15 Nisan 2016 tarihinde Almanya-TC ortaklığında ve beş ülkede eş zamanlı olarak gerçekleştirilen ATİK operasyonları kapsamında “TKP/ML üye ve yöneticisi olduğu” gerekçesiyle tutuklanan Türkiyeli devrimci Müslüm Elma, Münih’te devam eden mahkemesinde bilirkişi raporuna karşı değerlendirme yaptı. Elma’nın “Ezilen dünya halklarını birleştiren değil, ulusal-dinsel ve mezhepsel temelde çatıştıran ve dolayısıyla zayıflatan bu politikaları boşa çıkaracak güçlü bir devrimci dalgaya ve proleter örgütlere ihtiyaç vardır. Biz o devrim hayaletinin yeniden ufukları aydınlatacağına inanıyoruz” dediği değerlendirmenin tam metni şu şekilde:
Sayın Mahkeme Heyeti,
Bilirkişi olarak Sayın Profesör Christoph Neumann’ın tarihi ve siyaset bilim perspektifiyle TKP/ML hakkında hazırlamış olduğu rapora ilişkin kısaca da olsa bazı değerlendirmeler yapmak istiyoruz. Sayın Neumann, raporunun giriş bölümünde şu saptamalarda bulunmaktadır: “Tarihçiler ve sosyal bilimciler sadece hizmetlerinde bulunan kaynakların ve erişilebilir açık bilgilerin izin verdiği kadar tespit ve değerlendirme yapabilirler. Tarihçiler sonuca ulaşmak için ifadelerini karşılıklı olarak değerlendirebilecekleri birbirlerinden bağımsız şahitlere (ama genellikle, kesinlikle şart olmamakla birlikte metin kaynaklarına) ihtiyaç duyarlar. İçerdikleri bilgiler bilinir şekilde yanlış, güvenilmez, tek yönlü veya eksik olan kaynaklar, bilimsel açıdan dayanaklı ifadeler kullanma olasılığını aşırı şekilde sınırlamaktadırlar”.
Bu değerlendirmelerin hemen sonrasında şunlar ifade edilmektedir: “Ne var ki erişilebilir olan dokümanlar da tam da bu kaynaklardır. Benim hizmetime sunulmuş olan, ancak burada ele alınacak sorular için kendi içlerinde sorunlu olan, genellikle doğrudan anlam ifade etmeyen dosyanın yanı sıra özellikle üç kaynak türü hizmette bulunmaktadır.
Rakamları az olan ve aslında genellikle kaynak belirtmeyen emniyet ve özellikle istihbarat faaliyetlerine dayanan resmi raporlar. Özellikle Türkiye’den gelen istihbarat bilgilerinde sadece oldukça sınırlı ve hatta yanlış bilgiler ileten raporlar da hesaba katılmalıdır. Soyutlukları bu inceleme için Türk hükümetinin TKP/ML ve TIKKO ilgili açıklamalarından bire bir ve eleştirel sorgulama yapmaksızın taslak çerçevesi olarak almak metodik açıdan kesinlikle doğru olmazdı. Zira Türk hükümeti hukuk devleti ve demokratik temel düzen bağlamında oldum olası AB üyelerinin yaptığından farklı normlara dayanmaktadır. Bu bağlamdaki uyum sürecine bilindiği üzere bir değişiklik oluncaya kadar kesilmiş olarak bakmak gerekmektedir. Ve soyut ifadesi AB tarafından fazla muğlak olarak sınıflandırılan 2013 tarihli anti-terör-yasası, devlet tespitlerinin devralınması en azından daha da zorlaştırmıştır.
TKP/ML’nin ve ona tabi veya bağlı örgütlerin yayınları. Bu yayınlar doğal olarak sadece güvenilirlikleri siyasi propaganda kadar olan pro dome (taraflı) tanımlamalar içermektedirler.
Türk basınındaki yazı ve haberler… Bilinen siyasi güçlerin ve genellikle medya sahiplerinin kendilerinin baskısı altında olan Türk basın sektörüne güvenilmez olarak bakmak gerekmektedir. Dergilerin ve gazetelerin içerikleri genellikle araştırma yönünden yoksunlar ve çok sayıda gazetecinin yetersiz arka plan bilgisi sürekli oldukça sıklıkla okurlar için fark edilmez ve düzetilmez olan yanlış anlamalara ve hatalara yol açıyor. Haberlerin ne doğru oldukları ne de eksiksiz olduklarından hareket edilebilinir.”
Yukarıda da aktardığım gibi bilirkişi şöyle diyor: “Tarihçiler sonuca ulaşmak için ifadelerini karşılıklı olarak değerlendirebilecekleri birbirlerinden bağımsız şahitlere ihtiyaç duyarlar”. Hiç şüphesiz bilimsel bir yaklaşım olaylara tek yanlı değil çok yönlü olarak bakar. Tarihsel süreçler değerlendirilirken de yalnız sonuçlar değil, aynı zamanda nedenler üzerinde de durulur.
Çünkü, tarihsel olaylar gelişigüzel incelenemez. Dahası tarih yaşanandır. Yaşanan ise somuttur. Gerçektir. Tüm mesele bu somutluk içinde de doğru ile yanlışın ayırt edilmesidir. Yalnız ortaya çıkan sonuçlarla değil bu sonuçlara yol açan nedenlerle de ilgilenilmesidir. Eğer bu bilimsel metot kullanılmazsa ortaya objektif bir sonuç da çıkarılamaz. Bilakis tek taraflı, tek yönlü bilgiler ışığında ortaya gerçeğe aykırı bir sonuç çıkarılır.
Bilirkişi raporunda da anlaşıldığı üzere mevcut dosyaların yanı sıra, mahkeme heyetinin sunmuş olduğu sorular çerçevesinde bir rapor istenmektedir. Sayın Neumann, mevcut olan kaynakların güvenirliği noktasındaki kaygılarını ortaya koyuyor ki bu kaygılarının bir bölümünü biz de paylaşıyoruz. Yazının akışı içinde bunlar üzerinde duracağız. Ama öncelikle yargı kurumu tarafından sorulan soruların objektifliğine dair birkaç söz söylemek istiyoruz. Elbette ki bu sorular hakkında somut bir bilgiye sahip değiliz. Sahip olduğumuz tek gerçek, özellikle iddia makamının baştan itibaren bu davaya bilimsel bir yöntemle değil, burjuva-idealist bir mantıkla yaklaştığıdır, somut delillerle değil, sınıfsal bir refleksle hareket ettiğidir. Daha sade bir ifadeyle, önce kafadan mahkum eden sonra delil aramaya kalkan bir zihniyetin soracağı soruların da taraflı olacağı açıktır. Bu iddia makamı TKP/ML’nin kurucusunun işkencede katledildiği gerçeğini dahi kabul etmiyor. Niye kabul etmiyor: Çünkü Türk devletini ve yargı kurumlarını sınıfsal olarak kardeş görüyor. Onların suçlarını örtbas etmeyi zorunlu bir gereklilik olarak algılıyor. Gerçeklerle bu kadar problemli olan bir zihniyetin soracağı soruların da tek yanlı ve problemli olacağı açıktır. Bakınız bu konuda bilirkişi raporunda şöyle denilmektedir: “Kaypakkaya 1973 yılı Mayıs ayında Diyarbakır Askeri Hapishanesinde işkence altında veya doğrudan işkence neticesinde ölmüştür.”
Sayın Neumann tüm eksik ve tek taraflı bilgilere rağmen aşağıda aktaracağımız gerçeklere de dikkat çekmiştir. Çünkü soruna yaklaşımda bilimsel bir kaygı taşıyor. Ama soruna Alman emperyalist devletinin aklıyla, yani burjuva-idealist mantıkla yaklaşan iddia makamı söz konusu gerçeklere dair tek bir söylemde bulunamadı. Çünkü iddia makamı gerçekleri açığa çıkarmak için değil karartmak için çalışıyor. “Kurulu toplum düzeni” dedikleri şey, Türk hakim sınıfların ırkçılığı ve siyasal İslam’ın ürünü olan faşist Türk devletini korumaktır.
Niçin? Emperyalist tekellerin çıkarı için. Niçin? Ezilen halkların adalet, eşitlik, özgürlük taleplerini bastırmak, sömürü ve soygun düzenlerini sürdürmek için. Tüm bu emperyal niyetleri gizlemek için de, her fırsatta demokrasiden, özgürlükten, bağımsız yargı masallarından söz ediyorlar. Bu masallar bizi uyutmaz. Ama sonuçta sizi de yorar-yoracaktır da.
Şimdi iddia makamının sözünü etmediği ama bilirkişi raporunda üzerinde durulan bazı gerçekleri aktarmak istiyoruz:
“Türk istihbarat bilgilerinde yanlışlıkların olacağı hesaba katılmalıdır.
TKP/ML ile ilgili açıklamaları bire bir ve eleştirel sorgulama yapmaksızın taslak olarak kabul etmek kesinlikle doğru olmaz.
Türk hükümeti hukuk devleti ve demokratik temel düzen bağlamında oldum olası AB üyeleri farklı normlara dayanmaktadır.
Türk basınındaki yazı ve haberler: Bilinen siyasal güçlerin ve genellikle medya sahiplerinin kendilerinin baskısı altında olan Türk basın sektörüne güvenilmez olarak bakmak gerekmektedir. […]
12 Mart 1971 tarihindeki askeri darbeden sonra Kemalist devlete karşı olan çeşitli grupların ve kişilerin yoğun takibi vuku bulmuştur. […] Bununla birlikte bilhassa solculara karşı alınan tedbirler oldukça yoğundur, bu da burada özellikle radikal güçler arasında şiddetli sağ-sol çatışmalarına yol açmıştır. Bazı gruplar özellikle doğrudan baskı koşulları altında yasadışılık ve silahlı mücadele adımını vazgeçilmez, haklı ama aynı zamanda da siyasi açıdan ümit verici görmüşlerdir. Bu gruplar genel olarak küçüktürler ve oldukça genç ve karizmatik liderlerin yönetimi altında bulunuyorlar.
İlk duruşmadan itibaren Türk devletinin faşist niteliğine dikkat çektik. Dolayısıyla Türk devletinin sunacağı raporlarla itibar edilmemesi gerektiğini ifade ettik. Nitekim bilirkişi tarafından benzer vurgular yapılmıştır.”
Gelinen aşamada ise, Türk hakim sınıfların ırkçılığı ve siyasal İslamcılığın kanlı ve karanlık bayrağı altında toplanan ve katil Erdoğan tarafından yönetilen çeteci bir devlet gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu katil diktatör şahsında somutlaşan baskıya, sömürüye, zorbalığa karşı mücadele etmek oldukça haklı ve meşrudur. Bugünkü Türk devletinin resmi, bilirkişi raporunda ifade edilen 1971 yılı Türkiye’sinde esen anti-demokratik ortamdan daha da beter bir durumdadır. Demokratik zeminde siyaset yapmanın yolu hapishanelere çıkarsa, illegal örgütlenme, illegal mücadele hiç kuşkusuz kaçınılmaz hale gelir. Yani açık devrimci-demokratik faaliyetleri illegal faaliyetlere zorlayan devlet terörünün ta kendisidir. Burada itiraz edilecekse öncelikle estirilen bu devlet terörüne itiraz edilmelidir. Bu konuda tek bir söz söyleme cesaretini, adaletli yaklaşımı ortaya koyamayanların bizi yargılamaya haklarının olduğunu düşünmüyoruz.
Raporda ortaya konulan diğer problemli ve eksik değerlendirmelere dair de şunları ifade etmek istiyoruz:
Ama önce bilirkişi raporunda ifade edilen şu söylemlere kulak verelim: “Türk solunun ideolojisinde kısmen bugüne kadar büyük bir rol oynayan birçok sol hareketin milliyetçi yönelimine yol açan ulusal kurtuluş savaşı Kaypakkaya’yı ilgilendirmiyordu. Kendisi tam aksine devrime kırsaldaki koşulları araştırmak suretiyle hazırlanan köktenci Maoistlerden olmuştur (şahsen kendisi memleketi olan şehir hakkında uzun bir raporu kaleme almıştır) ve bunu çiftçileri harekete geçirerek yürütmek istemiştir. Bununla birlikte Türkiye’deki Kürt halkına kendi kaderini belirleme hakkı tanımıştır. Yani Türk devletinin bütünlüğünün korunmasında kendi siyaseti için bir hedef görmemiş ve Kürtlük ve Alevi inancına devrimci mücadele için kaynak olarak bakmıştır”.
Yukarıdaki değerlendirmeler de eksiklikler ve yanlışlıklar içermektedir. Dolayısıyla İbrahim’in bu sorunlara dair ne söylediğini doğru bir tarzda ifade etmemiz gerekiyor. Evet, Kaypakkaya “Milli Kurtuluş Savaşı’na” veya “Kemalizme” diğer sol ve ilerici hareketlerin yüklediği misyonu asla yüklememiştir. Ama bu, sorunla ilgilenmediği anlamına gelmiyor. Bilakis birçok güç tarafında ”sol” olarak tanımlanan, hatta ‘devrimci’ olarak değerlendirilen Kemalist hareketin gerçek niteliğini ortaya koymak için oldukça çaba sarf etmiştir. Bu kanlı ve karanlık konuya gerçek manada ilk ışık tutanlardan biri de TKP/ML’nin kurucusu Kaypakkaya’dır.
Ne diyordu Kemalizm hakkında Kaypakkaya?
“Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken itilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.”
“Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir”.
“Kemalist hareket, özünde ‘işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı’ gelişmiştir.”
“Kemalizm demek; her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizmi övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır…”
“Kemalizm demek her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir”
Bugün katil Erdoğan’ın her fırsatta dile getirdiği “tek vatan, tek millet, tek dil, tek bayrak” zihniyeti Türk egemen sınıfların ırkçılığı ve Sünni İslamcılığın temel taşları Kemalistler tarafından döşenmiştir. Kürt ulusunu yok sayma, yok etme politikasını uygulayan ‘laiklik’ adı altında Sünni İslamcılığı devletin resmi dini haline getiren, başta Kızılbaş Alevi mezhebine mensup halkımız olmak üzere diğer mezhepleri, dinleri, azınlık milliyetleri baskı altına alanlar, Kemalistlerin ta kendisidir.
Erdoğan ve çevresindeki katil sürüsü bugün bu çizgiyi sürdürüyor. Aradaki tek fark geniş halk yığınlarını uyutmak ve bölge siyasetinde daha bir etkin olmak için Sünni İslam vurgusunun daha yoğun bir tarzda yapılmasıdır.
Yine raporda TKP/ML’nin kurucusu Kaypakkaya’nın Kürt ulusal sorununa ilişkin düşüncelerini aktarmada da hatalı yaklaşımlara düşülmüştür. Şöyle ki: “Türkiye’deki Kürt halkına kendi kaderini belirleme hakkı tanımıştır…”
Oysa Kaypakkaya bu yaklaşımları eleştirerek şöyle demektedir: “Halkın kendi kaderini tayin hakkı’’ ile ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ tamamen farklı şeylerdir.
Birincisi, halkın iktidarda bulunan gerici sınıfları devirmesi, iktidarı ele geçirmesi, devletin hakimi olması, yani kısacası devrim yapması hakkı anlamına gelirken ikincisi milletin ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir…”
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey değildir.”
Keza hiç kimse dışarda Kürt ulusunun kendi kaderini nasıl tayin edeceğini belirleyemez. Onu ancak ulusun kendisi belirler ve süreç de böyle ilerler-ilerliyor da.
Yine Kaypakkaya’nın devrimci çalışmalarda öncelikli olarak Kürt coğrafyasına, Kızılbaş Alevi mezhebine mensup halkımızın yaşadığı kentlere yönelmesinin tarihsel ve nesnel bir zemini vardır. Bu kesimler hem Osmanlının ve hem de Osmanlının yıkıntıları üzerinde kurulan T.C.’nin hedefi olmuştur. Kürt halkının mücadelesinin bu denli bir boyut kazanması, nesnel olarak sahip olduğu tarihsel haklılıktan soyutlanamaz. Aynı durum mezhepsel anlamda baskı altında olan Alevi mezhebine mensup halkımız için de geçerlidir. Ve yine TKP/ML, raporda da ifade edildiği gibi Ermeni soykırımını kabul eden, bu soykırıma uğrayan halkın birçok evladını saflarında örgütleyen bir partidir.
Dolayısıyla raporda yapılan şu değerlendirmelerin yanıtlarına da ancak bilimsel bir analizle varılabilir. ”…halk arasında kitle temeline sahip olmaksızın, yakın gelecekte bir iktidarı ele geçirme perspektifi olmaksızın varlığını sürdürüyor. Bu nasıl mümkün olur?”
Bu sorunun yanıtı, ezilen halkların haklı ve meşru mücadelesinde yatıyor.
Bu sorunun yanıtı, TKP/ML’nin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını aktif olarak savunmasında, Kürt ulusunun ulusal demokratik talepleri uğruna mücadele etmesinde yatıyor.
Bu sorunun yanıtı, TKP/ML’nin her türlü ulusal baskıya karşı çıkmasında, inanç ve vicdan özgürlüğünü savunmasında yatıyor.
Bu sorunun yanıtı, ‘bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin’ şiarına uygun olarak emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı mücadeleyi ilke edinen TKP/ML’nin proleter enternasyonalist kimliğinde yatıyor.
Bu sorunun yanıtı, emperyalizme ve dünya gericiliğinin ezilen dünya halkları üzerinde uyguladığı baskı ve sömürünün yaratmış olduğu yoksulluk ve sefalette yatıyor. Çıkarmış oldukları haksız savaşlarla yol açtıkları yıkım ve kıyımlarda yatıyor.
Bu sorunun yanıtı, emperyalizm ve dünya gericiliği var oldukça onlara karşı mücadelenin haklı ve meşru olduğu gerçeğinde yatıyor. Tarihe bakın, sınıflar ortaya çıktığından beri dinmemiştir ezilenlerin ‘eşitlik, özgürlük, adalet’ talepleri! Tarih hep bu ilerici ve devrimci kalkışmalarla ilerlemiştir. Bundan sonra da böyle ilerleyecektir. Ancak bu ilerleyiş benzemiyor bir nehrin akışına, zaman zaman geriye doğru savruluşlar ve ağır yenilgiler içeren süreçleri de kapsıyor. Ama bu süreçler geçicidir. Çünkü tarih hep ileriye doğru akar.
Nitekim bugün de dünyada yaşanan tüm sömürü-soygun politikalarına, anti-demokratik uygulamalara karşı ezilen geniş emekçi yığınlarda derin bir hoşnutsuzluk ve arayış vardır.
Ne yazık ki bu arayış ve yöneliş, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen dünya halklarının, emekçilerin kendi yazgılarını kendileri belirleme ve bu uğurda can bedeli bir mücadele içine girme düzeyinde değildir. Yani ortada proleter önderlikli devrimlerin ayak sesleri yoktur. Yirminci yüzyıldaki sosyalist maskeli bürokratik burjuva diktatörlüklerin geniş emekçi yığınlar üzerinde yaratmış oldukları karamsarlık bulutu hala dağılmış değildir.
Bu anlamıyla TKP/ML gibi devrimci komünist partiler açısından dezavantajlı bir durum söz konusudur. Fakat kapitalizmin de sosyalizme alternatif olmadığını, dahası sorunların çözücüsü değil, yaratıcısı olduğunu, ezilen dünya halkları da gün geçtikçe pratik tecrübeleriyle görüyorlar.
Ama tarih boşluk tanımıyor. Proleter enternasyonalist güçler, devrimciler alternatif olmayınca, arayış içinde olan yığınlar, ulusal ve dinsel kimliklere yönelmektedirler. Emperyalist haydutlar da bu yönelimleri kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmak için her türlü gayri insani politikaya başvurmaktadırlar. Ezilen dünya halklarını birleştiren değil, ulusal-dinsel ve mezhepsel temelde çatıştıran ve dolayısıyla zayıflatan bu politikaları boşa çıkaracak güçlü bir devrimci dalgaya ve proleter örgütlere ihtiyaç vardır. Biz o devrim hayaletinin yeniden ufukları aydınlatacağına inanıyoruz. Biz ezilen yığınların öfkesini-coşkusunu kucaklayıp geleceğe taşıyacak devrimci ve sosyalist partilerin olacağını düşünüyoruz. Dolayısıyla soruna bu partilerin bugün sahip oldukları subjektif güçleri açısından değil, tarihi haklılıkları açısından bakıyoruz. Tarihi yaratanlar, yarattıkları eserin sahibi olacaklardır. Ve üretenler de yöneteceklerdir.*
Temmuz 2018
* Bilirkişi Sayın Neumann’ın Türkçeye çevrilen raporundan yapılan alıntılarda yer alan yazım ve gramer hataları, tercümana aittir ve alıntıya sadık kalmak için burada düzeltilmeden aktarılmaktadır.