Toplumsal varlığımızın bir sonucu olarak ortaya çıkan düşüncelerimiz hayatımıza yön veren bir güce dönüştüğünde var olan kabul ya da ret iki seçenek olarak karşımıza çıkar. Üretim araçlarıyla olan ilişkimiz sınıfsal durumumuzu belirlerken; dünya görüşümüz veya ideolojik duruşumuz buna uygun bir şekillenme içine girer. Ancak sömürülenler cephesinde kendi için bir sınıf olmak ayrıca bir bilinçlenmeyi farkındalık sağlamayı gerektirir. İşte çelişkiye bilincin eklendiği bu aşamaya kadar ulaşıldığı ve bunun örgütlü bir güce dönüştüğü koşullarda zıtların birliği ve mücadelesi yasası sınıf mücadelesinde gerçek anlamını bulur. İdeoloji, politika vb.nin devreye girdiği bu noktada bir taraf olarak başarılı olmak için haklı olmak bir başına asla yetmez. Egemen sınıflar kendi çıkarları, iktidarları söz konusu olduğunda onu korumak, sürdürülebilirliğini sağlamak için kendi sınıfsal varlığına dönük her türlü tehdide şiddetle saldırır. Hele ki söz konusu olan komünist parti gibi proleter ideolojiyle donanmış örgütlü bir güç ise bu sınıfların saldırganlığı sınır tanımaz bir pervasızlık ve şiddet içerir. Dolayısıyla sonucunu her yanıyla güçlü ve üstünlüğü elinde bulunduran tarafın belirleyeceği uzlaşmaz çelişkilerin taraflarının savaşı başlar.
İlkel komünal toplumun yerini köleci topluma bırakmasıyla birlikte berraklaşan sınıflaşma olgusu feodal, kapitalist sistemlerin ortaya çıkardığı yeni sınıflar gerçekliği üzerinden varlığını sürdürmüştür. Bu gerçeklikte sömüren ve sömürülenler durumu sabitken, sınıflar üretim tarzına paralel özgünleşen yapılarıyla karşımıza çıkar. Ancak mücadele biçimleri ve yöntemleri içinde bulunulan tarihsel ya da ekonomik sistemin özgün yapısına, saldırıların boyutuna paralel farklılık ve çeşitlilik gösterir. Bildiğimiz gibi emperyalist-kapitalist çağda K.P sınıf mücadelesinde proletaryanın ideolojik-politik ve örgütsel olarak ona önderlik edip devrime taşıyacak temel/esas aracıdır. Dolayısıyla egemen sınıfların ideolojik politik her türlü saldırısını boşa çıkarma görevi de KP’nin omuzlarındadır. Eğer K.P bu saldırıları boşa çıkaracak yeteneği gösteremez ve boşa çıkaramazsa yenilgi kaçınılmaz olur. Yine insanın emeğine dolayısıyla kendisine yabancılaşmasının zirvesi demek olan emperyalist-kapitalist sistem işçinin vahşi bir emek sömürüsü ve kendi üretimi olan ürünlerinin mülkiyetine olan mesafesinin de zirvesi demektir. Bu durum sistemin kendini yeniden üretmesi ve varlığını sürdürebilmesi açısından vazgeçilmez olduğu gibi ezilen sınıf(lar) açısından ezilmişliğini ortadan kaldırmak ve kendi iktidarını kurmak için verdiği mücadelede karşı karşıya kaldığı saldırıların da çok daha boyutlu ve çeşitli olduğu anlamına gelir.
Özellikle devrimci-komünist partilerin kitlelerle bağının zayıflayıp gerilediği dönemlerde toplumsal yaşamda pratik ve politik olarak zaten etkin olan emperyalist-kapitalist sistem kendi ideolojik argümanlarını konuşturup hayata egemen kılma noktasında çok daha geniş bir etki alanıyla hareket etme imkanına kavuşur. Yakın tarihimiz ve günümüz koşullarına baktığımızda bu durumun hayatımıza sirayetini çok daha fazla görme şansına sahibimiz. Sınıfsal çelişkiler ne kadar keskin olsa da bu sirayet, proleter ideolojinin kitlelerle buluşmasının önünde ciddi bir engel olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla varolan kuşatılmışlığı kırmak için bir yol bulmaktan öte bir yol açmak zorunluluğu ve göreviyle bizi karşı karşıya bırakır. Bu görevi yerine getirmenin önemli bir ayağını burjuvazinin ideolojik saldırılarını doğru tanımlayıp doğru müdahalelerde bulunmak oluşturur. Dikkat edilmesi ve unutulmaması gereken KP içinden ve dışarıdan geliştirilen ya da geliştirilebilecek iki önemli ideolojik saldırı noktası olduğudur.
KP içindeki ideolojik saldırı ya da sorunların parti çizgisinin doğru bir şekilde uygulanmasının önünde engel olduğunu ve bu hastalıkların tedavi edilmezlerse KP’de yaygınlık kazanarak KP’nin işlevini yerine getirmesine engel olacağını çokça tekrarlamaya gerek olmasa da KP’nin görevlerini yerine getirmediği koşullarda elbette egemen sınıflar bu boşluğu dolduracak ve varolan sistemlerini korumak, tahkim etmek için fırsata çevirecektir. Bu durum, ideolojik mücadelenin sürekli ve güncel olduğu gerçeğiyle bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Egemen sınıflar bu gerçeğin bilgisine sahip oldukları için her fırsatta, ve özel fırsatlar yaratarak ideolojik saldırılarını aralıksız sürdürmektedir. Varolan sistemin kuşatmasında burjuva ideolojinin etkisi altında şekillenen bireyler bu ideolojinin onlara aşıladığı birçok ideolojik hastalıklı yanlış bakış açılarıyla KP saflarına katılırlar. Bu durum egemen sınıflara KP’ye burjuva ideolojisini sızdırma noktasında imkan sağlayan, KP’yi ideolojik olarak etki altına almasına zemin sunan bir yerde durur. Bu süreci, burjuvazinin özel örgütlemelere de giderek KP’nin misyonundan uzaklaşmasını dolayısıyla kendisi için zararsız hale gelmesini hedefleyen bir çizgide ilerler. İdeolojisini dönemin özelliklerine göre farklı kalıplara sokarak yeniden yeniden üretip topluma sunar. Proleter ideolojinin bakış açısından yoksun olan kitleler ya da zaaf taşıyan KP’ler bu ideolojik saldırılardan etkilenme, daha da ötesi ideolojik olarak savrulmalarla yüz yüze kalabilir. KP burjuva ideolojine karşı üye ve militanlarını halk kitlelerini aydınlatıp ideolojik olarak eğittiği, gerçek kurtuluşlarının KP saflarında savaşarak elde edebileceklerini gösterebildiği oranda bu mücadeledeki başarısını garanti altına alabilir.
Her sorunun iki tarafının, iç ve dış faktörlerinin olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Doğru ele alınan her problem bir şekilde çözüme ulaştırılır. Bu çözüm sorunun taraflarının ortak iradesi ile olabileceği gibi bir tarafın iradesinin üstün gelmesi sonucunda da olabilir. Halk arasındaki çelişkileri ya da yanlış düşünceleri ikna ve eğitim yoluyla bir sonuca kavuşturma şansımız varken proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıfsal çelişkinin çözümünde böyle bir şansımız yoktur. Uzlaşmaz (antagonist) çelişki olarak nitelendirdiğimiz çelişkiler arasında olan burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişki ancak bir tarafın iradesinin üstünlük kurmasıyla bir sonuca bağlanabilir. Dolayısıyla ideolojik mücadele iki sınıfın uzlaşmazlığı üzerinden ilerleyen keskin bir alandır.
Proletaryanın artık kendi için bir sınıf olarak kendi ideolojisini (MLM) ve iktidarını kurmak için ihtiyacı olan araçları (Komünist Parti başta olmak üzere) oluşturmaya başlamasından itibaren burjuvazi de bu ideolojiyi ve araçlarını etkisiz kılmak için kendi mücadele araçlarını çeşitlendirmiş ve de ideolojik saldırılarını daha sistematik olarak ele almıştır. Bu saldırıların merkezine proletarya iktidarının ütopik bir düşten ibaret olduğu, asla mümkün olamayacağı propagandası oturtulmuştur. Burjuvazi bu iddiasını burjuva ideologlarınca oluşturulan çeşitli teorilerle ispata kalkışır. Kendi içinde birçok farklı alt akıma ayrılan bu teorilerle halk kitlelerini manipüle edip, etkisi altına almaya çalışır. Burjuvazi ideolojik saldırılarında yöntem olarak esasta Marksizm’i tahrif ve revize ederek içini boşaltmayı kullanır. Bunu direkt Marksizm’e açıktan savaş açarak yapabileceği gibi dolaylı olarak, Marksizm savunuculuğu altında, onu burjuva ideolojisine hizmet edecek oportünist forma sokup halk kitlelerine empoze etmeye çalışarak da yapabilir. Yine proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişkinin uzlaşır ve sistem içinde reformlarla çözülebileceği teorisi de başka bir ideolojik teslim alma çabasının sonucudur. Bu ideolojik saldırılar farklı tarihsel süreçlerde farklı formlar alsa da özünü koruyarak günümüze dek varlığını sürdürmektedir. Örneğin;
Marks ve Engels’in dönemine ve onların ideolojik mücadele süreçlerine baktığımızda; 1840’ların başlarında “dünya görüşleri felsefi idealizm olan radikal genç-Hegelciler ile hesaplaştılar. Kırkların sonlarında savaşımı Prudonculuğa karşı iktisadi öğreti alanında başladı. Elliler, fırtınalı 1848 yılında ortaya çıkan partiler ve öğretilerin eleştirisiyle bu savaşımın tamamlandığına tanık oldu. Altmışlarda savaşım, genel teori alanından, doğrudan emek hareketine daha yakın olan alana kaydı: Bakuninciliğin Enternasyonalden çıkarılmasına. Yetmişlerin başında, Almanya’da sahne kısa bir süre için Prudoncu Mühlberger tarafından ve yetmişlerin sonunda ise olgucu Dühring tarafından işgal edilmişti (…)” (Lenin, 1990) Doksanlara doğru gelindiğinde ise tüm bu ideolojik mücadele süreçlerinden Marksizm’in zaferiyle çıkılmıştı.
Lenin ve Stalin’in dönemine baktığımızda ise kapitalizmin görece istikrarını koruduğu, mücadele olanaklarının olduğu, emperyalizmin çelişkilerinin henüz tüm belirginliğiyle gün yüzüne çıkmadığı dönem geride kalmış, kapitalizmin bir üst evresine emperyalizm aşamasına ulaşmıştı. Emperyalizmde çelişkinin yoğunlaşması burjuva devrimler çağını kapatıp, proleter devrimler çağını açmıştı. Lenin ve Stalin, esasta emperyalizm ve proleter devrimler çağının ideolojik sorunlarıyla mücadele yürütmüşlerdir. Proleter devrime inançsızlığa, proletaryanın öncü rolüne ve proletarya iktidarı ve diktatörlüğüne yönelik ve bu eksende çeşitlenen sağdan ve soldan gelen reformist, revizyonist, oportünist saldırılara karşı ideolojik mücadele esas haline gelmiştir. Bu saldırıların uluslararası alandaki öncülüğünü 1898’de kurulan ve ilk dönemleri Marksist olup sonrasında oportünist bir kulvara savrulan 2. Enternasyonal oportünistleri yapıyordu. Rusya’daki ideolojik mücadeleleri ise daha henüz KP kurulmadan önce; proletaryanın öncü rolünü reddeden, köylülüğün öncü güç olduğunu savunan Narodnikler’e karşı başlatılmıştı. Devamında sosyal devrimcilere ve 1890’ların sonlarına doğru da proletaryanın politik iktidar mücadelesine katılmaktan uzak kalmasını, yalnızca ekonomik iyileştirmeler için mücadele etmesini isteyen ekonomistlere karşı mücadeleyle devam etti. Bolşevik partinin kurulmasından sonra ise Menşeviklerden ayrılanlara kadar başta Menşevikler olmak üzere 1905-1907’de her türlü legal mücadeleye karşı çıkan, işçi temsilcilerinin, devlet dumasından geri çekilmesini isteyen, KP’yi sol söylemlerle sağa çekmek isteyen Otzovistlere karşı ideolojik mücadeleyi elden bırakmadılar. Proletarya diktatörlüğü kurulmadan önce ise; Rusya’daki temsilcisi Troçki olan ve işçi sınıfının sol devrimci Bolşevik kanadını sağ Menşevik akıma tabi kılmak isteyen “merkezciler”e karşı mücadele yürütülürken 1917 yılında sosyalist proleter devrimin zaferine inanmayan Kamanev, Zinovyev, Şlyapnikov gibi oportünistlere karşı ideolojik mücadele devam etti. 1918-20-21 yıllarında ise önce proleter devrimin sosyalist karakterini küçümseyen “sol komünistler”e ve Troçkistlere; devamında SBKP’nin 10. Kongresinde anarko-sendikalist bir sapma ve küçük burjuva etkinin yansıması olarak mahkum edilen “İşçi Muhalefeti”ne ve “Demokratik Merkeziyetçilik” grubuna karşı; SBKP’nin 14. Kongresinden sonra ise Sirzov-Lominadze oportünist sağcı “sol blok”a karşı yürütülen ideolojik mücadele, Stalin’in ölümünden sonra gerçekleştirilen 20. Kongresine (1956) kadar devam etti. 20. Kongrede revizyonist kliğin iktidarı ele geçirmesiyle SBKP davasından da sosyalizmden geriye dönüş, modern revizyonizm süreci başlamıştı.
Ustaların ve komünist partilerin bulundukları ülkelerdeki ve uluslararası komünist hareket içindeki ideolojik mücadele örneklerini daha da çoğaltabiliriz. Ancak andaki ideolojik saldırı ve bunlara karşı ideolojik görevlerimizi belirleyebilmek için konuyu daha da güncellemek, kapitalist emperyalist sistemin bugün içinde bulunduğu duruma ve kendisininde ifadesiyle özellikle 1970’lerden sonra ortaya koyduğu “yeni” saldırı politikalarına ve ideolojik bağlantılarına değinmemiz yerinde olacaktır.
1960’ların sonu ve 1970’lerin başlarında emperyalist-kapitalist sistemin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yakaladığı görece ekonomik istikrar bozulmaya, yeni bir ekonomik ve siyasal krizin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Çok geçmeden de kendini gösteren kriz sistemi ciddi anlamda zorlamaya başladı. “ABD’de yükselen enflasyon, hızlı büyüme ve özellikle ticari rekabit ciddi ödemeler dengesi açıkları yaratarak önce Bretton Woods Sabit Kur Sistemi üzerinde bir baskı oluşturdu; ve 1972-73’te de onun, yıkılmasına neden oldu.” (Demirer T. 2002) Ardından gelen döviz kuru istikrarsızlığı, petrol fiyatlarının üçe katlanarak artışı, tekellerin düşen kâr oranları vs. sistemi yeni arayışlara, krizin faturasını işçi ve emekçilere yükleyecek “yeni” politikalar üretmeye itti. 70’li yıllar emperyalizmin bu politikalarının hayata geçirilebilmesi için, içinde bulunulan ekonomik siyasal atmosferin de etkisiyle yükselişe geçen toplumsal muhalefet ve devrimci mücadelenin yarattığı tehlikeye karşı işbirlikçi faşist yönetimler aracılığıyla askeri faşist cuntaların devreye sokulup başta devrimci komünistler olmak üzere onbinlerce insanın katledildiği, işkencelerden geçirilip hapse atıldığı yıllar oldu.”* Bu dönem diğer yandan ise halk kitlelerinin yoğun bir şekilde ideolojik saldırıya maruz kaldığı yıllardı. Emperyalizm bütün bu ekonomik ve siyasi saldırılarının ideolojik ayağını da “postmodernizm” olarak ifade edilen sol görünümlü karşı devrimci bir akımla tamamladı.
Postmodernizm: 1990’larla birlikte yükselişe geçen varolan uluslararası konjonktürde sınıf savaşımının ortadan kalktığını, dünyanın artık “küreselleşme” olgusuyla karşı karşıya kaldığını dolayısıyla ulus devletlerin miyadını doldurduğunu ortaya atan bilimsellikten uzak içeriğiyle MLM karşıtı bir akım olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumu değil bireyi öne çıkaran KP gibi her türlü örgütlülüğe, merkeziyetçiliğe saldırarak olgulara özneciliğin, göreceliliğin bir başka aşama olarak da bilinmezciliğin gözünden bakan postmodernizm bunları kutsayıp mutlaklaştırır. KP’nin sadece halkı sömüren sınıflara karşı değil, bütün halka baskı uyguladığını iddia eder. Proletarya diktatörlüğü ve proletarya devletini de burjuva diktatörlüğü ve devletiyle eş tutar, çarpıtır. Herkesin söz hakkının bulunduğu adem-i merkeziyetçilik ve otonomiye dayanan kültürel kimliklerin kaynaştığı bir toplum tahayyül edip kendini Marksizm’e alternatif olarak sunar.
Temellerini anarşizmden alan postmodernizm, dönemin özelliklerine kapitalizmin yarattığı toplumsal kültür ve insan tipinin eğilimlerine de uygunluk arz edip besleyen bir akım olarak karşımıza çıkar.
1990’larda postmodernizmi ve sınıf mücadelesinin sosyalizmin sonu propagandalarıyla yayılan umutsuzluğu, yılgınlığı besleyen, büyüten, bir diğer önemli gelişme de Rus Sosyal Emperyalizmi’nin dağılmasıydı. RSE’nin resmen dağıldığının açıklanması, başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalist güçlere büyük avantaj moral üstünlüğü ve hareket sahasını genişletme olanağı sağlarken halk kitlelerinde ve özellikle SBKP’nin 1956’dan (20. Kongre) itibaren girdiği modern revizyonist hattı göremeyen devrimci çevrelerde ciddi bir moral bozukluğu, sosyalizme karşı güvensizlik, vs. yarattı. Bu yıllarda birçok ulusal ya da toplumsal kurtuluş mücadelesi yürüten silahlı örgüt bu saldırılardan etkilenerek, barış süreçleriyle girdikleri reformist, tasfiyeci, revizyonist hatta silahlı mücadelenin dışına itildiler. Bir kısmı da silahlı mücadeleyi bırakmasalar dahi silahlı devrimci çizgiden silahlı reformist çizgiye savruldular. Bu durum emperyalizmin ideolojik-politik vb. saldırılarına da önemli bir alan açtı.
Uluslararası komünist hareketin aldığı yenilgi ile 70’lerin sonlarından itibaren gerilemeye başlamış olması emperyalizmi siyasi, ideolojik, askeri, ekonomik saldırılarını yaşama geçirmekte daha da pervasızlaştırmıştır. Bu dönemde mücadele yürüten toplumsal ve ulusal kurtuluş hareketleri bu saldırılar karşısında, ideolojik, politik ve örgütsel olarak etkilenerek gerilemiş, bunun bir yansıması olarak halk kitleleri arasında sosyalizm umudunda kırılma yaratmıştı. Tüm bu saldırılar ve uluslararası komünist hareketin zayıflığının da etkisiyle reformizm ve tasfiyecilik tüm dünyada hızla ve etkili bir şekilde yayıldı.
Reformizmin genel anlayışına baktığımızda dönemin diğer ideolojik-politik saldırılarıyla da birleşen ve uyum gösteren bir yapıda olduğunu görürüz. Temel özelliğinin ise tıpkı postmodernizm gibi “sol”, “ilerici” söylemlerin arkasına sığınıp var olan toplumsal sistemi korumaktır. Hedefinde emperyalist-kapitalist sistemi yıkmayı değil ağır-aksak yönlerini reformlar aracılığıyla gidermek ve sistemi kendi içinde dönüştürmek vardır. Toplumdaki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının savaşımı yerine bu karşıtlıkların uzlaştırılması yoluyla ve varolan çelişkilerin sistem içinde devrimci şiddete gerek olmadan çözülebileceğini savunur. Buna karşın şiddeti devletin tekeline bırakarak onu meşrulaştırır. Zorun zorla yıkılacağı MLM anlayışın da reddedilerek illegal, sihalı mücadele bir yöntem olmaktan çıkarılır.
Burjuvazinin işçi sınıfı içerisindeki ajanları olan reformistler(reformizm) MLM’nin devlet teorisi, proletarya diktatörlüğü gibi temel teorilerine saldırıp tahrif ederken sınıf çelişkilerinin ortaya çıkmasını engellemeye, kitlelerdeki iktidar bilincini zedeleyerek yok etmeye çalışmaktadırlar. Bilinçlerde ve pratikte proletaryanın iktidarının olanaksızlığı, burjuvazinin sisteminin bakiliğini garantilemeye girişirler.
Bu noktada özetle de olsa geliştirilen bu ideolojik saldırıların halk kitlelerinin bilincine, TDH ve komünist hareketine dönük yansımalarına bakmak yerinde olacaktır.
Dış ve iç ideolojik saldırılara karşı görevlerimiz
Genel olarak iç faktörler her dönem KP’nin ideolojik duruşunda belirleyici bir yerde dursa da dışarıdan gelen saldırılar, ülke ve dünyadaki ideolojik politik durum, içinde yaşanılan toplumsal gerçeklik KP’nin ideolojik duruşunu etkileyecek önemli etmenlerdir.
Emperyalist-kapitalist sistem MLM’ye dönük saldırılarını sistematik bir şekilde sürdürse de onun da hamlelerinin başarısı iç ve dış faktörlerden, genel siyasal ve toplumsal konjonktürden bağımsız değildir. İçinde bulunduğumuz süreçte egemen sınıflar ve halk kitleleri arasındaki çelişkilerin önemli oranda keskinleştiği ortadadır. Ancak genel olarak KP’lerin var olan duruma müdahale ve kitleleri devrim mücadelesine sevk etme yeteneğinin zayıf olması MLM’ye dönük saldırılarda sisteme önemli avantajlar sağlamaktadır. Yine de emek sermaye arasındaki çelişkilerin sürekliliği ve evrenselliği devrimci dinamikleri her koşulda korumakta ya da yeniden üretmektedir.
KP’nin ideolojik görevlerinin içteki ve dıştaki diye ikiye ayrıldığını ifade etmiştik. Dıştaki görevini burjuva ideolojinin çeşitli biçimlerine karşı mücadele oluştururken içteki görevini ise dış mücadeleden bağımsız gelişmeyen burjuva ideolojisinin devrimci ve KP saflarındaki yansımalarına karşı mücadele oluşturuyor. Elbette her ikisi birbirinin tamamlayanıdır. KP’nin halk kitlelerine sağlıklı bir şekilde önderlik yapabilmesi devrimci mücadeleyi başarıya ulaştırması için de bu gerçeğe uygun hareket etmesi gerekir.
Genelden özele doğru gidildiğinde bugün ülkemizde “dıştaki” diye tanımladığımız ideolojik görevlerimizin başında reformizme karşı mücadele gelmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere 70’lerin ortalarından itibaren emperyalizmin, içinde bulunduğu krizleri açmak için devreye soktuğu siyasi, ideolojik, ekonomik politikaların başta yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler olmak üzere tüm dünyayı etkilediğine, reformizmi geliştirdiğine değinmiştik. Türkiye’de de bu politikalar hayata geç geçirilmiş ancak TDH’nin henüz genç, zayıf, olgunlaşmamış olmasından kaynaklı bu politikaların hayata geçirilmesinde egemen sınıflar zorluk yaşamadığı gibi reformizmi de oldukça güçlendirmiştir. Süreçten etkilenen bir dizi parti ve örgüt silahlı mücadeleden Marksist örgütlenme anlayış ve biçimlerinden vazgeçerek ya yasallaşıp parlamenter mücadeleye sarıldılar ya da kendini tasfiye ederek politik sahneden çekildiler.
Bugün TDH’nin gelişiminin geniş halk kitleleriyle buluşmasının ve sınıfa önderlik yapmasının önünde bilincini sakatlayan, pasifize eden, sınıf perspektifinden uzaklaştıran en önemli ideolojik saldırıların başında reformizm gelmektedir.
Burjuvazi reformizmle devrimci örgüt ve KP’lere, halk kitlelerine sınıfsal bilinç kırılması, sınıfsal söylemlerden kopuş, politikadan kaçış, ideolojik ve örgütsel bağlantısızlık dayatmaktadır. Bunları başarabildiği oranda devrimcileri, komünistleri ve toplumu bireycileştirip bencilleştirerek örgütsüz, güçsüz bireyler haline getirmeyi sağlamış olacaktır. Tam da bunun için reformizm, hedefine özellikle proletaryanın en temel savaş aracı örgütü olan KP’nin ideolojisini, örgütlenme biçimi, işleyiş ve anlayışlarını koyar. Sınıf bilincine, iktidar hedefine, en temel ilkelerinden biri olan demokratik merkeziyetçilik anlayışına, iktidar aracı olan proletarya diktatörlüğüne saldırır. Proletarya diktatörlüğünü faşist diktatörlükle eşleştirerek bilinçleri bulanıklaştırıp, sözde öznesiz, sınıflar üstü bir “demokrasi” anlayışını savunarak aslında var olan sistemin devamını ve onun demokrasisini istemektedir.
Özellikle de kitle hareketlerinin, devrimci kabarışın yükseldiği dönemlerde reformizm atağa geçerek öncülük rolüne soyunmakta, böylesi süreçlerde devrimci-komünist hareketlerin gelişiminin de önüne geçmeyi hedeflemektedir. Bunun en yakın ve açık örneğini Gezi İsyanı sürecinde gördük. Özellikle Gezi İsyanı sürecinde devrimci komünistlerin isyanla bütünleşip kitlelere önderlik yapmasının önüne geçebilmek için yapılan anti propagandalarda reformizmin, kendiliğindeciliğin tekrar tekrar kutsandığına; Marksist-illegal silahlı mücadeleyi savunan anlayış, örgüt ve örgütlenmelerin lanetlendiğine, devletin faşist saldırganlığının sorumluluğunun illegal silahlı mücadele yürüten örgütlerin sürece dahil olmasına bağlanarak, kitlelerle devrimci komünist örgütler arasına set örülmeye çalışıldığına çokça tanık olduk. Örgütsüzlük özellikle gençlere verilen ve baş tacı edilen mesajdı.
Reformizm MLM ideolojisine ve proletarya iktidarına saldırırken kitlelere vaat ettiklerinin karşılığının olmadığı, bugünkü ülke gerçekliğinde çok daha fazla açığa çıkmış durumdadır. Ancak bu durumun kitlelerde kendiliğinden bir devrimci çıkışa evrilmeyeceği, müdahale edilmediğinde halk kitlelerini, umutsuzluğun, kendine ve birbirine güvensizliğin kollarına atacağı açıktır. Bu durumun önüne geçmek ancak devrimci komünistlerin kitleleri devrimci mücadeleden uzaklaştırıp geri çeken her türden gerici reformist ve tasfiyeci akımlardan korumaktan geçiyor.
Birçok ulus ve milliyetten halkın bir arada yaşadığı bir coğrafyada, sonradan katliam ve soykırımlarla oluşturulan bir Türk ulus devletinde yaşıyoruz. Faşizmle yönetilen bu ülkede Türk milliyetçiği ve şovenizm, kuruluşundan itibaren halkları bölüp/parçalamak ve yönetmek için faşizmin payandası olarak kullanılmaktadır. Diğer ulus ve milliyetleri aşağılayıp, kendini üstün ve tüm hakların esas sahibi olarak gören egemen ulus milliyetçileri şovenizmi körükleyip halk kitleleri arasında kin ve düşmanlığı yayarak, hatta her daim güncelleyerek faşist politikalarını yaşama geçirip, sistemlerini korumak istemektedirler.
Faşist ve ırkçı bir öze sahip olan ezen ulus milliyetçiliği ve şovenizmi, bu topraklarda işçi sınıfı ve ezilen emekçi halka yönelik en tehlikeli saldırılardan birisini oluşturuyor. Ve bizim de mücadeleyi elden bırakmamamız gereken ideolojik görevlerimizin başında geliyor. Şovenizm bu topraklarda çok eski bir geçmişe , köklü bir geleneğe ve faşizmle birleşen kurumsal bir yapıya sahip olduğu için kendisini sürekli üretme kapasitesine sahiptir. Ve sadece halk kitlelerinin değil ezen ulus milliyetçiliğinden arınmayan, sınıfa öncülüğe soyunan devrimci ve komünistleri de şovenizmin biraz daha inceltilmiş ve “devrimci” şekere bulanmış hali olan sosyal şovenizm biçiminde zehirleyerek daha tehlikeli bir boyutta hükmünü sürdürür..
Kimi devrimci çevre, kurum ve kişilerin sosyal şoven yaklaşımlarını en bariz bu ülkedeki özgül ve en önemli sorunlardan birisi olan Kürt Ulusal Sorununa yaklaşımında görebiliyoruz. Reformizmle de bütünleşen sosyal şovenizmde bazen reformizm, bazen sosyal şovenizm öne çıkarak; özgürce ayrılma hakkının tanınması olarak kavranması gereken UKKTH ilkesi özünden koparılarak çeşitli biçimlere sokulmaktadır. Başka “çözüm” arayışıyla karıştırılmakta, özerklik, konfedaralizm vb. kavramlarla UKKTH eşleştirilmeye çalışılmakta. Ya da ulusal sorunun temeline feodalizmin tasfiyesinin yerleştirilmesi gibi anti- MLM görüş ve yaklaşımlar ileri sürülmekte.
Milliyetçiliğe, şovenizme karşı olduğu gibi çeşitli biçimlere büründürülen sosyal şovenizme karşı mücadele de ideolojik görevlerimiz arasında bulunmaktadır. Yine özgülümüzde özel bir öneme sahip olan ulusal sorunun çözümünde UKKTH’nın dışındaki anlayışlara karşı mücadele de ideolojik görevlerimizin arasındadır.
Emperyalist kapitalist sistemin genel bunalımlarının arttığı ve emperyalist dünya sistemine damgasını vuran noktanın; bütün temel çelişkilerin kapsamlı bir şekilde keskinleşmesi ve istikrarsızlığın büyümesi, tüm dünyada devrimci durumun yükselmesinin olduğu bir süreçten geçiyoruz. Böylesi bir süreçte devrimci-komünistlik adına emperyalizmin özünü kavramayan, onu “iç rekabetten” azade gören, onun üretim anarşisinden mustarip belirleyici karakterini yok sayan veya önemsiz gören, yine sömürgeciliğini ve savaş üreten niteliğini gölgeleyici, emperyalizmin neoliberal sürecini yeni bir aşama olarak gören, “ultra emperyalizm” gibi onun ömrünü uzatmaya çalışan, reformist, revizyonist akım ve anlayışlara karşı da ideolojik mücadele yürütmek, emperyalist dünya sisteminde yeni gelişmelere çok yönlü tahlil edip, proleter sınıf mücadelesinin bunlardan doğan ideolojik, politik, örgütsel sorunlarına yanıt olmak da ideolojik görevlerimiz arasındadır.
İdeolojik görevlerimizden bir diğeri de ülkemizde faşizm gerçeğinin doğru kavranmamasına karşı mücadeledir. Bugün faşizmi emperyalist-kapitalist sistemin dışında gören, onu sadece şiddetle ölçen anlayışlar mevcuttur. Bu anlayışlar proletaryanın mücadelesine ciddi zarar vermektedir. Ülkedeki faşizmin varlığını ve yokluğunu parlamentonun varlığı, onun çok partili oluşuna bağlayan bu anlayışlar parlamentonun varlığını demokrasinin kanıtı olarak görürken, onun feshi ya da diğer partileri dışlayıp, tek partinin ağırlık kazanmasını ise faşizm olarak görmektedirler. Bu yaklaşım açıktır ki bugün Türkiye’de faşizmin varlığını da inkar etmektedir. Nitekim bugün faşizmin TC’nin kuruluşundan itibaren yukarıdan aşağıya kurumsallaşmış, bütünlüklü yapısını görmeyip, onu “AKP faşizmi” gibi söylemlerle sadece varolan iktidarla sınırlayan yaklaşımlar halk kitlelerini de faşizme karşı savunmasız kılmaktadır. AKP gittiğinde faşizmin de biteceği gibi bir yanılsama, bilinç bulanıklığının yaşanmasına da neden olmaktadır.
Yine faşizmi şiddetten ibaret görme anlayışı onun özünü kavramadığından, faşizmin sürecin ve egemenlerin ihtiyaçlarına göre “havuç-sopa” politikasını devreye soktuğunu gerektiğinde yüzüne “demokrasi” maskesi taktığını da, gerçek niteliğini de görememektedir. Faşizmin niteliğini kavramak onunla mücadelede belirleyici bir yerde durmaktadır. Biz de gerçek özünü kavradığımız oranda faşizme karşı ve faşizmi aklayan burjuva anlayışlara karşı ideolojik mücadele yürütebiliriz.
Kısaca konu başlıklarını daha da çoğaltabileceğimiz, halk kitlelerini etkisi altına alan her türden gerici, idealist, anti-bilimsel anlayışa, burjuva akım ve ideolojilere karşı mücadele ideolojik görevlerimiz arasındadır. Unutmayalım ki her ideoloji, o ideolojiye ilişkin politikayı koşullar. Her politika bir ideolojiye karşılık düşer. Yani politika ideolojiye bağlıdır ve politikaya rengini ideoloji verir. Bugün sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt olabilmesi, devrimimizin önünü açabilmesi, KP’nin kendisine ve sınıfa yönelen her türlü saldırıya karşı koyabilmesi ancak teorisiyle, ideolojisiyle birleşmiş bütünlüklü bir politik bilince sahip olunmasıyla sağlanabilir. Bu noktadaki görevimize burjuva feodal faşist sistemi alt etmek için MLM ideoloji ile donanmış, politik uyanıklığa, inisiyatif, öngörü ve hakimiyet gibi özelliklere sahip KP’yi güçlendirmektedir. Böylesi bir KP yaratılması ise içte de güçlü bir ideolojik mücadele vermekten geçmektedir.
Komünist Parti’de iç mücadelenin önemi ve gerekliliği
Toplumdaki sınıf mücadelesinin parti içindeki yansıması olarak ifadelendirdiğimiz ideolojik mücadele, iki çizgi mücadelesi (burjuva ve proleter) KP’nin ortaya çıkışından günümüze dek varlığını korumuştur. İki çizgi ya da KP içindeki fikir mücadeleleri KP’nin fikir berraklığı ve derinliği kazanması parti içindeki yanlış düşüncelerin düzeltilmesi ve parti birliğinin sağlamlaştırılmasında önemli bir yerde durur. Bu noktadaki ideolojik görevlerimiz, MLM karşıtı akımlara karşı MLM doğrultuda birleşmeye, birleştirmeye, harekete geçirmeye, bir parti olarak gelişmeye hizmet eder. Buradan da parti içi iki çizgi mücadelesinin önemine varırız. Çünkü ideolojik mücadele kesinlikle “bireysel” düzlemde gerçekleştirilemez. MLM bir sınıfın ideolojisini içerdiği için ancak ve ancak sınıfsal zeminde kavranabilir, uygulanabilirdir. Dolayısıyla bireysel gelişim de sadece kolektif yapı zemininde gerçekleştirilebilir. Bunun esas nedeni ideolojik mücadelenin sınıfsal karakterdir. Bu da partide birliğin önemini gösterir. Her şeyde olduğu gibi kolektifte de birlik, farklılıkların mücadelelerinden oluşur. Birliği, farklı fikirlerin mücadeleleri olarak kavramayan anlayışlar dağılmaya veya dağınık kalmaya mahkumdurlar. Bu nedenle görevler arasında iki mücadele çizgi mücadelesini canlı tutmak, sonuçlara vardırmak, her yeni aşamada yeniden tanımlayıp gerçekleştirmek özel öneme sahiptir. Burada önemle görülmesi gereken iki çizgi mücadelesinin kuvvetli birlikler oluşturmadaki rolüdür. Biz, gelişmenin motorunu farklı görüş ve ayrılıklarla mücadeleye bağlıyoruz. Farklı görüş, bizim için korkulacak değil, MLM hattımızı güçlendirmenin, zenginleştirmenin aracıdır. Konuya ya da soruna yaklaşım da bu ciddiyetle ele alınmalıdır.
İnsanın temel özelliklerinden biri, değiştirme yetisine sahip olmasıdır ve her alanda olduğu gibi sınıf savaşımında da belirleyici olanın insanın dinamik rolü olduğu gerçekliğini kullandığı oranda yaşamda etkin ve belirleyici bir yerde durabilir. Devrimci ve komünistler söz konusu olduğunda ise bu açıklık kendi misyonunu kavramada, devrimci komünist mücadeleyi ileri taşımak noktasında oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Bir parti militanı ben kimim, ne istiyorum, nasıl yaşamalıyım sorularına bu kafa açıklığına sahip olmadan tam ya da doğru yanıtlar veremez. Oysa bu yanıtlar, onun sınıf mücadelesindeki duruşunu, yaşam tarzını doğrudan etkiler. Kişi yaşamının merkezine sınıf mücadelesini, onun ihtiyaçlarını koyduğu oranda misyonunu yerine getirebilir.
Mao yoldaş 12 Ağustos 1953 tarihli “Parti içindeki burjuva fikirlere mücadele edelim” başlıklı yazısında ÇKP üyelerini üç sınıfa ayırarak: Bazı yoldaşları kararlı ve sağlam, düşünce tarzları ML; çok sayıda yoldaşı esas olarak ML ama ML olmayan düşüncelerden etkilenmiş; çok az sayıda bazı yoldaşları ise işe yaramaz düşünce tarzlarıyla ML olmayan kimseler olarak tanımlayıp ifadelendirmiştir.
Mao yoldaşın bu ifadesi 1953 yılının Çin’inde Demokratik Halk Devrimi’nin gerçekleştirdiği yani o yılların ÇKP’sinin ideolojik durumuyla ilgili bir gösterge olsa da aslında bu gün de KP’lerde görülebilecek bir tablo olarak değerlendirebiliriz. Bir KP’de bütün üyelerinin MLM bakış açısıyla donanmış olduğunu idida etmek bilimsel bir tutum olmayacaktır. Dolayısıyla KP içindeki burjuva düşüncelere karşı mücadele süreklidir.
Nitekim varolan gerçeklik bugün kolektif içinde mücadele etmek durumunda kaldığımız öznelcilik, kendi misyonunu kavramama, iktidar olma bilincindeki zayıflık, siyasal ruhsuzluk, kitlelere güvensizlik, dogmatizm gibi birçok tasfiyeci düşünüş tarzıyla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Aslında iç içe geçmiş bütün bu hastalıkların kökenine indiğimizde karşımıza MLM ile bağdaşmayan öznelci bakış açısı çıkmaktadır. Öznelcilik olay ve olgulara çok yönlü bakabilmenin, onu doğru tanımlamanın önündeki en büyük engeldir. Özünde diyalektik materyalist bakış açısındaki eksikliğin ya da yoksunluğun bir sonucu olarak kendini var eder.
Bilimsel bir bakış açısına sahip olmamak değiştirme gücümüzü zayıflatıp bizi tökezletir. Çalışma tazımıza da yansıyan bu durum özellikle bizim gibi emperyalizmin sürekli dalaş ve paylaşma mücadelesinde olduğu gibi saldırı politikasını süreklileştirdiği ülkelerde devrimci komünist mücadele en az hata ve sıkı bir gizlilikle yürütülmek zorundadır. Her açığın düşman tarafından azgınca bir saldırının fırsatına çevrildiği gerçeğiyle yüzyüzeyken bu zaaf ve açıkları gidermeden çok fazla yol alamayacağımız mutlaktır. Bu noktada gerçeklere, gerçeklerden hareketle çizdiğimiz politik hatta ve ilkelere bağlılık temel şiarımız olmalıdır. Yalnızca MLM düşünceleri iyi özümsemiş, tarihsel ve diyalektik materyalizmi çalışma tarzımızın temeli/yöntemi haline getirebilen, gerçekleri olgulardan çıkartan, ilkelere bağlı kadro ve militanlar sorunları çözebilecektir. Bu noktada kolektifi, kadro ve militanlarımızı MLM ideolojisiyle donatmak ve eğitmek en temel ideolojik görevimizdir.
Kaynaklar
– Partizan Kasım 2014/85 Devrim ve Reformizm
– V.I. Lenin; Marx, Engels- Marksizm, Sol Yayınları
– Komünist Enternasyonal’de Kadro Sorunu Üzerine, İnter Yayınları
– Mao Zedung; Seçme Eserler 2 ve 5. Cilt, Kaynak Yayınları
– T. Demirer; 21. Yüzyılla Gelenler: Söylenceler ve Gerçekler, Ütopya Yayınları
* Bu makale Partizan 88. Sayısında yayınlanmıştır.