İşçi sınıfının ekonomik demokratik mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan sendikal örgütlenmeler, son yıllarda giderek daha fazla siyasal iktidarın şemsiyesi altına girme yarışındadır. Sendikalaşmanın dibe vurduğu, toplam çalışan emek gücünün %9 0’nının sendikasız olduğu, % 97’sinin toplu iş sözleşmesi kapsamının dışında olduğu ülkede sendikaların etkisinin de daha az hissedildiği bir süreçten geçmekteyiz. Bugün sendikal alandaki mücadele salt ekonomik yanıyla sınırlanmış görünmektedir.
Emekçilerin haklarının gasp edilmesine yönelik girişimler karşısında cılız da olsa pek ses çıkmamakta, sendikaların pek çoğu iktidarın arka bahçesinde oynamaktan memnun hareket etmektedirler. Böyle bir durumda olan sendikalar, mevcut kazanımları korumak dışında yeni hak ve kazanım elde etmek için bir eylemlilik içinde değiller. Durum böyle olunca sendikalar kamuoyu gündemine magazinel olaylarla gelmekteler.
Geçtiğimiz aylarda Sakarya’da bir lastik fabrikasında işyerinde örgütlü sendikanın başkanı bir işçi tarafından tabancayla vurularak öldürülmüştü. Esasına bakılırsa sendika başkanıyla işçi arasında ideolojik bir karşıtlık yoktu. Sendikacı yanına “adamlarını da alarak” işyerine gidiyor ve bu işçiyi mesai saatinde yanına çağırarak tehdit, hakaret ve şiddet uyguluyor. Ve işçi bir anda sendika başkanının gözdağı amaçlı masa üstüne bıraktığı silahını kaparak başkanı oracıkta vurarak öldürüyor. Ortaya serilen bu mafyatik sendika bürokrasisi bize sendikaların sınıf tabanını nasıl elde tutmaya çalıştıklarına dair bir takım ipuçlarını da veriyor. Üstelik bu sendikanın Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) üyesi olması durumu daha da çarpıcı hale getiriyor. DİSK üyesi bir sendika mafyatik yönetme anlayışına savrulmuşsa gerisini daha nasıl düşünebiliriz!
Yine biliniyor ki, bütün bu olumsuz iklime rağmen sendikalaşma uğruna verilen mücadeleler durmaksızın devam ediyor. Bu tür olayların yaşandığı süreçlerde birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi yürüttükleri için işten atılan işçilerin direnişleri de sürüyordu. Flormar ve Cargill direnişleri bunlara çarpıcı iki örnektir. Yine KHK’larla atılan kamu emekçileri dağınık bir şekilde de olsa ülkenin pek çok meydanında ve sokaklarında direnişlerini sürdürmekteydi. Sendikalar, süren bu direnişleri sahiplenmedi ve yeterince destek sunmadı. Bugün bu direnişler ciddi kazanımlar elde edemeden sönümlendi.
Yakın zamanda yine bir sendikanın yöneticileri iktidarın kanatları altına girilme görüntüsü verecek bir etkinliğe imza attı. Eski adıyla Deri-İş Sendikası, yeni adıyla DERİTEKS Sendikası yöneticileri, 250 kadar deri işçisinin katılımıyla, iktidarın en güçlü isimlerinden biri olan dönemin Meclis Başkanı Binali Yıldırım (aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi için AKP’nin başkan adayı olduğu sıralarda…) ile bir kahvaltı etkinliğinde bir araya geliyor. Şubat ayı başlarında gerçekleşen bu etkinlik DERİTEKS Sendikası’nın sosyal medya hesabından birtakım fotoğraflarla da süslenerek kamuoyuyla paylaşılıyor. Aynı etkinlik Anadolu Ajansı kanalıyla iktidar medyasında da geniş şekilde yer alıyor.
Sınıf sendikacılığından sınıf uzlaşmacılığına uzanan yol
DERİTEKS Sendikası (eski adı Deri-İş olan bu sendika bundan sonra DERİTEKS olarak tanımlanacaktır) özellikle 90’lı yıllarda Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde sürdürdüğü örgütlenme çalışmaları ve bu çalışmalar sırasında önüne çıkan her türlü engeli aşmada en önemli aracı, üretimden gelen gücünü kullanması, işçi sınıfı mücadelesi cephesinde kendine haklı bir saygınlık kazandırmıştı.
Havzada neredeyse tek bir gün bile geçmiyordu direnişsiz. Bu gücünü elbette işyerlerindeki örgütlülüğünden ve bu örgütlü güçle kurduğu ilişkiden alıyordu. Bu yanıyla sınıf sendikacılığının adreslerinden biri olarak gösteriliyordu. Ve bu gelenek nasıl oldu da iktidarın inayetine mazhar olmak için, iktidarın güçlü bir isminin önüne sofra kurmaya ve bu sofranın marifetiyle elden gitmekte olan yetki sorununu çözmeye yöneltti?
DERİTEKS Sendikası işkolunun tekstil ile birleştirilmesi neticesinde Toplu İş Sözleşmesi için gerekli olan % 1 seviyesinde bir örgütlülük düzeyine ulaşamadı ve yaklaşan TİS nedeniyle işkolunda yetkisizlikle karşı karşıya kaldı. Yetkisiz kalınması durumunda, işkolunda örgütlü olduğu işyerlerinde sözleşme yapamaz duruma düşecekti… Bu durumdan çıkmak için iş iktidarın kapısını çalmaya kadar gitti. Bu girişimler bir kahvaltı sofrasında medya görüntüleriyle neticelendi. Bu durumu fırsata çeviren elbette iktidar oldu ve bayraklı pozların da verildiği bu buluşma iktidarın medya organlarına servis edildi.
Bugünün Türkiye’sinde bunlar normal görünebilir belki (!), ancak geçmişi anlı şanlı mücadelelerle dolu bir sendikanın düşürüldüğü hal açısından hiç de normal karşılanamaz. 90’lı yılların başlarını baz alırsak yaklaşık 28 yıl yönetimde olan bir gelenek gide gide buraya mı toslamalıydı/toslatılmalıydı? Devrimci Demokratik Sendikal anlayışın sözüm ona egemen olduğu bir sendika, içine düştüğü açmazdan kurtulmak için sınıf düşmanı iktidarın limanına mı demir atmalıydı? Sınıf sendikacılığı çizgisinden, sınıf uzlaşmacı bir çizgiye evriliş aynı yönetimle olunca dikkat çekmesi de o kadar sarsıcı oluyor. Yönetim değişmiş olsa, bir başka yönetim gelse bunu anlamak zor olmaz, sineye çekmekte daha kolay olur.
Şimdi bu durum nasıl sineye çekilecek?
“Demek ki iyi çalışmadınız, eksiği tamamlayamadınız”
Sözünü ettiğimiz toplantıda kürsüde konuşma yapan Binali Yıldırım, sendikacılarımıza tarihi bir ders veriyor ve şöyle diyor:
“Ben bu yetki meselesini biliyorum, daha önce de gündeme gelmişti, o düzenlemeyi de ben yaptırdım, talimatını o zaman bu uzatma meselesini 2016’da yapmıştık. Demek ki iyi çalışamadınız, eksiği tamamlayamadınız. Normalde yüzde 1 barajı var, ancak üçte bire gelmişiz, 6 bin eksiğiniz var. Tekrar uzatma istiyorsunuz, öyle mi? Siz uzatma istiyorsunuz, biz de yaparız.”
2012 yılında bugün işbaşında olan siyasal iktidar sendikalar yasasında değişiklik yaparak işkollarından kimilerini birleştirdi ve geçici bir süreliğine % 1 işkolu barajı uyguladı ve sendikalara verilen süre içerisinde barajı aşmaları için zaman tanıdı ve bu süre dolduğunda 2016 yılında bir kez daha uzatıldı. Süre dolmak üzere ve işkolu barajının altında kalanların sözleşme yapma yetkileri düşmek üzere. Binalı Yıldırım, bu nedenle “iyi çalışmadınız, eksiği tamamlayamadınız” diyor ve bizim sendika bürokratlarımıza ders veriyor. Yani diyor ki “bizim kapımızı çalacağınıza işçilerin kapılarını çalsaydınız daha iyi yapardınız!” Doğrusu da zaten budur. İşçi sınıfından uzaklaşan sendika bürokratları (siz ağaları anlayın) ancak sınıf düşmanı iktidarların kapılarını çalarak, onlardan medet umarlar.
Bugün DERİTEKS’in içine düştüğü durum da bundan başka bir şey değildir. İçimizi acıtan şey bu duruma düşen DERİTEKS’e belki de hak etmediği bir paye vermiş olmamızdır. İşçi sınıfının en ileri müfrezelerinden biri olan Deri-iş/Deriteks tam da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığının açıklandığı günlerde Binali Yıldırım’a mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlaması ve oraya getirdiği 250 deri işçisine Binali Yıldırım ve iktidar mensuplarını alkışlatması kolay hazmedilir bir durum değildir. Hele de işçilere deriden işletilen Türk bayrağının bir ucundan tutup Yıldırım ile verilen pozlar hiç değildir… 1996’da siyasi tutsakların süresiz açlık grevi eylemlerine destek olabilmek için şalter indirtebilen bir sendikadan gelinen nokta budur ve her yöü ile can acıtıcıdır!
DERİTEKS sosyal medya hesabından bayraklı fotoğraflarla süsleyerek yaptığı bu etkinlik açıklamasını, gelen yoğun eleştiriler üzerine sayfasından kaldırdı ve yeni bir açıklama yaparak durumu kurtarma yoluna gitti.
DERİTEKS açıklamasında “Türk-İş’e bağlı, baraj altında kalan tek sendika olan sendikamızın baraj altında kalmasına neden olan etken ise deri iş kolundan 10 kat büyük olan tekstil işkolu ile birleşmesiydi. İşkolumuzdaki 10 katlık sayısal artış sadece deri işkolunda örgütlenebilen sendikamızı haksız bir şekilde baraj altına itmişti.
Öncesinde yetkili olan ve yeni yasa ile birlikte baraj atında kalan sendikaların mağduriyetini gidermek, TİS haklarının devamını sağlamak amacıyla 2015 ve 2016 yıllarında mecliste iki ayrı yasal düzenleme yapılarak baraj sorununa geçici bir çözüm bulunmuştu. 2016 yılında yapılan son düzenlemenin 2018 Eylül ayında sona ermesiyle birlikte yetki sorunu yeniden baş göstermeye başladı. Sendikamız son 8 aydır yetki sorununun çözümüne ilişkin konfederasyonumuz Türk-İş, siyasi partiler ve bakanlık nezdinde görüşmeler yaparak sorunu çözümüne ilişkin önerilerini dile getirdi. Bir süredir devam eden bu görüşmelerde somut bir ilerleme sağlanamadı. Sendikamızın 2019 yılı Deri Grup Toplu İş Sözleşme döneminde olması, yeni sözleşme döneminde olan üyelerimizin yetki sorunun çözümüne ilişkin artan beklentilerine yanıt verebilmek amacıyla çaba gösterilmeye devam edildi.
Bu konuda Konfederasyonumuz Türk-İş’in nezdinde konuyu Meclis Başkanı Binali Yıldırım’a doğrudan iletme imkânı doğmuş ve kendisine yetki sorunumuz dahil, sendikamızın ve üyelerimizin sıkıntı ve sorunlarını dinlemek üzere kendisine davette bulunulmuştur. Meclis Başkanı Binali Yıldırım’ın sendikamızın davetine olumlu bakması üzerine bir program hazırlığı yapılmış ve bu programa sendikamızın yönetici, işyeri temsilcileri ile üyelerinin olduğu 250 işçinin katılımı sağlanmıştır” dedi.
Açıklama/bilgilendirme bir icazet dilenmeden ibaret. Sanki bu düzenlemeleri başkaları yapmış, sanki bu iktidar işçi haklarının budanmasında, sendikaları yetki sorunu yaşamasında payı yokmuş gibi, gayet masumane bir girişim de bulunuyorlarmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Binali Yıldırım’da burada kapısına gelen dilenciye sadaka verir gibi; “6 bin eksiğiniz var. Tekrar uzatma istiyorsunuz, öyle mi? Siz uzatma istiyorsunuz, biz de yaparız” diyerek sendikanın diyetine karşılık verdi.
“Birlik, mücadele, zafer”den “Kahrolsun sendika ağaları”na…
DERİTEKS’in bu pratiği daha önce de vurguladığımız gibi bugünün sendikal mücadele gerçekliğinde çok şaşırtıcı gelmiyor olacak… Bahsini ettiğimiz birçok gerekçeden kaynaklı şaşırtıcı değil ama can acıtıcı ve can acıtıcı olduğu kadar da ders çıkarmanın gerekliliğini dayatan bir durum…
Şunun altını çizmek gerekiyor ki; sendikalar işçi sınıfından kopmuş, bürokratik bir kontrol mekanizması haline gelmişlerdir. Sermayenin yanında, işçi sınıfının düzene eklemlenmesinde düzenin koruma muhafızlarına dönüşmüşlerdir. Bunun karşılığını işçi aidatlarından kesilen yüksek maaşlarla fazlasıyla almaktadırlar. Sendika başkanları sınıftan kopuk, sınıfın sırtında kene gibi yaşayan birer asalak durumuna düşmüşlerdir. Elbette karşılıksız değildir bu durum. Her birinin altında son model arabalar, evler, mal, mülk, arsa vs. vardır. Her biri asgari ücretin 2.020 TL olduğu günümüzde “en mütevazı” sendika başkanının maaşı bunun en az 5-10 katı civarındadır.
Kuşkusuz insan nasıl yaşıyorsa öyle düşünür. O zaman eskiden ağzımızdan eksik olmayan şu slogan yeniden güncellenmeli: “Kahrolsun sendika ağaları!”
“Birlik, mücadele, zafer!” sloganını fiili mücadelesinden süzüp çıkarmış olan DERİTEKS özelinde bugün esasta “Kahrolsun sendika ağaları!” sloganı karşılığını bulmalıdır. Ancak bunu iğneyi sendika ağalarına batırmaktan geri durmadan ama çuvaldızı da hazırlayarak yapmak gereklidir. Devrimci demokratik sendikal birlik anlayışını; sendikaların yönetimlerindeki koltuklara yapışmış sendika ağalarından “pay kapmaya”, “kadro dilenmeye” düşüren sınıf mücadelesi anlayışıdır o çuvaldızı hak eden… Sendika ağalarının işçilerin sırtına bindiği kene gibi hala bu sendika ve sendikaların koltuklarında oturan, kadrosunu kapmaya çalışan, bu sendikaları işçi sınıfının örgütü haline getirmeye çabalayan komünistlerin, devrimcilerin emekleri üzerinden beslenenlerdir o çuvaldızı hak eden… Ama görünen o ki, çürüme tamamlanmış, devrim ve sınıf mücadelesinin keneleri birbirini bulmuştur.
DERİTEKS’e “bir teşekkür”!
Kuşkusuz bahsini ettiğimiz bu çürüme ve keneleşme de bir sonuçtur. Bunun da temelinde işçi sınıfı mücadelesine gereken hassasiyeti ve önemi vermeyen, esasına almayan, sınıf çalışmasını ve sınıfın içinde örgütlenmeyi yeterince bilince çıkarmayan komünist hareket ve özneleri bulunmaktadır. İşçi sınıfı içerisinde devrimci sınıf çalışması yürütülmez ve bu alan boş bırakılırsa gerici ve faşist ideoloji sınıfı etkisi altına alır ve sendika bürokratları/ağaları bu durumdan azami faydalanır. Burada “devrimci demokratik sendikal çalışma” yürüteceği iddiasında olan ve kendisini “devrimci” olarak gören özneler bunu değiştiremedikçe bunun paydaşı haline gelir ve bu suça eklemlenir.
Nasıl ki sendikalar daha fazla iktidarlara yanaşarak işçi sınıfı mücadelesi içerisinde yaşadıkları sorunlarına çözüm bulamazlarsa; devrimciler de sendikaları ve sendikal mücadeleyi “aristokrat işçi”, “kadrolu sendika çalışanı” halinde sendika ağalarına yanaşmak olarak ele aldıkları müddetçe işçi sınıfı içerisinde barınamazlar!
İşçi sınıfı içerisinde devrimci çalışma yoksa, oradaki yönetimler üzerinde söz ile etkide bulunmak mümkün değildir. Tabandan gelişecek devrimci dinamizm, sendikaların yeniden emekçilerin kontrolüne geçmesini sağlayacaktır. Aksi takdirde bu bürokratlar/ağalar işçi sınıfının emeğini ve değerlerini sermayeye peşkeş çekmeye devam edeceklerdir.
İşçi sınıfının kriz ile öfkesi derinleşirken, işsizlik ve güvencesizlikle sınanan sabrı taşmaya başladığında sırtından ilk atacağı bu keneler olacaktır. Bu kenelerin isminde “devrimci” sıfatının yer almasının hiçbir caydırıcılığı olmayacak, aksine bizler açısından utanç kaynağına dönüşecektir. Bunu engellemenin ve tersine çevirmenin ise tek yolu bulunmaktadır. İşçi mücadelesini ele alıştaki sorunların masaya yatırılması, bunlarla hesaplaşılması ve bunun karşılığında yükselen işçi sınıfı mücadelesi içerisinde doğru bir sınıf mücadelesi hattına sahip mekanizmalarla yer alınması…
DERİTEKS’e, bu tarihi sorumluluğu acı bir deneyimle ve can yakıcı bir şekilde gündeme getirdiği için “teşekkür borçluyuz!” Ama esas borcumuz işçi sınıfına olsun, sendika ağalarını ve tüm keneleşmiş sendikal akımları sırtımızdan atacak ve işçi sınıfını devrimin öncü gücü haline getireceğiz!