Sömürgeciliğin Siyonist Hali
“Geleceğe dair belirsizliğin yarattığı kaygıyı, kendi ekseninde manipüle edebilen sömürgeci devletler, böylece, bütün toplumu sömürgecilikle zehirler ve bu eksende vicdani, politik, felsefi körlükle bakan sömürgeci, ırkçı, devlet/güç aşığı bireyler türetir.”
17 Haziran 2024
7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısından sonra Siyonist İsrail Devleti, Gazze’deki soykırım saldırılarını dünyadaki onca tepkiye rağmen sürdürmüştür.
Bununla yetinmeyerek Filistin halkını savunup katliamlara karşı çıkanları anti-Semitist (Yahudi düşmanı), terör destekçisi saymıştır. Özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika devletlerinin dolaysız desteğini de alan İsrail devletini protesto eden öğrenciler bile gözaltına alındı; eylemleri yasaklandı. Demokrasi havariliği yapan Batılı devletler, İsrail devletini savunmak için bu tutarsızlıklara devam etmeyi göze alıyorlar.
Bundan güç alan İsrail devleti ise BM’de Filistin’in statüsünün yükseltilmesine onay veren devletleri, terörü desteklemek ve BM’nin kurucu sözleşmelerini ihlal etmekle suçlayacak kadar ileri gidebildi. İsrail devleti, başkasının yaşadığı topraklar üzerinde ev kurduğu halde, vatanını, evini ve sevdiklerini savunmaya çalışanları “terörist”, “cani”, “Yahudi düşmanı” olarak göstermeye çalışıyor. Bu kadim ve geleneksel sömürgeci manipülasyon tarzı, elbette dinin meşruiyeti ve hegemonik devletlerin politik-askeri desteği olmaksızın etkili olamazdı. Bu destek İsrail devletinin kuruluşunun ana ekseni olan ve dinsel ile etnik kimlikleri kaynaştıran Siyonist Yahudilik, 19. yüzyılda, yeni bir mezhep olarak, Ortadoğu’da İsrail devleti kurmak için “icat edildi”.
Avrupalıların, Amerika kıtasını işgal ederken, işgal, sömürgecilik ve katliamları onaylayacak ve “ilahi takdir” olarak gösterecek şekilde İncil’i yeniden yorumlaması gibi; bazı Yahudiler de Ortadoğu’da bir devlet kurup meşrulaştıracak şekilde Tevrat’ı yeniden yorumlayıp Siyonizm’i ürettiler. Arkasına dönemin hegemon devletlerinden olan İngiliz emperyalizmini alan Siyonistler, entelektüeller ve tüccarlar başta olmak üzere örgütlenerek; Avrupa genelinde sınıfsal ve dinsel olarak ayrımcılığa uğrayan Yahudilerin bir kısmını, kendi devletlerine sahip olurlarsa (Bir Yahudi Devleti olursa!) her türlü sorunun çözüleceğine dair ikna ettiler.
Böylece İngiliz emperyalizminin himayesinde süren Yahudi göçleri ve kolonileşmeyle, İsrail devletinin temelleri en çok da Filistin topraklarını içerecek bir şekilde atıldı. “Vaat Edilmiş Topraklar” miti ekseninde meşrulaştırılan bu devletleşme hedefine, Alman Nazilerin Yahudi soykırımı dolayımıyla daha hızlı varıldığı söylenebilir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasındaki Yahudi soykırımı, Yahudi devletinin gerekliliğini meşrulaştırmak için kullanılırken; ezilen Yahudilere bir sığınak, bir liman olarak gösterildikçe İsrail’e Yahudi göçleri artmıştır.
Ezilenler devletleştikçe ezen konumuna geçebilmiş ve İsrail devleti, işgal üzerine kurulduğu halde, emperyalistlerin ve uşaklarının tam desteğiyle hayatta kalabilmiştir.
Tüm dünyada sempati ve destekle karşılanan Filistinlilerin ölümüne direnişine rağmen emperyalistlerin desteği ve Ortadoğu’daki devletlerin çoğunun zımni desteği sayesinde İsrail devleti varlığını korudu; işgalini sürdürüp yaydı. BM’nin onca kararını ihlal eden İsrail devleti, yıllardır sözünü verdiği Filistin devletinin kurulmasına karşı yaklaşımını, Gazze’yi boydan boya yıkıp on binlerce Filistinliyi katlederken de gösterdi.
7 Ekim’den bu yana ölenlerin üçte ikisi kadın ve çocuk olduğu halde, katliamları sürdürme cesareti bulan İsrail devleti, bu cesaretini, kökleşmiş işgalci zihniyetinin yanı sıra, Batı Avrupa ile Kuzey Amerika devletleriyle birlikte 2020’den sonra ABD emperyalizminin bir projesi olan Abraham Anlaşmaları doğrultusunda resmi olarak ilişki kurmayı başardığı Körfez’deki Arap devletlerinden alıyor.
Batı Avrupalı emperyalistler ile ABD, Ortadoğu’da uydu bir devlet ihtiyacını İsrail devletiyle karşılamak adına, dünya kamuoyu nezdinde tutarsız ve ikiyüzlü görünmeyi bile göze alıyor. Özellikle Rusya ve Çin emperyalistlerinin Ortadoğu’da giderek daha fazla güçlenmesinin yarattığı kaygıyla da İsrail devletine daha fazla sarıldıkları söylenebilir.
Körfez devletleri ise kuruluşlarından beri bağımlı oldukları emperyalist büyük güçlere dayanarak güçlerini koruyabiliyorlar ve bu sebeple kendi vatandaşlarını sürekli manipüle etmeyi merkezi görev sayıyorlar. Yıllardır “dini ve etnik kimlikte ortaklaştıkları Filistinlilere destek verildiği” şeklindeki manipülasyonla kendi tabanlarını kandıran işbirlikçi-uşak Körfez devletleri, 2021 yılında İsrail devletini resmen tanıyarak Filistinlileri sırtından bıçaklamış oldu. Bu politik atmosferi Hamas’ı yok etmek ve işgali genişletip Gazze’yi yerle bir etmek için kullanan İsrail devleti, sömürgeciliğin bütün kollarıyla saldırısını sürdürüyor.
İsrail devleti, Gazze Şifa Hastanesi’ndeki katliamlarını, binlerce evin bombalanışını, İsrail ordusu askerlerinin ırkçı eylemlerini, işkencelerini veya on binden fazla çocuğun katledilmesini bile kendini savunma meşruiyeti altında destekleyebiliyor. Kendi ülkesini, evini, sevdiklerini savunurken kullanılan bir kiloluk bomba ya da küçük bir silahı, terör, canilik vs. olarak lanetleyen sömürgeci devlet/zihniyet, halkın evlerini yıkmak için kullandığı on binlerce ton bombayı veya 35 binden fazla sivili katlederken kullandığı silahları, meşruiyetinde kullanabiliyor ve birçok devlet bu meşruiyetle sömürgecilik, işgal ve katliama destek veriyor.
Devletli/sınıflı toplumun güç ve sınıf karşıtlığının meşruiyetinin –genelde din eksenli- sağlanabilmesinin ürünü olan sömürgeciliğin günümüzdeki temsilcilerinin de ortak özellikleri/kökleri olduğu hemen görülebilir. Amerika kıtası, Afrika, Avustralya, Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’deki işgalci-sömürgeci güçlerin tümü, devlet olmanın tanrısal/kozmik bir meşruiyet yarattığını, devletin egemenlik sınırlarının kutsal olduğunu, bu kutsiyete dokunan/saldıran herkesin (o toprakların kadim halkları olsa bile!) şeytana hizmet ettiğini, terörist/cani vs. olduğunu savunur.
Terörist ilan edilen mazlum halklar ya da direnişçilere karşı silahlı şiddet uygulanması sırasında ölen sömürgeci-işgalci askerler, şehit ilan edilir. Böylece dinin meşruiyeti ile kutsiyeti şehitlik ve vatan savunması ekseninde genişletilip, sömürgeciliğin üzerine –P.L.Berger’in ifadesiyle- kutsal şemsiye örtülür. Bu kutsal şemsiye ile milliyetçilik ve ırkçılık genişletilip sağlamlaştırılırken; yeni nesillere öğretilen ahlak, insanlık, hukuk vb. derslerde –şehitlerin neden öldüğüne bakılmaksızın- yaratılan ikiyüzlülükler, kutsiyet ve milliyetçiliğin yarattığı bakış açısında (hakikat paradigmasında) “görünmez” olur.
Bayrakların kutsiyeti/sembolizmi, ulusal-dini bayramlar, eğitim, medya, sanat, edebiyat vs. ile her gün her an yeniden üretilip pekiştirilen bu vicdani körlük, hayatta kalma stratejilerini kendine bağımlı kılan güçlerce ve onların devletlerince süreklileştirilir; yüceltilir.
Geleceğe dair belirsizliğin yarattığı kaygıyı, kendi ekseninde manipüle edebilen sömürgeci devletler, böylece, bütün toplumu sömürgecilikle zehirler ve bu eksende vicdani, politik, felsefi körlükle bakan sömürgeci, ırkçı, devlet/güç aşığı bireyler türetir.
İsrail devleti de bu sömürgeci zihniyeti kendine özgü şekilde uyarlayıp her gün yeniden üretirken, dinsel ve etnik kimliklerin meşruiyetine sarılarak bütün toplumsal yapıları, kurumları, tinselliği, ahlakı, hukuku bu sömürgeci-işgalci eksende biçimlendirmiştir.
Dinsel ve etnik kimliğin –cinsel, sınıfsal veya mesleki kimliklerde bulunmayan bir özelliği olan- toplumun bütünselliği, birliği ve bekasını temsil etme özelliğini ustaca kullanan İsrail egemen güçleri, Filistin Devletini, Filistin ulusunu, Filistin direnişini, Filistin’i savunan herkesi (dünya ve “evren”deki herkesi!) kendi birliği, bütünlüğü, bekası için tehdit/düşman ilan ederek, kendi vatandaşlarının devlete tabiiyetini sürekli güçlendiriyor.
Siyonist devlet, Yahudiliği, hem dinsel hem etnik kimlik kabul ederek, dinsel ve etnik kimlikleri özdeşleştirip etkilerini artırdı. Bu etki daha yoğun bir manipülasyona olanak verirken Yahudiliğin evrensel niteliğini yok sayıp daraltıyor; daralttıkça da meşruiyeti için daha çok saldırganlaşabiliyor.
Bu tür bir saldırganlık –hükümet olabilmenin yazılı olmayan bir kanunu iken- devlete tabiiyeti güçlü ama ırkçı bireyler türetip; devletin meşruiyetinin temellerini sürekli yıpratıyor. İşgalci ve sömürgecilerin kadim ve köklü bir korkusu olan “yabancı topraklarda olma ve işgalciliği içselleştirememe korkusu” her türlü manipülasyon ve meşrulaştırma çabalarına rağmen, aktif ve iradi sömürgecilik savunusu yapanlarda bile, derinlerde varlığını sürekli korur.
Her direnişçi, hatta bir çocuğun taş atması bile bu derin korkuyu ve çelişkiyi (o toplumsal ahlak/vicdan ile varoluşun koşulu olarak yapmak zorunda olduğuna inandığı sömürgecilik, işgal, katliam, işkence vs. arasındaki güçlü çelişkiyi) sürekli açığa çıkartır. İsrail devletinin binlerce kilometre ötedeki öğrencilere bile düşmanca bir kin kusmasını bu çerçevede değerlendirebiliriz. Ölen/katledilen çocukları savunanları bile ‘Yahudi düşmanı ve terör savunucusu’ ilan eden İsrail, bu nefretini Siyonizm karşıtı ve işgal karşıtı Yahudilere bile kusuyor.
Dünya genelinde bilim, sanat, edebiyat veya politikada büyük başarılar elde edip büyük gelişmeler yaratan sayısız Yahudi’nin ya da Yahudiliği evrensel ve barışçıl sayan diğer Yahudi mezheplerinin, Siyonist İsrail devletinin işgal, sömürgecilik ve katliamlarına karşı çıkması, İsrail devletini daha çok kızdırıyor olmalı.
“Gerçek Yahudilik”in Siyonizm olduğuna belli ki kendisi de inanmış olacak ki, Filistinlileri savunan Yahudiler, İsrail devletinin gözüne daha fazla batıyor. Sömürgeci devletlerin ortak bir refleksi sayılabilecek olan bu kin, İsrail egemen güçlerinin daha çok saldırgan olmasını ve daha çok tutarsızlaşıp “saçmalamasını” da sağlıyor.
Bütün sömürgeci devletler gibi İsrail devleti de toplumun üst yapısına dair varoluş dinamiklerinin merkezinde yer alan ahlak, hukuk, değer, norm vb.’ni yeni nesillere aşılarken, bu aşının tutmasını engelleyebilen sömürgeciliği, işgali, katliamları meşru kılmakta zorlaşıyor. Böylesi kanlı ve despot bir geçmiş ile pratik varken, adalet, ahlak, evrensel insan hakları, demokrasi vb. savunusunun ikiyüzlülük olduğunu söylemeye dahi gerek yoktur. İsrail de bu zorlanmanın göstergelerinden birisinin, İsrail vatandaşları arasında barış yanlısı olan ve hükümet karşıtı gösterilerde de öne çıkan Yahudiler olduğu söylenebilir.
İsrail devleti, manipülasyona beka ve gelecek kaygısını eklemektedir. Bu da devletin sağlam temeller yerine, kırılgan ve kırılganlığından dolayı artan saldırgan bir hükümet/yönetim biçimini ortaya çıkartıyor. Bu saldırganlık ve tutarsızlık bütün sömürge devletlerde ortak özelliklerdendir. İsrail devleti, Gazze’yi yok ederek ve Batı Şeria’daki işgali yayarak bu saldırganlığını hızlandırmayı tercih etti. Bekası için daha fazla şiddete sarıldıkça, sömürgeciliğin temellerini daha fazla delik deşik eden her işgalci devlet gibi İsrail devleti de, sadece Filistin Direnişi’ni yeniden güçlendirmekle kalmadı; dünya genelindeki desteğini de artırdı.
Sömürgeci, işgalci devletlerin bir türlü kurtulamadıkları bu paradoks, onların sonunu getiren kadim bir paradokstur.
Bütün sömürgeci, işgalci güçler gibi İsrail devleti de küresel ve bölgesel konjonktürle politik dengelerin/çıkarların kendisine sağladığı avantajları kullanarak ömrünü uzatırken; kendi bekasının iplerini elinde tutan emperyalist devletlere daha fazla bağlanıyor. Böylece toplumun sömürgeciliğe daha fazla tabi olmasını dayatmak zorunda kalıyor.
Ancak toplumun dinamikleri, bu sömürgeciliğe, tahakküme karşı –hem içte hem dışta- direniş odakları yaratır. Bu sebeple tarihte hiçbir sömürgeci devlet, bütün toplumu ikna edebilen bir meşruiyet ve manipülasyon icat edemediği gibi, direniş odaklarını da tümden yok edemedi. Halk da, hayat gibi, inatçı, dirençli ve güçlüdür; en yoğun baskı ve sömürü altında bile kendini yeniden üretebilir. Filistin ulusu da Siyonist sömürgeci İsrail devletinin on yıllar boyunca sürdürdüğü katliam, baskı ve sömürüye rağmen, kendini yeniden üretmeyi ve direnişi küllerinden yaratmayı başarmıştır.