Bu anı anlatı Sefagül Kesgin tarafından 27 Mayıs gecesi Çemişgezek’te şehit düşen Hıdır Oğur ve Mahmut Polat için 2009 yılında kaleme alınmıştır. Yazı ayrıca YDG’nin Ağustos 2009-145. sayısında yayımlanmıştır.
Kuzey sizi unutmadı!
(27 Mayıs 2006’da Dersim Çemişgezek’te şehit düşen, Hıdır uğur ve Mahmut Polat’ın anısına…)
Kaldırdı başını dikti gözlerini yıldızlara dünyanın ölçüsünü alırcasına baktı baktı yıldızlara… Yıldızlara kesilen gözlere bir çift ela göz daha eklendi… Şimdi iki çift göz gökyüzüne bakarak yaşamın hesabını yapıyordu. Üç gün sonra birlikte kucaklayacakları ölümün hesabıysa, onlara uzaktı. İki gerilla biri Mahmut biri Hıdır. Dağlar Yılmaz ve Aşkın dedi onlara. İki insanın yaşayabileceği yoldaşlık, dostluk, arkadaşlık en koyusundan yüreklerinin ve bilinçlerinin mayaladığı derinliklerde yaşam buldu. Doğumu paylaşan iki insan kardeşliğin daha ötesini yaşama fırsatı bulur ömürleri yettiğince. Oysa ölümü paylaşmak doğumu paylaşmaktan daha güçlüdür. Sonrasını yaşama fırsatı ölenlerin elinden kayar gider. Ama ölümü paylaşanlar, bunun gücünü bırakır kalanlara. Kalanlaraysa bunu yaşamak, yazmak düşer.
Yıldızlara kesilen iki çift göz sözlerle, düşlerle geceyi ördü.
Yılmaz: Ne o Aşkın? Sen de diktin gözlerini yıldızlara, saymayacaksın değil mi?
Aşkın: Bunu çobanken çok denedim. Pek mümkün olmuyor. Baktım saymakla bitmeyecekler, en parlağını gözüme kestirip, türküler söylemeye başladım. En parlak olanına vuruldum. Çobandım ya benim yıldızımdı. Çobanyıldızı… Ona Kuzey dendiğini duydum sonra. Kuzey… Daha anlamlı geldi ona kuzey demek. Çıkmazlarımın, belirsizliklerimin ortasında bir çıkışı, bir yönü ifade ediyor oluşundan sevdim ona kuzey demeyi. Diğerlerinin içinde ona Kuzey dedirten parlaklığı ve onun gücüydü. Ne bileyim işte bana partiyi hatırlatıyor sonra şehitlerimizi.
Yılmaz: Yine efkârlısın bu gece. Gerçi yerinde olsam beni de aynı efkâr basardı. Doğup büyüdüğün, gerillası olduğun sonra hasret kaldığın dağlara geri dön ve köyüne yine gerilla olarak girmenin arifesinde ol. Benim Sivas ellerinde gerilla olma şansım olmadı. Ama gittiğim her köy köyüm gibi kokuyor. Elini öptüğüm her ana, anamı anımsatıyor. Dur ya! Saat bayağı ilerledi. Daldık yine. Ne dersin yarın girebilir miyiz köye?
Aşkın: Gündüz köye giriş çıkışları iyice kontrol eder, duruma bakarız. Görmek neyse de işlerimizi halletsek bari.
Yılmaz: Yarın halledemezsek sonraki güne kalacak. Arkadaşlar merak edecek. Bir gün kalıp döneceğiz dedik. Pek niyetleri yoktu göndermeye. Fazla ısrar edip mecbur bıraktım onları.
Aşkın: Hewal Ruşen operasyon süreci olduğu için kaygılıydı. Mayıs ayı operasyon ayı ama ben operasyondan değil de ihbar yemekten kaygılıyım. Operasyonun üstesinden geliriz. Ama ihbar bizi zorlar.
İhbar, ihanet… İnsanın kendi doğduğu büyüdüğü açlığını yoksulluğunu, acılarını, çocukluk düşlerini paylaştığı insanlardan ihbar yemesi ne kötüdür. Biliyor musun Yılmaz, bu köyün geçmişiyle bugününü düşündükçe içim daralıyor. Düşmana olan kinim artıyor. İnsanlarımı nasıl düşkünleştirdi bu alçak devlet. Kimini işkence ve baskıyla düşürdü. Kiminin açlığını yoksulluğunu kullandı. Alçaklar yeşil kartların tüm bürokrasisini karakollar üzerinden yapıyorlar. Zavallı halka “Bilgi vermezsen işlemlerini yapmam. Hastaneye gidemez, çoluğunu çocuğunu tedavi ettiremezsin” diye dayatıyorlar. Kimi korkusundan kimi bozulmuş kişiliğinden üç kuruşa tamah edişinden bir zamanlar bağrına bastığı gerillayı karşısına alıyor. Yirmiye yakın şehidi var Uskex’in. Şimdi ihanet kol geziyor bu topraklarda. Ancak bu böyle sürmeyecek. Buna müdahale edeceğiz. Bilinçsizce yapanları caydırmak, gerillanın kanına girenleri cezalandırmak gerekir. İhanet, bu halka ödetilen en ağır bedel… Bunun fakında değiller ama bu böyle. İhanetten daha büyük kötülük var mı?
Yılmaz: Neyse Aşkın gece gece yine daldın derinlere. Kalk yat. Yarın köyde bu konuları onlarla bir güzel konuşuruz. Unutma, ihanetlere yanıtımız direnişlerimiz olacak. Ben nöbeti ayarlar seni kaldırırım.
Aşkın: Gel de uyu şimdi. Çocukluğum, çobanlığım, devrimciliğimin ilk ürkek adımları gerillaya katılışım gitmiyor gözümden. Biliyor musun Yılmaz ’90 yılında TİKKO’nun iyi bir kuryesiydim. Çobanlar kuryeliği de iyi yaparlar ya. Biz de çobanlığı devrime hizmet ettirdik kendi çapımızda. ’91’de gerillaya katıldım. Katıldıktan sonra ilk gelişimin heyecanı şu ana yakındı.
Sonra anam… Bir görsen öyle güzel ki… Yaşlıdır ama yiğit kadındır. Yoksulluğun girdabında karnımızı doyurmak için az çırpınmadı. Hani gün yüzü görmedi derler ya… Benim anamda gün yüzü görmeyen milyonlarca anadan biriydi. Öyle yoksulduk ki, anama “ faqır” derdi herkes. Yoksulların yoksuluyduk. Sonra kardeşim… Adı Cafer’di. Bizim üzerimize çoban yoktu buralarda. Tek sermayemiz çobanlığımızdı. Onun da hakkını veriyorduk. Acılarımız, yoksulluğumuz, öfkemiz umutlarımız çoban yüreğimizde mayalandı. Ben çobanlıktan devrimciliğe adım attım. Zavallı kardeşim devrimcileşme şansı yakalayamadan on dört yaşında bir çoban olarak öldü.
Yılmaz: Aşkın sen karanlığı kamufle ederek ağlıyorsun galiba.
Aşkın: Cafer’i ne zaman düşünsem dayanamıyorum. Çobanlık yapıyorduk dedim ya. Davarları umutlarımızla birlikte Ali Boğazı’na sürüyorduk. Çakı gibiydi Cafer. Ama Ali Boğazı’nın sarp kayalıkları aldı onu bağrına. Yaşadığımız yoksulluğu genç yüreğine yakıştıramadığından mı, daha fazla zulüm yaşamasın diye mi? Yoksa yamaçlarında bir ceylan gibi seken on dörtlük bir delikanlıyı kıskandığı için mi bilmem ama aldı onu. Tam üç gün sonra bulduk cesedini. Sonra bir daha gitmedik Ali Boğazı’na. Ali Boğazı yaylalarına devlet değil ama biz kendimiz yasak koyduk. Devrimcileşmem de bunların etkisi çok fazla oldu. Gerillada kaldığım altı yılın öfkesini bu havayla soludum. O dönem gerilla yaşamım altı yıl sürdü. Sonra yurtdışı… Dağlara sevdalı ben, o sorunlu dönemi yanlış yerde atlatmaya çalıştım. O dönem başka alternatif yok gibiydi. Şu benim Kuzey Yıldızı hiç bırakmadı peşimi. Avrupa’nın o çürümüş yozlaşmış sokaklarında geceleyin gözümü göğe çevirdiğimde hep onu aradım. Avrupa’nın tozlu kirli havası ben dağlardan uzaklaştıkça onu sönükleştirdi. Ama zayıf da olsa hiç esirgemedi parlaklığını. Hep geri dön dedi “gerilla ol, çoban ol ama gel” dedi. Yine belirsizliğimin, çıkmazlığımın ortasında şehitlerimizi ve partimi hatırlattı. 2002 yılında TKP/ML yeryüzündeki kuzeyim oldu. Kendi içinde sıkıntılı iki yılın ardından 2004 yılında buluştum dağlarımla silahımla. Yıldızlar dağda daha yakındır insana. Güneş daha çok ısıtır dağdakini. Soğuk fena çarpar dağda. Dağda yaşam, çelişkiler daha keskindir. Ve dağda savaş nasıl da güzelleştiriyor insanı, güzelleşmek istiyorsa.
Seninle aynı pınardan beslendik şimdi sen savaşın ortasında bir PKK gerillasısın, senin kendince nedenlerin var bir şey diyemem. İnsanlar yaşadıkları süreçlerden farklı sonuçlar çıkarıyor. Sana saygım sonsuz. Ama ben TİKKO’cu olarak öleceğim. Bu dağlarda. Görüşeceğim yoldaşları bekliyorum. Sorunların çözüleceğine inanıyorum. Seninle örgütsel ve siyasal olarak yollarımız ayrıldı. Ama bir şeyler yolumuz birleştiriyor. Sana duyduğum sevgi ve saygıdan dolayı yanında olmayı seviyorum.
Yılmaz: Bu akşam bende de garip hava var. Ama sen daha ayrı bir havadasın. Derin bir nostalji yaptık. Şimdi sıra bende desem başlasam söze şafak söker. Ben yarın geceye saklıyorum hakkımı. Şimdi kalk yat. Yarın işimiz çok. Dinlen biraz.
Aşkın: Haydi öyle olsun. Biliyorum sorun dinlenmek değil. Yalnız kalıp düşünmek istiyorsun. Ne de olsa komutanımsın. Yaşın da benden büyük talimat-saygı gereği bana yatmak düşer. Haydi, şew baş. Bak yine şu abartılı fedakârlık hallerine kapılıp beni nöbete kaldırmazlık etme. Bu konuda sicilin kabarıktır. Gece boyu nöbet tutmak sen de iki şekilde açığa çıkıyor. Birinci halin, ‘80 öncesi devrimcilere has, son kuşak devrimcilerde ise silikleşen fedakârlıkla özellikle genç, yorgun, yoldaşlara kıyamayarak nöbete kaldırmayarak sabaha kadar nöbet tutma. İkinci halin, nöbet konusunda duyarsızlıkların olduğu dönemlerde duyarsız yoldaşlara iyi bir ders vermek, eğitmek, insan iradesinin sınırlarının genişliğini göstermek için bir hafta tuttuğun gece nöbetleri.
Yılmaz: Ya Aşkın sen ki normalde bu kadar konuşmazdın. Yeter artık bu gidişle nöbete-möbete gerek kalmayacak. Haydi, şev baş…
Yılmaz, gecenin karanlığında, düşüncelerinin derinliğiyle nöbetin gerekliliği konusunda kısa bir muhasebe yaptıktan sonra sıyrıldı gecenin ağırlığından. Tüm dikkatini nöbete kesti.
Aşkın’sa kütüklüğünü çıkarmadan silahını yanına koyarak bir ardıcın dibine kıvrıldı. Düşüncelerinin derinliğiyle uykunun gerekliliği arasındaki muhasebesi uzun sürdü. Yenildi uyku, düşüncenin derinliğine. Düşünmek istediği o kadar çok şey vardı ki hangisini düşünmeliydi? Neyi düşüneceğini düşünürken gözleriyle gökyüzündeki kuzeyini aradı. Bulamayınca yeryüzündeki kuzeyi geldi aklınla. Görüşmek istediği yoldaş belki yakında gelirdi. Şu işi hal ettikten sonra onunla görüşme şansı yakalayacaktı. İşin bir an önce hal olmasını biraz da bu yüzden istiyordu. İdeolojik-politik olarak asla kopamadığı Kaypakkaya düşüncesinden örgütsel olarak da kopmak istemiyordu. Örgütsel, kişisel sorunlar savaşı asla gölgelememeliydi. Savaştan bir kere kopmuştu, bir daha kopmayacaktı. Sıkıntılıydı. Anlaşılamadığı gibi anlamadığı da oluyordu. Bu düşünceler patikası köy yoluna evrildi. Tüm köy evlerini tek tek canlandırdı gözünde. Komşu evlerinin fertlerini tek tek saydı. Hiçbirini unutmamıştı. Köyün girişinde anasının yoksul evi vardı. O gerilladayken her gece Aşkın’ı beklerdi. Acaba yine bekliyor muydu? Yarın onu evin kapısında karşılayacak mıydı?
Sonra yoldaşları düştü aklına. Bölge örgütüyle yaşadığı sorunlardan dolayı geçici bir süre PKK’nin yanında kalacaktı. Oysa sorunları çözemediği yoldaşlarıydı. Ancak tüm sorunlara karşın yüreği hep onlarlaydı. Daha bir gün önce uzaktan uzağa seyretmişti onları. Köye giriş hazırlıklarını yaptıklarını düşününce yaklaşmıştı yanlarına. Bir güzel kucakladı. Yeni katılan iki genç yoldaşının da dahil olduğu grup köye girecekti. O günlerde o köy riskliydi. “Ayrıyız ama ben düşünmeden edemiyorum yanınızda iki yeni savaşçı var, dikkat edin. Pusu olabilir” dedikten sonra tekrar kucaklaşmıştı. “Acaba şimdi şu saatlerde dönmüşler miydi?” diye düşündü.
Sonra Yılmaz düştü aklına. İnsan hep uzağındakileri düşünmez ki. Bazen yanıbaşındaki bir insana duyduğu sevgi ve saygıda insanın yüreğini doldurur. Hele aşkın gibi duygularını gizleyemeyen biri için böyle gecelerde dolup taşar yürek. Yılmaz’ı önceki gerilla faaliyetinden tanımıyordu. Yılmaz, Aşkın gerilladayken İstanbul faaliyetçisiydi. 1996-2002 döneminde tutsaktı. Ancak Yılmaz’ın abisi İsmet Polat’ı tanıyordu. MKP HKO gerillasıydı, Tokat’ta şehit düşmüştü. Yılmaz’la tanışmadan önce Aşkın’da büyük bir saygı uyandırmıştı. Yılmaz’ın emekçi yaşamı, devrimci mütevaziliği onu etkilemişti. Son dönem yaşadığı sıkıntılar Yılmaz’da birçok şeyi yıpratmıştı ama köklü bir devrimci ruhu vardı. Öyle ki bazı özellikleri bugüne uymuyordu. Yarının özelliklerini taşıyordu. Aşkın’ı en çok etkileyen Yılmaz’ın aile yaşamı ve İstanbul’daki devrimci yaşamıydı. Yılmaz evliydi ve iki oğlu vardı. Oğullarından birinin adı da Yılmaz’dı, kodunu ondan almıştı. Yılmaz şehir faaliyeti yürüttüğü Gazi Mahallesi’nde derin izler bırakmıştı. Sorumluluğunu taşıdığı insanlara politik pratik eğiticiliğin dışında yoldaşlığı doruğunda yaşatan bir kişilikti.
Sorumluluğunda iki gençle yağmurlu bir havada yaptığı illegal bir eylemin ardından “görev bitti, herkes yoluna” demeyenlerdendi. Eylem sonrası sırılsıklam olan gençleri alıp yoksul kondusuna götürüşünü anlatmıştı. Övünmek için değil paylaşımını paylaşmak için. O gece telaşla sobayı tutuşturmuştu. Hoş sohbetin, mütevazı bir yemeğin ardından Yılmaz yine “yat” talimatını vermişti.
Yoksulluklarını anlatırdı Yılmaz. Bir de özel mülkiyetin insanı nasıl bozduğunu anlatırdı. Bu konuda ki düşünceleri bazen mekaniklere de vesile olmuyor değildi. Kardeşleri içinde en yoksul olanı oydu. Evine eşya alma telaşıyla borçlanmanın anlamı yoktu. Başını sokacağı bir çatı, oturacağı bir kanepe, oturup yazacağı bir masa yeterliydi. Hatta bir tanıdıklarının eşyalarını yenileyip, elindekileri onlara vermesini bile kabul etmemişti. İhtiyaç fazlası olan her şey zararlıydı.
(…)
Yılmaz şehir faaliyetindeyken tutsak düşmüş ve yılları devirmişti. F Tipi hapishanelerine yönelik 2000 ölüm oruçları direnişinde yine direnenlerin içinde idi. Devrime karşı borcunu şehirde, zindanda ödemişti. Şimdi dağlardaydı sıra. Emekçi ezilen bir Kürt ailenin çocuğu olarak Sivas’ın yoksul bir köy evinde doğmuştu. Okula gitme fırsatını bile yakalayamamıştı. Ta ki örgütleninceye kadar okuma yazmayı bilmiyordu. Fakat kendini öyle geliştirmişti ki günlerce susuz kalan bir insanın suya sarılması gibi kitaplara sarılıyordu.
2005-2006 kışını yalnız geçirmek zorunda kalmıştı. Kendine tek kişilik bir barınak hazırlamış, başta kitaplarını, radyosunu ve küçük tüpünü temin etmişti. Yalnız başına geçirdiği o kış altı ay boyunca okuduğu kitapların sayısını hatırlamıyordu. Bunları öylesine sıradan şeyler gibi anlatıyordu ki sanki yaşadıkları olağan ve sıradan şeylermiş gibiydi. Oysa bu tip şeyler irade ister, Yılmaz iradeli bir insandı. Hiçbir zorluk onu korkutmaz mutlaka üstesinden gelirdi. Sadece kendiyle ilgili meselelerde değil çevresindekilerle ilgili meselelerdeki tutumu aynıydı. Bir keresinde yeni gelen iki yoldaşının yağmurdan ıslanışına dayanamayıp, hararetli bir ateş yakmıştı. Yaş odunları öyle kıvrakça topluyor ve ıslak kabuklarını ustaca bıçakla soyuyordu ki bizim gençler şaşkınlıkla onu izliyordu. Öğrenci kökenli olan gerilla yoldaş dayanamamış “Yılmaz yoldaş odunlara ne kadar kaba davranıyorsun” demiş, Yılmaz hemen yanıtını vermişti. “Yoldaşlarıma ince davranmam için odunlara kaba davranmam gerek.” Tüm bunlar olurken, dağ koşullarına alışmanın zorluğu ve gerekliliğini anlatıyor, bir yandan da moral veriyordu. Ağır yorucu bir iş mi yapılıyor, zorlananlar mı var, devreye Yılmaz girer “Benden selam olsun Bolu beyine” türküsünü patlatır, ortamı canlandırır. Tartışmalar da çatılan kaşları öfkesini, yoldaşlarıyla sohbet ederken “güzel yoldaşım, canım yoldaşım”la başlayan cümleler sevgisinin ifadesiydi. Aşkın bunları düşünürken, Yılmaz’ı böyle güçlü kılan ne diye düşündü. Sonra gayri ihtiyari yüksek sesle “ halk sevgisi” dedi. Nöbetteki Yılmaz bu sesle irkilip Aşkın’a döndü.
Yılmaz: Sen daha uyumadın mı? Halk sevgisi böyle bir şey, uyutmaz insanı. Akşam bir güzel kucaklarsın halkını.
Aşkın hafiften gülümseyerek, Yılmaz’a onu çok sevdiğini söylemek istedi. Ama daha uygun bir zamanı tercih ederek, erteledi.
İşte tüm bunlar Aşkın’ı Yılmaz’a bağlayan özelliklerdi. Aşkın bunları düşünürken doğrulup Yılmaz’a baktı. Sabah olmak üzereydi. Yılmaz yine nöbete kaldırmamıştı. Aşkın’sa ise hiç uyumamıştı ama farkında bile değildi. Son düşüncelerinin ağırlığıyla nöbet için sitem gereksiz gördü. Kalkıp birlikte keşif yaptılar. Durumun normal olduğuna kanaat getirip, ateş yaktılar. Yerleri çok iyi değildi, arazisi zayıftı. Duman çıkarmadan, yaktıkları ateşte demledikleri çayı içip kahvaltılarını yaptılar. O gün gerillanın yaşamında ki rutin işlerin dışında kalan zamanlarda işlerini konuştular, geceden kalan sohbetlerine devam ettiler. En çok Yılmaz konuştu. Aşkın’sa hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan dinledi. Akşam yola çıkmadan önce son gözetlemelerini yaptılar. Silahlarını kontrol ettikten sonra Uskex yoluna düştüler. İşlerini hal etmek için acele etmeleri gerekiyordu. Ancak birkaç aksilik çıktı. Ertesi gün tekrar gelmeleri gerekti. O gece orada kalmaya karar verdiler. Bir gerilla için en sakıncalı kararlardan biriydi. Hele ki ihbarcılığın yaygınlaştığı bir süreçte bu hiç doğru bir karar değildi. Akşam dikkatlerini çeken bir iki ayrıntı olmuştu. Ama onları doğru yorumlayamadılar. Oysa ihanet geceden kuşatmıştı beyinleri. Düşman hiç ummadığı bir anda karşısına çıkan bir avı parçalayacak olan yırtıcı bir hayvan gibi ağzından salyalarını akıtarak köyü sarmıştı. Yanlış bir karar, ihanet düşmanın pervasızlığı üçgeni destansı bir direnişin startı oldu. Sabah saatinde evi kuşatan düşman “ teslim ol “ çağrılarıyla Uskex’in sessizliğini bozdu. Dışarıda düşman dışarıda ihanet vardı. İçerde az sonra kopacak olan fırtınanın sessizliği…
Dışarıda ölüm içerde yaşam, dışarıda zulüm içerde direniş…
Dışarıda korku içerde cesaret, dışarıda sayısız namlu içerde iki yürek…
“İhanet kesti yolumuzu” dedi Aşkın.
“Direneceğiz” dedi Yılmaz.
“Tamam, hem de sonuna kadar … Doğduğum evde ölmenin huzurundayım, seninleyim sonuna kadar” dedi Aşkın.
Önce evdekileri dışarı çıkarmak gerekiyordu.
Saat on…
Aşkın telaş içindekileri sakinleştirmeye çalışıyordu. Anasına baktı aceleyle, nasıl da güzeldi, yaşlıydı ama yiğitti. Fakat şimdi titriyordu. Ölmekten değil, ölümden korkuyordu. Oğlundan can parçasından kopmak en büyük ölümdü. Aşkın “çık anam, faqirim, çık. “ dedi. Ana sırat köprüsünde donmuş kalmıştı, sanki. Nasıl çıksındı ki? Hıdır’ını bırakıp çıkacaktı. Cafer’in acısı hala ilk günkü tazeliğini korurken bunu kaldırabilecek miydi? Yaşamı dondurmak istedi. Oracıkta ölmek, yok olmak, sonsuzda kaybolmak istedi ve kendinden geçti. Aşkın anasının yanındayken Yılmaz imha edilecek belgeleri yaktı. Şarjörleri hazırladı ve mevziler kurdu duvar diplerine.
Ve evdekiler dışarı çıkarıldı. Ananın dizleri tutmuyordu. Söz vermişti, dik yürümeye çalışıyordu. Ardında iki gerilla, önünde düşman… Ardında yaşamı, önünde ölümü temsil edenler duruyordu. Oracıkta donup kalmak istedi yine. Siper olsaydı evlatlarına, tüm mermiler önce ona saplansaydı, iki kere ölseydi, diye düşündü.
Arasat yolu hem uzun hem kısadır. Yoksa Arasat yolumuydu. Arkada cennet önde cehennem, arkada dünya önde mahşer yeri… Arasat’ın ne uzun ne kısa yolunun yolcuları yolculuklarını bitirmişlerdi.
Saat on bir…
“Teslim olun, birazdan mermilerini bitecek, yazıktır göz göre göre vurdurmayın kendinizi, devlete sığının, cezanızı yatar çıkarsınız. Dışarıda koca bir ordu var. İki kişiyle bizi yenemezsiniz. Teslim olun” çağrıları ara bırakmadan yerini kurşun seslerine bıraktı.
Kurşun sesleri teslim olun çağrıları, kurşun sesleri, teslim olun çağrıları… Saatlerce sürdü bu. Oysa içerdekiler unutmuştu başka sesler duymayı, duydukları yalnızca birbirlerinin ve tarihin doyumsuz sessiydi.
Şimdi yaşama dair ne varsa bu yoksul köy evinde ki iki gerillanın hükmündeydi. Yoksul köy damı sınırsızlıkla zamansızlıkla dünya oldu, tarih oldu.
Marks’ın en sevdiği Spartaküs’ün heybetli sesini duydular. “Haydi sonuna kadar” dedi. Yılmaz’ın yaralı teninden akan kan Paris komünarlarından Jean ve Janette’nin kanına karıştı. Jean ve Janette anlatmaya başladı;
“Biz komüncüler, karşı koymayı ölümüne sürdürüyorduk, ölüyor ama teslim olmuyorduk. Zaferin mucizevî gücü hiç bırakmadı bizi. Tüm Paris Versailles’ler tarafından kuşatıldığında barikatlar kurup çatıştık, sizin gibiydik. O gün de güçler kıyaslanmayacak kadar dengesizdi. Kristal gibi pürüzsüz ve açık bir Mayıs günüydü. Leylaklar, akasyalar çiçek açmıştı. Çiçeklerin keskin ve hoş kokusu insanın başını döndürüyordu. Bugünkü gibi. Napolyon’un başkomutanları kordonlar ve taş üzerine oyulmuş nişanlarla dolu zengin üniformaları içinde boş gözlerle bize bakıyordu. Dışarıdakiler gibi. Sonra kurşunumuz bitti. Komünün varlığının sona erdiği o korkunç 28 Mayıs günü barikatların birinde son mermimize kadar çarpıştık. Yaşasın Komün! diyerek veda ettik yaşama. Ölmüştük ama teslim olmamıştık. Bugün sizin takviminiz 27 Mayıs’ta. 28 Mayıs sabahı olmayacak belki de öleceksiniz ama inanıyoruz ki teslim olmayacaksınız bizim gibi.”
Aşkın yoksul evi dolduran sesler arasında Seyit Rıza’yı aradı. Sonra Ali Şer’i. Düşündü, Seyit Rıza Dersim’liydi, Ali Şer Koçgiri’li. Onları buluşturan nedenler Aşkın’la Yılmaz’ı da buluşturuyordu. İnceden inceye gülümsedi ve birden Qopo’ya ilişti gözleri. Qopo’nun ’38’de Ali Boğazı’nda bir mağarada otuz kişiye yaptığı konuşmayı duydu;
“Önümüzde iki yol var. Ya teslim olup sonu meçhul bir karanlığa, sürgüne yürüyeceğiz. Bu ölümlerin en büyüğüdür. Ya da direneceğiz. Mezarlarımız bu topraklarda olacak.” Kahramanlık hikâyeleriyle büyüdüğü Qopo yalnız bırakmamıştı.
Saat on iki…
Yılmaz: Mermileri idareli kullan Aşkın. Bugünü akşam edeceğiz. Karanlık bize dost onlara düşman… Bu iş ne kadar uzarsa o kadar iyidir. Unutturmayacağız bugünü onlara. Öyle bir hamlede bizi yok etme zevkini yaşatmayacağız onlara.
Aşkın: Bunlar şimdi hazırlıklıdır. Zaman kazanmak için biz de hazırlık yapalım. Ben gidip battaniye getireyim ıslanıp sarılalım. Kimyasal atabilirler. Günü akşam etme konusunda sana katılıyorum. Bakarsın son bir kez gökyüzündeki Kuzeyimi görürüm.
Yılmaz: Neden olmasın, canım yoldaşım.
Aşkın evin içinde sürünerek annesinin mis kokulu battaniyelerinden ikisini ıslatmaya çalışırken bir yandan da yeryüzünde ki Kuzeyini düşündü. Onları bir kez daha görebilmeyi düşledi. Göremezse de Kuzeyi, partisi ona sahip çıkacaktı.
Saat bir…
Yılmaz’la Aşkın sayılı kurşunlarını sayarak yolluyordu düşmana. Nişan alıp mermiyi namludan gönderene kadar geçen sürenin dışında içeriği sınırları ve zamanları parçalayan konuşmalar devam ediyordu.
Yılmaz Gazi barikatlarına gitti. Slogan sesleri ilişti kulaklarına, “Gazi’nin katili patron-ağa devleti.” İçerisi Gazi oldu, yüzleri maskeli gençler, kadınlar, yaşlılar herkes oradaydı. Gazi barikatlarına benzetti birden orayı.
Saat iki…
Mermiler iyice azaldı.
Saat üç…
İçeriye sıkılan mermiler arttı.
Saat dört…
İçerde yaşam, içerde direniş… Henüz yüreği ateşe düşüp düşleri gömülmemişken ateşe, dinledi suçsuz yere ölen binlerce insanın sesini. “Bizi anımsayın ve savaşın. Tiranın ayakları altında çiğnemeye yeltenen partizanın kızıl bayrağını bırakmayın yerde.”
Saat beş…
İçerde son mermiler dışarıda yangın bombası.
İçerde yangın. Ve artık yangın renginde görmeye başladı dünyayı Yılmaz ve Aşkın. Önce gözleri aktı ateşe. Akan yangın renkli gözleriydi. Sonra yüzleri aktı ateşe. Henüz gömülmemişken düşleri… Seslendi iki yürek, seslendi iki yangın gözlü direnişçi “Ey Dersim! Zamanımız geldi artık, ölüyoruz. Sevgili annem hoşçakal! Hoşçakalın dostlar, hoşçakalın yoksul insanlık! Artık terk ediyoruz yeryüzünü. Ama en son senin adını söyleyeceğiz ey özgürlük! Oldu mu ki seni bizden daha çok seven ve senin için yüreğini ve gözlerini ateşte dağlayan? Yangın yerine dönen bedenimizde sönmeyen düşlerimiz, yükselecek gökyüzüne ve yayılacak tüm evrene. Yayılacak defne ağaçlı yoksul bakır renkli topraklara. Ve önce Dersim’li çocuklar ve analar görecek ateş toplu komünarca direnişimizi.”
***
Mahmut ve Hıdır yangınlar içinde son notlarını düştüler ve uğurlandılar son yolculuklarına.
Mahmut son yolculuğunu devrimci yaşamının mütevazı yıllarını geçirdiği Gazi Mahallesi’nde tamamladı. Gazi Mahallesi birçok devrimcinin toprakla hava arasında son randevu yeriydi. Haberin duyulduğu gün Cemevi yine kalabalıktı. Akrabaları, dostları, tanıyan tanımayan ama direnişini sahiplenen herkes Mahmut’un evine akın etmişti. Yoksul evin üst katlarından aşağı Mahmut’la Hıdır’ın resimlerinin olduğu “Gerillalar ölmez, yaşasın Halk Savaşı” yazılı koca bir pankart sarkıyordu. Oradaydı Mahmut, oradaydı Hıdır… Oradakilerin gözlerinde, yüreğinde, bilincindeydiler. Dışarıdaki kalabalık tam altı saat süren direnişi konuşuyordu. Mahmut’un anılarıyla yüklü eşyaları misafirlerini ağırlıyordu. Ana en çok “Mamo, Mamo” diye ağıt yakıyordu. Kucağında İsmet’in, Mahmut’un fotoğrafı, Kürtçe acılarını anlatıyordu.
Hıdır doğduğu evde ölümü de tatmıştı. Ve yine o topraklardan gitmeyecekti. Onun yaşamla son randevusu Dersim toprakları oldu. “faqır” anası Hıdır’ı son randevu yerine kadar bırakmadı. Onu toprağına emanet ederken “ben sık sık geleceğim, unutmayacağım oğul unutmayacağım, anlatacağım oğul anlatacağım” dedi. Sonra yüzünü göğe çevirdi sanki bir şeyler arıyordu. Bulamamışçasına toprağa döndü. O günü zar zor akşam etti, uyumak bir daha uyanmamak istiyordu. Bir ara yoksul evden dışarı bıraktı kendini. Gökyüzüne çevirdi gözlerini ve yıldızlara baktı. Sanki Hıdır’a söz vermişçesine çoban yıldızına baktı. Yüreğinde yalnızca ağır bir hüzün yoktu. İsyankâr bir geleneği olan bu topraklarda şehit düşmüş bir gerillanın anası olmanın gururunu da taşıyordu. Bu topraklar nice Hıdır’ı almıştı bağrına ve belkide daha alacağı da vardı. Ama kesin olan bir şey vardı ki bu zulüm bu zorbalık bedeller ödenmeden son bulmayacaktı. Bir gün açlık, yoksulluk, zulüm son bulacak herkes gülecek, mutlu olacaktı.
KUZEY SİZİ UNUTMADI…