15-16 Haziran İşçi Direnişi ve Öğrettikleri
Bugün işçi sınıfı ve emekçi yığınların her zamankinden daha çok 15-16 Haziran’lara ihtiyacı vardır.
16 Haziran 2024
“İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse o kadar ucuz meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar.”
Marks’ın bu acı gerçeği şiirsel dille betimlemesi, işçilerin ve genel olarak emekçilerin yalın gerçekliğini gözler önüne sermektedir. Burjuvazi bu gerçekliğin bilincinde olarak sömürüde sınır tanımaz. Artık değer sömürüsünün durmaksızın artırır. Bu artışın sınırı yoktur, sonsuzdur.
Ne pahasına? İşçilerin çalışan emekçilerin hiçleşmesi, değersizleşmesi ve çaresizlik, umutsuzluk girdabına sürüklenmeleri pahasına. Hiçleşen, değersizleşen işçiler fabrikalarda, üretim komplekslerinde birbirleriyle yarışır ve çatışırlar.
Bölünen, parçalanan, dayanışma, yardımlaşma duygu ve bilincinin yitirilmesi hali tam da kapitalistlerin ve yönetici erk sahiplerinin istedikleri şeydir. Zira bu durumdaki işçi, emekçi yığınları, dayanılmaz baskı ve sömürü çarkını kırma girişiminde bulunamazlar. Değersizleşme hali gerici ideolojilere, dine ve kapitalizme teslimiyeti koşullar.
Ancak Marks, “İnsanlık tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” derken sınıf mücadelesinin her şeye rağmen kesintisiz ve değişkenlik göstererek devam ettiğini, değersizleşme gerçekliğine rağmen direniş dinamiklerinin yok edilmesinin mümkün olmadığını, varlığını sürdürdüğünü, bir mum ışığının karanlığı parçalaması gibi, başla(yan)tılan bir direnişle bütün bir toplumun sarsılarak uyandığını, değersizleşme zincirini kırmak için harekete geçtiğini de belirtir.
Zira işçi sınıfının, emekçilerin ve insanlığın yaşamdan vazgeçmemesi, yaşamı en zor koşullarda tekrar tekrar üreterek, “vardık, varız, varolacağız” diyerek haykırması burjuvazinin, sömürücülerin korkulu rüyasıdır.
15-16 Haziran gibi tarihe damgasını vuran işçi hareketinden söz edebilmek, onu anlayabilmek için öncelikle işçi sınıfının iz bırakan tarihi değerdeki eylem ve grevlerine değinmek gereklidir.
“…İnsanların dünyasının değersizleşmesi nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar” diyen Marks bir gerçeği dile getirirken, tersine 15-16 Haziran gibi öncesinde ve sonrasında gerçekleşmiş büyük tarihsel önemdeki işçi emekçi direniş başkaldırıları ile de “değersizleşme” büyük ölçüde kırılmış ve işçiler emekçiler değerli oldukları duygu ve bilinci ile dünyayı değiştirebilecekleri umuduyla kendilerini ve hayatı yeniden üretmek için harekete geçmişlerdir.
Ki, grev hakkı, kapitalizm koşullarında işçi sınıfının sınıf ve insan olarak kendisini varedebilmesinin, geleceğe dair düş kurabilmesinin olmazsa olmazı bir hak ve varolma aracıdır.
İşte tam da bu nedenle bir hak olan grev hakkını, bu hakkı örgütlü bir şekilde kullanabilmenin olmazsa olmazı sendikal örgütlenme hakkını koruyabilmek için kendiliğinden başlayan ve gerçekleşen tarihsel önemdeki bir işçi hareketidir 15-16 Haziran direnişi.
Asla unutulmaması, gözardı edilmemesi gereken en önemli şey tarih bilincidir. Tarih bilinci, işçi ve emekçi hareketlerinin doğru, tutarlı, analatik değerlendirilmesinin mihenk taşıdır. Zira 15-16 Haziran işçi hareketi, durup dururken aniden patlayan bir hareket olmadığının, öncesindeki ülkede ve dünyadaki ekonomik, siyasi, toplumsal gelişmelerin bir ürünü olduğunun kavranması tarih bilinci ile olanaklıdır.
İnsanın gerçekleştirdiği her türlü başarı ya da başarısızlığın bir tarihi vardır. Bu bakımdan olaylara olgulara tarih bilinci ile yaklaşmak ve anlamaya çalışmak, yaşadığımız döneme eleştirel bakabilme imkanı verir. Bu aynı zamanda, insanın özgürleşme ve insan olarak yaşama olanaklarının gerçekleştirilmesi istikametinde politik bir duruşu ve yönelimi içerir.
Geçmiş sadece geçmiş değildir, geçmiş bugündür, gelecektir. Geleceği kazanabilmenin yegane yolu tarih bilinci ile önceki işçi ve emekçi hareketlerini incelemeyi gerektirir.
Kısaca Türkiye İşçi Sınıfının Gelişimi
Bu bilinç ve yaklaşımla incelendiğinde, Osmanlı’da modern bir sanayiden söz etmek mümkün değildir. Osmanlı’da ekonomi, gelişmiş Avrupa ülkelerine hammadde ve gıda ürünleri satma, onlardan mamül madde almak şeklindedir.
Sanayisi olmayan, metalurji tesislerinin bulunmadığı Osmanlı’da üreticilerin % 90 gibi ezici kesimi kendileri ve yakın çevreleri için zorunlu yaşamsal ürünleri ancak üretebiliyordu. İşletmelerin % 96’sı bir ile on kişi arasında çalışanın bulunduğu el emeği ile üretim yapan zanaatçı işletmeleri niteliğindeydi.
Osmanlı’nın son dönemlerinde tekstil alanında faaliyet gösteren imalat atölyeleri vardı. Bunların önemli bir kısmı buhar ve elektrikle çalışıyordu. 1915 yılındaki sayımda imalatın % 70’inden fazlasını gıda “sanayii” oluşturuyordu.
Üretilen pamuğun yüzde sekseni ham olarak ihraç ediliyordu. Sanayi üretimi olarak adlandırılan işkolları gıda, toprak, deri, ağaç, dokuma, kırtasiye ve kısmen de kimya alanındaydı. Maden, demiryolları ve tersanelerde çalışan işçilerle birlikte toplam işçi sayısı 20 bine yakındı.
Cumhuriyet döneminde 1927 yılında yapılan bir istatistik çalışmada ülke genelinde 65 bin 245 işletmede toplam 250 bine yakın çalışanın istihdam edildiği tespit edilmiştir. Bu işletmeler içerisinde 20’den daha fazla işçinin çalıştığı işletmeler yüzde 1.5 civarındadır.
Bu işletmelerin ağırlıklı olarak tekstil atölyeleri olduğunu belirtelim.
Osmanlı’da ilk grev 1853 yılında Dolmabahçe Sarayı inşaatında çalışan işçilerin ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle gerçekleşir. 1826’da Feshane işçileri, 1845 yılında Hereke Halı Fabrikası işçileri, 1830-1850 arasında Beykoz, Yıldız ve Paşabahçe’de çini ve cam işçileri, nihayetinde 1872’de Haliç Tersanesi’deki İngiliz işçilerinin başlattığı grev ve bu greve yerli işçilerin katılması iz bırakan belli başlı işçi eylemleridir.
Ancak bütün bu grev ve hak alma eylemleri sendikal örgütlülükten yoksundur. Grevler tek tek işyerlerinde çalışan işçilerin kararlarıyla gerçekleşiyordu. Bu nedenle tek tek işyeri sınırlarını aşmayan, işkolları geneline yayılmayan eylemlerdi.
İlk örgütlü grev 1872 yılında Taşkızak Tersanesi’nde ücretlerini alamayan işçilerin Amaleperver Cemiyeti öncülüğünde başlatılan ve başarıyla sonuçlanan grevdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında 1923’de Şark Demiryolları Şirketi’nde çalışan işçiler greve gittiler.
30 Haziran 1924’te İstanbul posta dağıtıcıları ücretlerini yetersiz bularak topluca istifa ettiler. Ardından Kuru Meyve Fabrikası çalışanları bir haftalık grev gerçekleştirdiler.
Küçük ama haylice yaygın olarak birçok yerde grevler gerçekleşiyorken 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi toplandı. Kongre’de sendikal örgütlenme hakkı, 8 saatlik işgünü, ücretli tatil ve 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kabul edilmesi kararlaştırıldı.
Cumhuriyet’in bu ilk yıllarında genel siyasi ortamda nispi bir yumuşama-rahatlama ve işçi haklarında iyileşme olmakla birlikte 1925 yılındaki Şeyh Sait “İsyanı” ile bu süreç son buldu. Çıkarılan “Takrir-i Sükun Kanunu” ile işçiler, emekçiler üzerinde baskı dönemi başlatılmış oldu.
Akabinde çıkarılan yasa ile grevler yasaklandı, varolan haklar gasp edildi. Bundan sonrası işçi, emekçi haklarının tümüyle gaspı ve sistematik baskının sürdürüldüğü yıllar oldu. CHP, DP, AP iktidarlarında da bu baskı ve yasaklamalar amansızca sürdürüldü.
Zira, azami sömürünün gerçekleşebilmesi için sendikal hakların ve grevlerin yasaklanması şarttı. Bütün Cumhuriyet hükümetleri bu yöndeki politikalarla baskının ve hak gasplarının yasal zeminini oluşturdular.
Komprador burjuvazi ve hükümetlerinin bu politikasının kaçınılmaz sonucu işçi-emekçiler-halk üzerinde varolan, Osmanlı’dan beri devam edegelen baskı ve sınırsız sömürünün kesintisiz devam ettirildiğini göstermektedir.
Özcesi bazı burjuva liberal çevrelerin öne sürdükleri gibi işçiler-emekçiler lehine bir iyileşme ve ilerleme gerçekleşmemiş, bu noktada Cumhuriyet’le Osmanlı arasında yapısal bir fark bulunmamaktadır.
2.Emperyalist Savaş yıllarına kadar gevşetilmeden sürdürülen amansız baskı politikası savaş sonrasında yerini nispi bir yumuşamaya bırakmakla birlikte gerek demokratik hak ve özgürlükler gerekse de sendikal haklar önündeki kısıtlayıcı yasakların kaldırılması için yasal bir düzenlemeye gidilmemiştir.
Ancak savaş yılları ve sonrasında birçok ülkede sosyalizm hedefli gerçekleşen demokratik devrimler ve Asya-Afrika-Latin Amerika halklarının anti-emperyalist mücadelelerinin gelişmesi yeni bir dönemi başlatan esas etmenler oldu.
Demokratik-sosyalist devrimlerin Avrupa’ya yayılmasının önlemek adına burjuva demokrasisi kapsamında temel hak ve özgürlerin önü kısmen açıldı. “Sosyal demokrasi” ve “sosyal devlet” modeli ile Avrupa’da yükselen sosyalist devrim hareketleri durdurulmaya ve sönümlenmeye çalışıldı ki, bunun başarıldığı söylenebilir.
Emperyalist savaş sonrasındaki bu stratejik yönelimden ve konjonktürden Türk egemen sınıfları ve hükümetleri de azade değillerdi, olamazlardı da. Dünya halklarının emperyalizme karşı yükselen mücadeleleri ve Sovyetler öncülüğünde Doğu Avrupa’da bir dizi ülkede sosyalizm içerikli demokratik devrimlerin gerçekleşmiş olması, farklı uluslardan ve milliyetlerden Türkiye halkını derinden etkiledi.
Bununla birlikte emperyalist kamptan kopuşu önlemek ve Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmak için Türkiye emperyalist bir pakt olan NATO’ya alındı. Savaş sonrasında emperyalist sermayenin sınırlı da olsa Türkiye’ye ihracı ve montaja dayalı da olsa yeni fabrikaların kurulması işçi sınıfının saflarını da genişletti. Safları genişleyen, sayısal olarak artan işçi sınıfı, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi, sendikal haklar ve grev önündeki yasakların kaldırılması için yeniden mücadele sürecini başlattı.
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi Ve Dersleri
Öncesinde Demir-İş adıyla varlığını sürdüren bir sendika 1956’da yaptığı genel kurulla adını Maden-İş sendikası olarak değiştirdi. Alınan kararla örgütlenmeyi İstanbul dışına Anadolu’ya yayma kararı aldı.
Ardından 1961 yılında TİP’in kuruluşu ile 31 Aralık 1961’de Saraçhane Mitingi, 27 Ocak 1963’te başlayan Kavel Grevi gibi kitle gösterileri ve grevler toplumsal mücadelenin gelişmesine etkide bulunan önemli dönemeç noktalarıdır.
Bu gelişmelerin basıncıyla sendikal örgütlenme yeni bir aşamaya sıçradı ve 1967’de DİSK’in kuruluşu ile sonuçlandı.
1960’larda ivmelenen, DİSK’in kuruluşuyla yükselen işçi sınıfının bu mücadelesi, 15-16 Haziran 1970’de 150 bin işçinin katıldığı, iki gün devam eden görkemli bir direnişle zirveye ulaştı. 274-275 sayılı yasa ile sendikal örgütlenmeye getirilmek istenen işkollarında yüzde otuz baraj zorunluluğu ile esasında DİSK tasfiye edilmek isteniyordu.
Adalet Partisi ve CHP oylarıyla meclisten geçen bu yasaya karşı İzmit SEKA Kağıt Fabrikası’nda kıvılcımı çakılan direniş, başta Marmara olmak üzere birçok şehirdeki işçilerin direnişe katılmasıyla yayıldı. Üç işçinin katledilmesiyle sonuçlanan 15-16 Haziran Direnişi’yle işçiler sendikalarına ve sendikal haklarına sahip çıkarak saldırıyı püskürtmeyi başardılar.
Ancak, burjuvazi ve faşist hükümeti boş durmadı. Direniş sonrasında işçi önderlerini ve sendikacıları tutuklama furyası başlatarak direnişi itibarsızlaştırmaya ve işçi sınıfına gözdağı vermeye çalıştı. Binlerce işçi sokağa atıldı ve işçiler bu saldırıya karşı bir direnişle yanıt veremediler.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen 15-16 Haziran’dan öğrenilmesi gereken önemli dersler bulunmaktadır.
a) 15-16 Haziran işçi sınıfı direnişi ile her şeyden önce sosyalizme parlamenter barışçıl yolla geçilebileceğini düşünen, Kemalist ordu ve sol askeri darbeye bel bağlayan Milli Demokratik Devrim (MDD)’cilerin tezlerinin temelsiz olduğunu ispatladı.
b) Yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo ekonomi gerçekliğine rağmen işçi sınıfının nicel ve nitel olarak gelişmekte olan tek sınıf olduğunu bütün sol-sosyalist çevrelere gösterilmiş oldu.
c) Nicel ve nitel olarak gelişmesi kaçınılmaz olan işçi sınıfının kır-şehir diyalektiğinde devrimin geliştirilmesi ve zaferinde şehirlerin tayin edici bir çekim ve güç merkezi olabileceğini gösterdi.
d) Kendiliğindenci karakterdeki işçi direnişi ve başkaldırıları ne kadar görkemli ne kadar kitlesel olursa olsun kendiliğindecilik sınırlarını aşamazlar. Kendiliğindenci hareketlerin ekonomik-sosyal taleplerin ötesinde demokratik-siyasi talepleri olsa bile, böylesi hareketler düzen sınırlarını aşamazlar, düzenin değişimini hedefleyen politik-siyasi hareketler olarak nitelenemezler.
İşçiler “adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret” yerine bayraklarına sömürücü düzenin kaldırılması parolası yazdıklarında, bu amaç ve hedef için mücadeleye giriştiklerinde siyasi hareketler olarak adlandırılmayı hak ederler.
Sonuç Olarak
Bugün işçi sınıfı ve emekçi yığınların her zamankinden daha çok 15-16 Haziran’lara ihtiyacı vardır. 15-16 Haziranları aşan, daha büyük, daha güçlü, daha görkemli direnişlere ve başkaldırılara ihtiyacı bulunmaktadır. Bugün işçi sınıfı ve emekçiler çok yönlü ekonomik-sosyal-siyasal saldırıların hedefi durumundalar.
Demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, gasp edilmesi, sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılamaz hale getirildiği, yasal-anayasal hukuksal bağlayıcılık yerine kanun kuvvetinde çıkarılan kararnamelerle on binlerce hatta yüzbinlerce işçi-emekçinin sokağa atıldığı, kıdem tazminatının gasp edilmeye çalışıldığı bugünkü koşullarda işçi sınıfının ve emekçi yığınların bütün bu vb. saldırıları püskürtebilmesi birleşik güçlü bir direnişle olanaklıdır.
Bunun başarılabilmesinin ön koşulu, olmazsa olmazı bütün gücümüzle, bütün enerjimizle işçi sınıfını ve geniş emekçi yığınları örgütlemeye ve bilinçlendirmeye yönelinmesinden geçmektedir.
Devrimci sınıf sendikacılığı ve işçi sınıfının nihai kurtuluşu için mücadele eden politik-siyasi özneler böylesi bir yönelime mutlaka girişmeli, bu mücadeleyi bıkmadan, usanmadan ilmek ilmek örmelidirler.
Zira, geniş yığınların katıldığı devrimci yığın hareketlerinin örgütlenmesi ile saldırılar püskürtülebilir ve nihai zafere doğru yürünebilir.
Birlik, mücadele, zafer şiarımızdır! Yaşasın işçi sınıfının baskı ve sömürüye karşı şanlı direnişi!