“Nesnel dünyanın yanı sıra öznel dünyayı değiştirmek”; yani “dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmek”… Proletarya ve kitleler kadar, tek tek bireyler açısından da devrimci mücadeleyi kavramada temel yaklaşım bu olmak zorundadır.
“.. Birincisi bağımsızdır ve temel doğası kendi için olmaktır; öteki bağımlıdır ve özü başkası için yaşamak veya var olmaktır. İlki efendidir; ikincisi ise kul”… Hegel’in bir egemenlik ilişkisi içinde “efendi” ve “kul”un konumuna ilişkin bu saptamaları sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülenler arasındaki ilişkide de geçerli değil midir
Sınıflı toplumlarda sömürücü sınıfların egemenliklerini sürdürmeleri baskı ve zor kadar, sömürülen ve zulme uğrayanların maruz kaldıkları bu sömürü ve zulüm karşısında tepkisizleşmelerine, yaşadıkları koşulların değişmezliğine/değiştirilemezliğine inandırılmalarına bağlıdır. Ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülenlerin olduğu her toplumda “efendiler” kadar “köleler” de sömürü ve sömürenlerin egemenliğini meşrulaştıran gerici ideolojinin, kendilerine ait olmayan ve böylesi bir toplumsal yapıyı ayakta tutmaya hizmet eden gerici değer yargılarının kuşatması altında kendi benliklerine, varoluşlarına yabancılaştırılmışlardır. Hatta ezilen, sömürülen ama bunu değişmez bir kader gibi algılayanlar, pratikte de kendi maddi çıkarlarına tamamen aykırı bu toplumsal işleyişin sürdürülmesinden yana bir tutum alanlar açısından, bu benlik parçalanması ve yabancılaşma daha da ağır ve derindir..
Bu gerçekliğe rağmen, bir sistemin artık tarihsel miyadını doldurduğu, kendini üretme yenileme dinamiklerinin iyice zayıfladığı tarihi kesitlerde, bu sistemi tarihin çöplüğüne göndermek üzere ayağa kalkan ve eylemleriyle tarih yazan da ezilen sömürülen yığınlar olmuştur daima. Değiştirmenin artık kendileri için bir ölüm-kalım sorunu haline geldiği zorlu maddi yaşam koşulları, iliklerine kadar hissettikleri sömürü ve zulüm, yüreklerindeki acı, tüm gerici kuşatmaya, çıplak zora ve egemen ideolojinin benliklerine nüfuz etmiş ağır baskısına- rağmen onlara başkaldırma cüretini verir…
Ve bu koşullar altında onlar, mücadele içinde kendi geriliklerinden, kendi pisliklerinden arınarak benliklerindeki tahribatı onarma yeteneğini gösterirler.
Bir kez mücadelenin gerekliliğine inandıklarında; çıkarlarının farkına varıp bu sistemi değiştirme istemi, gelecek ütopyası her şeyin merkezine oturduğunda; tüm bunlar çok güçlü ve yakıcı olarak hissedildiğinde, kitleler bu mücadelenin önüne dikilen tüm gerici değer yargılarını yıkarak, kendilerini dizginleyen tüm ön yargılardan sıyrılarak yeteneklerini açığa çıkarıp kendilerini yeni baştan yaratırlar. Mücadelenin, dünyayı değiştirme isteminin çok güçlü ve canlı olduğu, yaşamda karşılık bulduğu bir ortamda; öfkenin dizginlerinden boşandığı kitlesel mücadelenin yükseldiği dönemlerde, onların değiştirme ve değişme gücü de doruğuna ulaşır…
Bugüne değin insanlık tarihi, birbirinin yerini alan sömürü ve egemenlik sistemlerinin tarihi oldu. Bin yılların dönüşüm sürecinde sömürü ve tahakküm gerçekliği değişmedi ama sömürü ve egemenlik yöntemi daha ince biçimlere büründürülerek geliştirildi, giderek “uygarlaştı”…
Sömürü ve egemenlik ilişkisinin daha açık kılan kaba yanlar törpülendiği, daha gelişkin ideolojik araç ve yöntemler devreye sokulduğu oranda, gerici ideolojilerin gücü, ezilen sömürülenler üzerinde yarattığı tahribat ve toplumsal yabancılaşma daha da derinleşti.
Kırbaç sallayan köle sahiplerinden, engizisyon mahkemelerinden, burjuvazinin tanıdığı “serbest pazarda emeğini satma özgürlüğü” altında ücretli kölelik düzenine gelindi kapitalist toplumda. Ve bugün “barış” adına, “özgürlük”, “demokrasi”… vs adına en barbar savaşların kışkırtıldığı, en kapsamlı, en acımasız sömürü yöntemlerinin devreye sokulduğu, doymak bilmeyen kar hırsıyla sermayenin sadece insan emeğini değil, doğal kaynakları da talan ve tahrip etmede sınır tanımadığı kapitalist emperyalizm altında sömürücü egemenlik, insani gereksinimler için üretimden en kopuk, en asalak ve yoz biçimini yaşatmaya çalışıyor.
Hiç bir tarihi kesitte bu kadar çok değerin üretildiği, buna karşın yoksulluğun bu denli derinleştiği bir dönem yaşanmamıştır… Kapitalist-emperyalist sistemin hakimiyeti altında insanlık, bugün artık ya “barbarlık içinde yok oluş” ya da bu sömürü ve barbarlık çağına bir nokta koyarak “sosyalizmi kurma” ikilemiyle yüzyüze…
Sistemin gerçekliği bu yanıyla, gelmiş geçmiş en güçlü devrimci ayağa kalkışın; bir avuç sömürücü azınlığın zulümkar tahakkümü altıdaki ezilenlerin proletarya önderliğinde en geniş cepheyi oluşturarak devrimci savaşı güçlendirmelerinin koşullarının olgunlaştığı bir aşamaya; proletarya ve ezilenlerin tarihsel misyonlarını yerine getirmeleri için en elverişli zemine, en geniş olanaklara işaret ediyor…
Ancak diğer yandan kapitalist emperyalizm onların önüne en güçlü barikatları da kurmuş durumda… Bu barikat ya da sistemi ayakta tutan dayanak noktaları gelişmiş silahlardan, militarizmden.. Baskı ve zor aygıtlarından ibaret değil.
Gelmiş geçmiş hiçbir sistem altında egemenler ezilenlerin beyinlerine ve yüreklerine, yaşamlarının her kesitine, her anına hükmetmede böylesi gelişkin araç ve yöntemlere sahip olmamışlardı; böylesi bir tahakküm kurmamışlardı.
Bugün güncel siyasal durumu tahlil ederken, mevcut siyasal tablo içinde proletarya ve ezilen halkların tarihsel misyonlarından söz ederken bu gerçeği akılda tutmalıyız… Mevcut toplumsal çürümeden, dejenerasyondan hiç nasibini almadığı varsayılarak, sadece ilerici yanlarını vurgulayan soyut bir “kitle” ya da “sınıf” tanımlaması idealist bir tanımlamadır. Ve sınıfın, halkın içinde bulunduğu gerçekliğe denk düşmeyen böylesi bir tanımlamadan yola çıkmak siyasette ya kuyrukçuluğa, kendiliğindenciliğe götürür ya da bugün devrim saflarını terk etmiş çoklarının ağzından dökülen “bu halk adam olmaz” yargısına…
Esas olan tarihi yazanın kitleler olduğu gerçeğini kavramak, kitlelerin yaratıcı dönüştürücü gücüne sonuna kadar güvenmektir; diğer yandan -özellikle bugün- kapitalist emperyalist sistem altında onların kendi gerçekliklerine ne denli yabancılaştırılmış oldukları, egemen ideoloji ve gerici değer yargılarıyla nasıl zehirlendikleri görülmezse, devrimci savaşımın niteliğini ve görevlerini de kavramak mümkün olmaz… Marks’ın söylediği gibi; “… devrim sadece yönetici sınıfların başka hiçbir yolla alaşağı edilemedikleri için değil, fakat aynı zamanda onu alaşağı eden sınıfın kendi kendisini geçmiş bağların bütün pisliklerinden arındırması ve yeni bir toplum kurmaya uygun hale gelmesi, ancak bir devrimle başarılabileceği için zorunludur.”
Değiştirirken değişmek…
“Toplumun gelişmesinin bugünkü aşamasında dünyayı doğru olarak bilme ve değiştirme sorumluluğu, tarih tarafından proletaryanın ve onun partisinin omuzlarına yüklenmiştir. Bilimsel bilgiye uygun olarak belirlenen bu süreç, yani dünyayı değiştirme pratiği, … insanlık tarihinde eşi görülmemiş büyük bir ana, yani dünyadan karanlığın bütünüyle yok edileceği ve dünyanın eşine rastlanmamış aydınlık bir dünyaya dönüştürüleceği ana ulaşmış bulunmaktadır. Proletarya ve devrimci halkın dünyayı değiştirme mücadelesi şu görevlerin yerine getirilmesini kapsamaktadır: Nesnel dünyanın yanı sıra, kendi öznel dünyalarını da değiştirmeleri; öğrenme yeteneklerini değiştirmeleri ve öznel dünya ile nesnel dünya arasındaki ilişkileri değiştirmeleri…”
Mao, dünyayı değiştirme mücadelesinin bugün kapsadığı görevleri özlü ve derin bir ifadeyle böyle ortaya koyuyor…
“Nesnel dünyanın yanı sıra öznel dünyaları da değiştirmek..”; bu vurgu, kapitalist emperyalizmin hakimiyeti altında toplumsal yapıdaki yozlaşma ve çürümenin böylesine derinleştiği; burjuva bireyciliğin, her türlü değeri metalaştıran değer yargılarının tüm toplumu kuşattığı ve bütün bunların bugün dünyaya değiştirme misyonu taşıyanların da benliklerinin derinliklerine işlendiği günümüzde çok önemlidir… Öylesine önemlidir ki; bugün en gelişmiş araçlarla, türlü yöntemlerle kendi değer yargılarını, bireyci-asalak bir yaşam tarzını, gerici ön yargıları ezilen yığınlara empoze etmeye çalışan kapitalist emperyalist egemenlik, ancak bu görevler yeterince kavrandığında alaşağı edilebilir; proletarya ve kitlelerin devrimci enerjisi ancak böylesi bir perspektifle açığa çıkarılabilir…
Kapitalist restorasyonlar süreci, burjuvaziyi ve gericiliği sadece askeri olarak yenilgiye uğratmanın yeterli olmadığını; kitlelerin yaşamın her alanında -ekonomide, kültürde, ahlakta… vs. -burjuva ideolojiye karşı mücadele içinde, öznel dünyalarını yeni baştan -kendi sınıf ideolojileri doğrultusunda- yaratmak zorunda olduklarını çok somut bir biçimde ortaya koydu; bu yanıyla önemli bir deneyim kazandırdı. “Sorunun özü insanların ruhlarını değiştirmek ideolojilerini dönüştürmektir” diyerek özetliyor bu deneyimden çıkarılması gerekeni Başkan Gonzalo…
“Nesnel dünyanın yanı sıra öznel dünyayı değiştirmek”; yani “dünyayı değiştirirken kendini de değiştirmek”… Proletarya ve kitleler kadar, tek tek bireyler açısından da devrimci mücadeleyi kavramada temel yaklaşım bu olmak zorundadır.
Bir devrimci önce, geleceği yaratacak olan kitlelerin de birey olarak tek tek devrimcilerin de kendisinin de bu sistemin egemenliği altında -egemen ideolojinin hüküm süren gerici değer yargılarının ağır etkisi altında- kirletilmiş, toplumsal yozlaşma ve çürümeden payına düşeni almış olduğunun farkında olarak işe başlamalıdır. Önce bu gerçekliği kavramak ve kabul etmek gerekir; bu gerçekliği dönüştürmenin, bu gerçekliğe karşı mücadele vermenin ön koşulu budur… Olması gerekenlerle, hedeflenenlerle gerçeklik arasındaki uçurum; zaten mücadelemizi koşullayan da budur.
Ve bu gerçekliğin ne birden bire ne de kendiliğinden değişmeyeceğini kavramak gerekir. Hakim ideolojinin etkilerini bir bütün kırmak için, son tahlilde mevcut toplumsal yapıya damgasını vuran sömürü ve egemenlik sistemini alaşağı etmek, yeniyi her alanda inşa etmek gerekir. Ancak bugün -henüz sisteme karşı devrimci mücadeleyi yürüttüğümüz aşamada- adım adım, mücadele pratiğimizle orantılı bir dönüşümü gerçekleştirebilmek için de, iradi bir çaba, bunu içine alan bir mücadele perspektifi gereklidir…
Bireyi sistemin değişmezliğine koşullayan egemen ideolojiye, bireyi değiştirme/dönüştürme iradesi ve gücü olmayan pasif, edilgen bir varlık konumuna indirgeyen gerici değer yargılarına rağmen; sistemi korumayı hedefleyen yasaklara, devletin baskı ve zoruna rağmen, sisteme karşı mücadele etmeye cüret etmek bir adımdır, sistemden bir kopuştur. Ancak bu kopuşun her adımda ilerletilmesi derinleştirilmesi de zorunludur. Bu da teorik olmaktan çok pratik bir sorundur…
Bu sorunda mücadele pratiği kişiliklere, ideolojik şekillenişe tutulan bir aynadır ve ona bakmasını, ondan öğrenmesini bilenler, dünyayı değiştirirken kendilerini de durmaksızın yeniden kalıba dökme yeteneğini gösterebilirler…
Eğer devrimi sınırlı bir ufukla ele almıyor ve “sınıf mücadelesinin sürdüğü her alanda, her kesitte tüm karşıtlık ve çatışmaları içine alan bir alt, üst oluş/büyük bir dönüşüm süreci” olarak kavrıyorsak; bu bütünlükten yola çıkarak devrimciliği de her şeyden önce, “kitlelerin ve bireyler olarak tek tek devrimcilerin dünyayı değiştirme mücadelesi içinde kendilerini de değiştirme, yeniden kalıba dökme” pratiğinin iç içeliği olarak algılamak gerekir…
Bir devrimci kendi gerçekliğinin bilincinde olarak sistemden kopuşunu sürekli kılmak zorundadır; çünkü mevcut toplumsal ilişkilerin kazandırdığı alışkanlıklar, sınışı toplumun ürünü olarak şekillenen zaaflar, belli bir aşamada devrimci mücadeleyi ileri taşımanın önünde de bil fiil engel olurlar…
Şu ya da bu oranda farklılıklar taşımakla beraber, her birimiz mevcut toplumsal ilişkilerin içinden, yıllarca çok yönlü tahakküm ve baskı altında kalmış, edilgenleştirilmiş, yaşam karşısında pasifleştirilmiş, zihni, kendi bencil çıkarlarının darlığında boğulmuş bireyler olarak geliyoruz devrimci mücadelenin içine. Bu gerçekliğimiz içinde “kendini değiştirmek, yeniden kalıba dökmek” büyük bir özveri ister… Her pratik adımda kendi gerçekliğini değerlendirerek bu gerçekliğe vurmak; kendi benliğine yönelmek, insana acı veren, cesaret isteyen bir iştir. Yıllarca taşınmış, içselleşmiş bir “ben” duygusunu alt ederek, buna vurmaya bunu yıkmaya cesaret etmek, bir eylemde, bir çatışmada öne atılarak kendini feda etmede sergilenenden daha az cüret isteyen bir tutum değildir…
Tüm darlıklarına, gerici alışkanlıklarına, taşıdığı güçlü “ben” duygusuna rağmen, kendine vurma, kendini tekrar kalıba dökme cüretini nereden alır birey?.. Sınıf mücadelesinin gerçekliğini derinden kavramak ve hissetmek; bu mücadele içinde ezilen sömürülen yığınların acısını yüreğinde taşımak, sömüren zulmedenlere duyulan derin kin, sömürü ve egemenlik sistemini yıkma/dünyayı değiştirme istemini çok canlı ve yakıcı biçimde duymak…; bunlar kafada ve yürekte kesin olduğu oranda… Kısacası tüm bunlar “ben” duygusundan ağır bastığı oranda, mücadele pratiği içinde durmaksızın keskinleştiği, bilendiği oranda, her zaman ve her koşul altında birey, içinden geldiği toplumsal koşulları ve bu koşulların ürünü olarak şekillenen benliğinin olumsuz yanlarını alt etme iradesini gösterebilir.
Sınıf mücadelesinin ivmelendiği, devrim ve karşı-devrim arasındaki çatışmanın derinleştiği dönemlerde bu iradeyi göstermek kaçınılmazdır; birey ya kendisini bu mücadelenin ihtiyaçlarına göre şekillendirir ya da mücadele onu fırlatıp atar.. Ancak görece durağanlığın yaşandığı dönemlerde bunun olanakları da sınırlıdır. Böylesi dönemlerde statükoculuk, ben-merkezcilik kendini yaşatma alanı bulabilir. Bu hastalıklarla barışık bireyler açısından mücadele, devrimcilik -dünyayı ve kendisini değiştirip dönüştürme- artık anlamını yitirmiş; faaliyetin içinde görünerek kendini var etme, kendini yaşatma amaç haline gelmiştir. Mücadelenin sorunlarının ağırlığını taşımayan, ezilenlerin yokluk ve acılarına yabancılaşmış, üretmeyen ama hep tüketen, gelişim dinamiklerini -kendi gerçekliği karşısında sorgulayıcı, öz-eleştirel yaklaşma yeteneğini- yitirmiş bir kişiliktir bu..
Böylesi bir kişiliğin “meziyetlerini” daha fazla irdelemeye gerek yok…
Sınıf mücadelesinin gerçekliğinden kopma, sınıf mücadelesinin yüklediği sorumlulukları taşımama örgüt içinde bir eğilim haline geldiğinde, tablo elbette çok daha vahimdir. Tıpkı bireyin kendi gerçekliğine yabancılaşması, sorgulayıcı, öz-eleştirel yaklaşımdan uzaklaşması gibi, sınıf mücadelesine ilişkin kaygıların ağırlığını yitirdiği, bu anlamıyla apolitikliğin hakim olduğu bir örgüt ortamında eleştiri öz-eleştirinin, iki çizgi mücadelesini doğru zeminde sürdürmenin olanakları darlaşmış; yenilenmenin dinamikleri körelmiştir. Çünkü sınıf mücadelesinin gerçekliğinden sorunlarından, bu sorunlara ilişkin kaygılardan uzak eleştiri-özeleştiri ya da iki çizgi mücadelesi adına yürütülen tartışmalar, kişiselleştirilmiş sorunların gündemleştirilmesinden, çarpık kişiliklerin karşılıklı dayatılmasından ibaret olmaya mahkumdur…
Böylesi bir ortamda örgütü var eden iddia -sınıf mücadelesine önderlik iddiası- giderek soyut bir iddiaya dönüşür; sınıf mücadelesini ileri taşıma, sınıf mücadelesinin uzun vadeli çıkarları değil, örgütü şu veya bu biçimde var etme, bu hedefe dönük günübirlik yaklaşımlar hakim hale gelir.
Hangi niyetle yola çıkılmış olursa olsun, sınıf mücadelesinin kafalarda canlılığını yitirdiği, sınıf mücadelesi pratiğinden kopulduğu, sınıf mücadelesine önderlik iddiası zayıfladığı oranda, araç olarak görülenler varlık gerekçesi -birer amaç- haline gelirler; teori amaçtır ya da ajitasyon amaçtır ya da eylem amaçtır, ses getirmek amaçtır…vs. Ama bu amaçların hepsi de kısa vadelidir ve pragmatizmin damgasını taşır. Buradaki pragmatizm, en çok da, sınıf mücadelesine katkı sunmayan, üretmeyen ama -sınıf mücadelesi karşısında taşıdığı sorumluluğu yerine getirmeyi değil- örgüt içinde kalarak kendisini var etmeyi amaç edinmiş kendisini örgütle bu biçimde özdeşleştiren kişiliklerin yaklaşımıdır. Ve -zaten burjuva değer yargılarının, pragmatizmin, bir takım tabuların hakim olduğu bir toplumsal yapının içinden gelmiş olan- örgüt tabanını da şekillendirir…
Gerçekten de bu tablo, mevcut toplumsal yapının tam bir tezahürüdür… Nasıl ki onları aptallaştırarak tarihsel ilerleyiş içinde “özne” rolünü oynamalarını engellemek, onları edilgen pasif bir yığın haline getirmek için burjuva ideolojinin tüm gayreti ezilen sömürülen yığınların sınıf mücadelesi gerçekliğini anlamalarını engellemekse, kitleleri gerçek dünyaya, kendi gerçekliklerine sınıf mücadelesi gerçekliğini ters yüz ederek yabancılaştırıyorlarsa; devrimci bir örgütteki ideolojik dejenerasyonun burjuva ideolojik etkilenmenin yaratacağı/yarattığı sonuçların da daha hafif olmadığını görmek gerekir…
Dünyayı değiştirme iddiası taşıyan örgüt de, bu değişimin dinamiği olan sınıf mücadelesinin gerçekliğinden uzaklaşmaya, sınıf mücadelesi pratiğinden kopmaya başladığında, taşıdığı iddia soyut bir iddiaya dönüştüğünde, örgütte de yanılsamalı bir bilinç hakim olmaya başlar…
Orada artık gerçeğin diliyle konuşmak mümkün değildir. İlkelere, değer yargılarına, siyasete ilişkin söylemin içeriği boşalır, bunlar artık pratikte karşılığı olmayan klişeler haline gelir. Bu durumda elbette gösterilen çabanın, harcanan emeğin yaşamda karşılık bulması da mümkün olmaz; ne mücadeleyi gerektiği gibi yürütmek mümkündür, ne de yoldaşlığı gerektiği gibi yaşamak… Burada artık devrimci gerçekliğin yerini klişelerle yaratılmış sanal bir dünya almıştır.
“Yeni insan” kavramına yüklenen idealizm
Toplumsal yapıyı değiştirme mücadelesi içinde kendimizi de değiştirmenin, kendimizde yeniyi inşa etmenin önemine en fazla vurguyu yaptığımız;” yeni insan”, “devrimci kişilik”… vs sorunlarını en fazla tartıştığımız dönemden geçiyoruz… Bu sorunların önemine bugün düne oranla daha fazla vurgu yapıyor ve tartışıyor oluşumuz bile, yaşadığımız ağır örgütsel süreçlerden çıkardığımız bir ders, başlı başına bir kazanım olarak görülmelidir.
Ancak Marks’ın dediği gibi; “geleneğin, eski fikirlerin ölü yükü ağırdır.” Ve bizim açımızdan da değiştirmeyi ve değişmeyi, yeniyi yaratmayı en fazla vurguladığımız bir süreçte, zaman zaman eskiyi tekrar etmek şaşırtıcı olmamalıdır.
Onca olumsuzluğa, yol açtığı onca yıkıma karşın, peş peşe yaşanan sağ ve sol tasfiyecilik süreçlerinde, bizim açımızdan ileriye dönük olumluluğu yaratan, kendi gerçekliğimizi objektif olarak ortaya koyma çabası oldu.
Çokça yapıldığı gibi, yaşanan tasfiye süreçlerini, bir kaç tasfiyecinin bu süreçlerde oynadığı rolle açıklamak, kendimizi dışında tutan değerlendirmelere gitmek yerine esas olarak tasfiyeciliğin boy verdiği zemine ve bu süreçlerde örgüt bünyesinde derinleşen yozlaşma ve dejenerasyona dikkat çektik. Yaşananların ortaya çıkardığı tablo uygun bir zemin sunuyordu ve devrimci hareketin bu sorunlara ilişkin genel yaklaşımıyla kıyaslandığında, gerçekliğimizi tanımlamada, ortaya koymada -pek çok noktada sonuçlardan hareket edilmiş olsa da- oldukça cüretkar davrandık. Tüm bunlar, kapsamlı bir sorgulama içinde pek çok sorunda sınırlarımızı netleştirme ve yeniyi inşa etme yönünde önemli adımlar olarak görülmelidir.
Elbette bu sorgulama süreci tek tek bireyleri; geneli etkileyen ideolojik yozlaşma ve dejenerasyonun tek tek bireyler üzerindeki yansımasını açığa çıkarılmasını da kapsıyordu. Ve belki de, sonuçlar üzerindeki etkisi çok daha kolay görülebildiği, somut olarak ortaya konabildiği için, bireylere ilişkin değerlendirmeler daha ağırlıklı bir yer de tuttu.
Gerçekliğimizi tanımlama ve bu gerçekliği aşma yönünde bir perspektif ortaya koyabilmek için pek çok kavram ortaya atıldı. Bu kavramların istenilen işlevi yerine getirebilmeleri, yüz yüze olduğumuz sonuçların nedenlerinin ne oranda anlaşılabildiğiyle; kavramlarla dile getirenlerin ne oranda gerçekliğe denk düştüğüyle ilgili bir durum du…
Her kavram, bütünün kavranmasın da belli düğüm noktalarını ifade eder ve ait olduğu bütünlükten koparıldığında anlamını yitirme tehlikesi de taşır.
Kavramlar gerçeklikten kopuk tartışmaların aracı durumuna dönüştüğünde ise bu bütünlük ister istemez kopar; kavrama amacını aşan bir anlam yüklenir… Bizim özgülümüzde de, süreci açıklama ve aşma yönünde bir perspektif koyma amacıyla ortaya konan kavramların pek çoğu, böylesi bir akıbete uğradı…
“Olanla olması gereken arasındaki kıyaslama”; bu bir çözümleme değildir. “Olması gereken”i yaratabilmek için, öncelikle olanı maddi koşuları içinde objektif bir tahlille ortaya koymak, nedenlerini yeterince çözümlemek gerekir. Zaten önümüzde duran sonuçları ortaya dökmenin ve olması gerekenlere ilişkin genel bir çerçeve çizmenin mevcut gerçekliğe hükmetmeye, mevcut gerçekliği değiştirmeye yetmeyeceği açıktır… Böylesi bir yaklaşım, olgulara dıştan ve tek yanlı bir bakışın ifadesidir. Ve değişimi/dönüşümü asla mümkün kılamayacağından devrimci bir yaklaşım değildir.
“Yeni insan” kavramıyla, yaratmak istediğimiz insana, kadro ve militanın özelliklerine ilişkin olması gerekeni tanımlıyoruz: Mevcut gerçekliği değiştirmek için, hedefleneni, olması gerekeni tanımlamak zorunludur…
Ancak, “yeni insan” ya da ideal kadro ve militanın özelliklerine ilişkin tanımlama; olması gerekeni, hedefleneni mevcut gerçeklikle kıyaslama değiştirmenin/eleştirinin yöntemi olarak algılanıyorsa, orada sorun var demektir… Hedefleneni, ideali ortaya koymak farklı bir şeydir; mevcut olanı maddi koşuları içinde değerlendirmek, bugünün gerçekliği içinde değişimin sınırlarını görerek güncel hedefleri somutlamak farklı bir şey… Ve politika somutu tahlil ederek, onu daha ileri taşımada tutulması gereken esas halkayı tespit etmek, tüm çabayı bunda yoğunlaştırmaktır… Oysa ideal olan bugünle kıyaslandığında, nelerin değişmesi gerektiği üzerine sayısız şey söylemek mümkündür; ama sadece söylemek mümkündür…
Evet; ideal olanı mevcut gerçeklikle kıyaslama değiştirmenin/eleştirinin yöntemi olarak algılanıyorsa, orada sorun var demektir. Böylesi bir tarzı, eleştiri/değiştirme adına benimsemek aslında yöntemsizliktir; politikasızlıktır. Ve bu gerçekliğin dışından bakan, gerçekliği ve değişimin-dönüşümün diyalektiğini anlamayan, bugüne subjektif, gerçekleşmesi imkansız beklentilerle yaklaşan -ya da böylesi “beklentilerin” arkasına sığınan- bir bakış açısının ürünüdür.
Savaşın içinde, bireylerin kendi içlerinde de amansız bir savaş yürütmeleri, kendilerini yeniden yeniden kalıba dökmeleri için seferber edeceğiz. Nesnel dünyayı değiştirirken, öznel dünyaları da değiştireceğiz. Geneli etkileyen yozlaşma ve dejenerasyonun tek tek bireylerdeki yansımasını sorgulayacağız. Ama bunları yaparken, bugün içinde yaşadığımız nesnel durumu, maddi koşulları ve “nesnel dünyayı değiştirme” pratiğiyle, “öznel dünyaların değişiminin” iç içeliğini de gözden kaçırmayacağız!
Yozlaşma ve dejenerasyonun bireyler üzerindeki yansımasını değerlendirme, bireyleri ideolojimiz doğrultusunda şekillenmeye seferber etme yönelimi, soyut bir “yeni insan” ideali üzerinden değil; sınıf mücadelesi gerçekliğinin değerlendirilmesi, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları üzerinden ortaya konmak zorunda… “İnsanın özü, tek tek bireylerde varolan bir soyutlama değildir. Gerçekte, insanın özü, toplumsal ilişkilerin toplamıdır” diyor Marks; “insanı özünü değiştirme”, “yeni insanı yaratma” sorunu Marksistler için her şeyden önce toplumsal ilişkilerin toplamını değiştirme/bütünlüklü bir dönüşüm; yani devrimin ilerletilmesi sorunudur. Tüm yaklaşımlar, tüm kaygılar da, devrimci pratiğin ilerletilmesi, sınıf mücadelesinin ileri taşınması sorunu üzerinde şekillenir..
Bu sorunlara ilişkin yaklaşımımız bu kadar açıkken, Parti’nin şu veya bu düzeyinde, “eleştiri” denince, “sorgulama” denince, nesnel koşullardan gerçekliğimizden kopuk bir tarzda ideal olanla mevcut olanı kıyaslamaya gitme yaklaşımını bu denli yaygın olması bir vakadır. Böylesi bir yaklaşım her şeyden önce materyalist değildir, gerçekçi değildir. Bu yaklaşımın ortaya koyduğu kriterler de -doğası gereği- idealisttir… “Yeni insan”a dair özelliklerle mevcut kadro ve militan yapısı arasında bir kıyaslamaya gidebilirsiniz. Bu kıyaslamada bugünün kadro ve militanında bu tanıma uyan ve uymayan pek çok yan keşfedebilirsiniz… Ama somut gerçeği, pratiğin mihenk taşına vurmadığınızda; “her davranış, her ayrıntı siyasetin, ideolojinin damgasını taşır” gibi genel bir söylemden hareket ederek bugünü -bugünün gerçekliği içinde esası/taliyi- bir yana bırakıp değerlendirmeye gittiğinizde…; bir kadro ya da militanı o “siyasetin, ideolojinin damgasını taşıyan ayrıntı” üzerinden göklere çıkarmak da, yerin dibine sokmak da mümkün olacaktır…
Peki ama bu ne kadar gerçekçidir?
Her şey söylenebilir. Ama sınıf mücadelesi gerçekliğini, sınıf mücadelesine ilişkin kaygıları merkezine oturtmayan yaklaşımların gerçekliğe denk düşmesi, gerçekliğin ifadesi olması mümkün değildir. Ve bu tür yaklaşımlar değişime, dönüşüme zerrece katkı sunmazlar… Ama böylesi yaklaşımlarla felaket tabloları çizmek mümkündür; tümden inkarcı değerlendirmelere gitmek, bu değerlendirmeler üzerinden abartılı misyonlar yüklenmek de mümkündür, -aynı anda- çizilen felaket tablosu karşısında seyirci koltuğuna oturmayı meşrulaştırmak da…
Sorumluluk bilinci
Eğer sürecimizden dersler çıkararak yeniyi inşa etmek istiyorsak, sorunlarımızı pek çok noktada “ideolojik duruş” sorunu olarak ortaya koyuyor ve bunu aşma iddiası taşıyorsak, sorgulamayı da en temel noktadan; sınıf mücadelesi karşısındaki duruşumuzdan, ne oranda sınıf mücadelesine göre şekillenip şekillenmediğimiz üzerinden başlatmak zorundayız… Sınıf mücadelesinin sorunları bir yanda, örgütsel sorunları çözmek bir yanda; sınıf mücadelesinin sorunları bir yanda, bireylerin kişilik sorunlarını çözmek, ideolojimiz doğrultusunda şekillendirmek bir yanda…; böylesi bir ele alış sorunları çözmez. Tam tersine sınıf mücadelesi pratiğini, hep bir takım sorunların çözülmesinden sonraya ertelediği için, çarpıklığı, dejenerasyonu kendi içinde büyütmeye hizmet eder.
Sorunlar karşısında çözücü olabilmek için, önce bu sorunları -şu kadronun, bu komitenin…vs. değil kendi sorunumuz olarak sahiplenmek gerekir… Sorunları dışında gören bir yaklaşım ancak bu sorunları ortaya koymakla, gerçekliği tanımlamakla yetinebilir; oysa sorunumuz çözmek, değiştirmek/dönüştürmektir… Çözücü olmayı, değiştirici-dönüştürücü olmayı bir bakış açısı, bir kişilik olarak içselleştirmek de sınıf mücadelesi içindeki konumumuzu nasıl belirlediğimizle ilgili bir sorundur…
Doğru bir bakış açısına sahip olduğumuz sürece, doğru yaklaşımda ısrar ettiğimiz sürece tüm zaaflarımıza, tüm yetmezliklerimize rağmen sınıf mücadelesini ileri taşıyabilecek güç biziz. Ve bu iddia ile, mevcut zaaf ve yetmezliklerimizi pratik içinde aşma dinamiğini de taşıyoruz.
Mutlaka başarmak, mutlaka kazanmak iddiasıyla ama aynı zamanda mütevazi bir yaklaşımla/sadece görevimizi yerine getirdiğimizin bilinciyle..
NOT: Bu yazı Partizan dergisinin Temmuz 2001 tarihli 38. sayısından alınmıştır. Konunun önemi ve güncelliği nedeniyle yeniden yayınlıyoruz.