olarak tanımlar. Marks’ın politik iktisattaki bu devrimi, astronomi, fizik, kimya gibi bilimlerde yapılan devrimlerle benzer niteliktedir. Belli bir gelişim gösteren bilimlerin bir süre sonra ideoloji ve idealist felsefenin engellemeleri ile karşılaşmaları, bilimin savunucularınca dogmatikleştirilmesi, her zaman gerçekleşmiştir. Tarih felsefesinden, tarih bilimine geçen Marks’ın biliminin başına da bu gelmiştir. Diğer ustaların da başına gelen bu durum MLM’ye taban tabana zıt olmasına rağmen hala geçerliliğini korumaktadır. Diyebiliriz ki Mao’dan sonra bilimin ilerletilme zorunluluğu neredeyse rafa kaldırılmıştır. Coğrafyamızda ise dogmatizmden “nasibini” alan önderlerin başında Kaypakkaya yoldaş gelmektedir. Bu durumun en büyük sorumluları yani bizleriz. Değişmez, mutlak olarak ele alınan Kaypakkaya yoldaşın görüşleri, döneminde yılmadan savaştığı dogmatizme düşürülmekte ve tam anlamıyla yorumlanamamaktadır.
Yani bir bütün topluma hakim olan sorgulamama hali bizler açısından da geçerlidir. Ne kadar sorguluyoruz, eleştiriyoruz, yeniyi yaratmak için ne kadar mücadele ediyoruz? Bu sorular ve cevapları önümüze koyacağımız perspektifler açısından belirleyici niteliktedir.
MLM biliminin mevcut gelişimine baktığımızda sorgulamama, mutlaklaştırma, olduğu gibi kabullenme hastalığı bizlerde de vuku bulmaktadır. MLM biliminin temel yapıtaşı olan sorgulama yalnızca pratiğe indirgenmektedir. Darlığını aşamayan bir pratik, kendiliğindenliği aşamayan bu nedenle bazen sol bazen sağ sapmalara yol açan bir pratik.
Burjuvazi ve proletarya, zengin-fakir, kadın-erkek, hakim ulus-ezilen ulus arasındaki çelişki bizleri elbette ki sorgulamaya itmektedir. “Bu böyle olmamalı, değişmesi, zıddına dönüşmesi gereken bir şeyler var ortada!” tespitlerimiz doğrudur. Ancak bunlar tespit seviyesinden çıkılmadan, yani bilimsel bir boyuta taşınmadan yapılmaktadır. Ustaların lafzi kavranışına sıkışıp kalınmaktadır. Bu da pratikte elde edilen deneyimin, salt olguların sıralanmasına dayanan “çözümlemesine” teori denmesine yol açmaktadır. Kitlelerde olduğu gibi bizde de, hem teorik hem pratik düzey için var olan durumdan bir hoşnutsuzluk mevcuttur. Ama bu hoşnutsuzluğun kitlelerden farkı olması gerektiğini yadsıyamayız. Lenin, kitlelere bilinç taşımaktan söz ederken salt mevcut sisteme karşı hoşnutsuzluk, hakim sınıfa karşı kin-nefret duygusu yaratmaktan veya var olan bu duyguları körüklemekten bahsetmez. Sözü edilen bilinç Marksizm bilincidir. Ve bilinç, MLM kavranmadıkça, özgülleştirilmedikçe kitlelere taşınamaz. Lenin bilinçlendirmeden bahsederken aynı zamanda “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” der. Yani esas meselemiz, kitlelerin kendiliğinden bilincini büyütmek değil, bunu politik bir bilinç seviyesine yükseltmektir. Örneğin, herhangi bir proleteri düşünelim, asgari proleter bilince sahip değilse, hoşnutsuzluklar kin-nefret onu daha çok çalışmaya emek gücünü daha çok sömürüye açmasına, daha çok kazanmak için durmadan çabalamasına yol açar. Burjuvazinin yarattığı “çok çalışan iyi yerlere gelir” masalının etkisini yadsıyamayız. Bizim istediğimiz ise elbette ki bu değildir. Bu kin tam anlamıyla sınıf kinine, bu hoşnutsuzluk ise iktidar mücadelesi bilincine evriltilmelidir. Ancak ve ancak MLM kavranılırsa yapılabilir bu. MLM kavranmalı, sorgulanmalı, irdelenmeli ve geliştirilmelidir. Ki dogmatizmden kopuş sağlansın ve kitlelerin, bizlerde de yansımalarını bulduğumuz sorgulamama hali yıkılabilsin! Atmamız gereken en önemli adımlardan birini teoride derinleşme olması bu nedenledir. Verdiğimiz örneklerde bunu göstermektedir.
Proletarya Partisi’nin Perspektifleriyle Atıllığı Ataklığa Çevirelim!
Proletarya Partisi’nin 7. Ve 8. Konferans belgelerinin (Partizan sayı 49, sayı 62) giriş bölümünde bir komünist partisi için özeleştirinin gerekliliği özenle vurgulanmıştı. Proletarya Partisi’nin sınıf mücadelesindeki konumu, eksiklikleri, konferans bileşiminin yetmezlikleri, özeleştirel bir biçimde tespit edilmiştir. Bu tespitler Proletarya Partisi’nin sınıf mücadelesi içerisinde bulunması gerektiği konumun gerisinde kaldığına dairdir. Mücadelenin gerisinde kalmasında ise “politika ya da taktiklerin gerçeklere göre belirlenmesinde” eksikliklerin başat rol oynadığı dile getirilmektedir. Her iki belgede de vurguların yoğunlaştığı teori ve bu konudaki eksikliklerimiz eğilmemiz gereken en önemli meselelerdendir. Konferanslarda belirtildiği üzere, somut durumumuza, geçmiş sürecimize baktığımızda, teoriyi ele alışımız hala (!) özeleştiri vermeyi zorunlu kılmaktadır!
Teoriyle ilgilenmenin özel, yani belli kişilerin yoğunlaştığı bir alan olarak ele alınması bir türlü kırılamamış ve deyim yerindeyse teori tekelleşmiştir. Yalnız birkaç kişiye yüklenen bu görev genele yayılamamış ve geliştirilememiştir. Konferansların sözünü ettiğimiz vurguları tam da bu eksikliğe yöneliktir. Özeleştirel bir yaklaşımla yapılan bu tespitler aynı zamanda teoriye duyulan ihtiyacı da açıkça ortaya koymaktadır.
“Eğer gerçeğin bilgisine sahip değilseniz, önderlik edemez ve ideolojik olarak savrulmalar yaşarsınız. Geçmişimizin doğru kavranmasının ilk şartı bu doğruyu temel almaktır. Gerçeği aramak ve bulmakta başarısız olanların bütün sürece yön vermesini ummak, hareketin dinamiği olmasını beklemek açıktır ki bir başka yetersizliğin göstergesinden başka bir şey olmayacaktır. Bizler bugün ileriye doğru hamle yapabilmenin ilk koşulunun sözünü ettiğimiz belirgin yetmezliğin altının çizilmesi olduğunu bir kez daha açıkça ilan ediyoruz.” (Partizan sayı 62)
Bu açık ilan bizlere perspektif sunmakta ve hangi alana yönelmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yıllar önce gerçekleştirilmek üzere sunulan bu perspektif, yani üzerinden yıllar geçmişken yerine getirilmekte midir? Somut koşulların tahlili gerçeklere göre hareket etme ve özeleştirel yaklaşıma bunca vurgu yapılmışken, sanıyoruz ki bu soruyu “evet bu perspektif kavranmış ve yerine getirilmektedir!” diye yanıtlamak pek doğru ve samimi olmayacaktır. Özeleştiri de samimiyet bizler için mühim ve elbette ki mecburidir. Eksikliklerimizi ortaya koyma, kendimizle, geçmişimizle muhasebe yapma cesaretini göstermek konusunda pek eksik olduğumuz söylenemez olsa da, eksikliklerimizin kökenine inme ve giderme konusunda geride olduğumuzu belirtmekte fayda var. Tespitler yapılmaktadır ancak görev olarak kavranmasında ve içtenlikle, azimle yerine getirilmesi konusunda atıllıklar mevcuttur. Şunu bilmek gerekir ki dogmatizm kolay olandır, görüngüleri bilim saymak ve yalnız onlardan hareketle tespitler yapmak kolay olandır. Önümüzdeki yolların ne denli çetrefilli olduğunu bilmeliyiz. Yazının başında verdiğimiz örneklerden hareketle şunu söyleyebiliriz ki bilim kolay geliştirilemez. Bütün bu sorunların üstesinden gelmenin atıllığı ataklığa çevirmenin yolu elbette ki geç olmadan bu görevlere sıkı sıkıya sarılmaktır. Bu sefer 8. Konferansımızın belirlediği “genelde kalmak” yanlışına düşmemeli ve önümüze ayrıntılı görevler koyarak yerine getirmeliyiz!