
Yoldaşlık ve Birtakım Gerçekler
Kürt ulusal hareketi de dahil olmak üzere Türkiye ve Kürdistanlı devrimci, demokrat ve ilericilerin LGBTİ+ hareketinden öğrenmesi gereken en önemli şeylerden birisi, başkasının kavgasını kendi kavgası bilmek konusundaki performansı olmalıdır.
25 Haziran 2025
Geçtiğimiz Nisan ayının ortalarında velvele.net isimli web sitesinde “Adı konulamayan bir süreç, iki yoldaş hareket: Türkiye LGBTİ+ hareketine bir çağrı”[1] başlıklı bir yazı yayınlandı. Çalkantılı yıllardan geçerken Türkiye ve dört parça Kürdistan dünyada önemli bir jeo-politik merkezde bulunuyor. Böylesi bir noktada yaşanan gelişmeler elbette dünyada birçok şeyi de etkiliyor. Lubunyaların iktidarın bir numaralı hedefi olduğu bu günlerde bazı soruları sormak zihinsel bulanıklığı dağıtacak ve ön açıcı olacaktır. Bu sorulardan ilki ve en önemlisi ise “Biz gerçekten hiç yoldaş olduk mu?”
Türkiye ve T.Kürdistanı’nda LGBTİ+ hareketinin taleplerinin dar anlamda mevcut siyasetin alanına taşınması ve doğrudan siyasetin konusu haline gelmesi 2000’lerin başlarında Türk Ceza Kanunu tasarısı sırasında, TCK Kadın Platformu’nun da katkılarıyla eşcinsel, biseksüel ve translar taleplerinin meclise taşınmasıyla olmuştu. DEHAP sürecinde Sebahat Tuncel, LGBTİ+ların taleplerini mecliste gündemleştirdi.
O günlerde Demokrat Parti ise lubunyalara yönelik ayrımcılığı programına almıştı. Bugün en büyük düşmanı LGBTİ+lar olan Recep Tayyip Erdoğan ise 2002’de bir televizyon programında herkesin bildiği o ünlü konuşmasını yapmış “LGBT’ler de insan” diyerek lütfetmişti. DP ya da Erdoğan’ı ya da benzerlerinden farklı bir tavır beklemek zaten başlı başına bir fecaattir. Ancak diğer yandan şunu da sorabiliriz; bazı adımların atılmış olması Kürt ulusal hareketini LGBTİ+ hareketinin yoldaşı yapar mı gerçekten?
Yoldaşlık ilişkisi eşit ilişkilenmeyi gerektiren bir ilişkidir. Aynı yolun yolcusu olmak anlamında eşit bir ilişkilenmektir bu. Ancak Kürt ulusal hareketinin, “kapitalist modernitenin kiri” vb. LGBTİ+fobik görüşlerinden ne kadar geri adım attıkları da tartışmaya değerdir.
Esas olan LGBTİ+ların emeğidir
T.Kürdistanı’nın birkaç şehrinde, bazı metropollerde ve Türkiye’nin ufak şehirlerinde bazı “kesişimsellikler” yaşanmış, Kürt ulusal hareketinden gelen birkaç milletvekili “kimsenin LGBTİ+lara yanaşmaya cesaret edemediği dönemde” cesur çıkışlar yapmışlardır.
Bu figürlerin ve pratiklerin genel olarak LGBTİ+ hareketine katkısı önemlidir. Ki, bu süreçlerin örülebilmesi için LGBTİ+ hareketinin verdiği emek ise esas olandır. Elbette bahsi geçen yazıda da Sebahat Tuncel örneğinde olduğu gibi hayatın geri kalanında tekil örnekleri olan dayanışmalar yaşanmıştır ve yaşanmaya devam etmektedir. Ancak bu dayanışmaların bir an’da veya belirli sınırlarda donup kaldığı da gerçektir.
Bugün hala çeşitli mahallelerde “trans dostları” ile bireysel yoldaşlık ilişkisi yürüten politik özneler bulunmaktadır. Ya da tekil örnekler olarak bazı belediyelerin “LGBTİ+ dostu protokol”lere uyduğu gözlemlenmektedir. Bu ilişkiler ile dokundukları lubunyaların hayatlarına soluk boruları oldukları da inkar edilemez. Ancak bizim davamız hiçbir lubunya bu kadar azı ile yetinmek zorunda olmasın diye olmalıdır.
Hiçbir lubunya böylesi bir minnet duygusu ile yaşamak zorunda olmasın diye olmalıdır. Aksi takdirde bir yoldaşlıktan çok, güçlü olanın güçsüz olana alan bahşettiği bir ilişkiden bahsetmek gerekir.
LGBTİ+ hareketi, gelişimi boyunca birçok farklı siyasetle ilişkilenmeye çalışmıştır. Türkiye ve T.Kürdistanı’nda komprador kapitalizmin gelişimi sürecinin en çalkantılı yıllarında bir çıkış yakalayarak yükselmesi de tesadüfi değildir. Tarihin sonunun geldiği söylemleri etrafında sınıf mücadelesinin sona erdiği söyleniyor ve farklı kimliklerin kurtuluşu fikri, yerini “özgürlükçü” söylemlere bırakıyordu.
Fakat sosyo-ekonomik yapının mevcut durumu ve LGBTİ+ hareketinin gelişim seyri içinde Türkiye ve T.Kürdistanı’nda sınıf hareketinden bir kopuş hiçbir zaman yaşanmamıştır. Tam tersi, sendika ve meslek odalarında örgütlenmenin önemine vurgu yapılmış ve bu ekonomik örgütlenmeler içinde kazanımlar elde edilmiştir. LGBTİ+ komisyonları ya da çalışma grupları kurulmuştur. Belirli belediyelerde kazanımlar elde edilmiştir.
Belli başlı alanlara sıkışmış olsa da bu alanda elde edilen kazanımları görmezden gelemeyiz. Bu kazanımlar belediye, sendika ve meslek odalarının “iyi niyetleri” ile değil lubunya öznelerin emekleri ile örgüte, tüzüğe, programa tekabül etmiştir. Kürşad Kahramanoğlu, Boysan Yakar, Zeliş Deniz gibi kişilerin harekete verdikleri yön önemlidir. Yine bu kazanımları yalnızca LGBTİ+ların kazanımları değil, bir bütün bu kurumların kazanımları olarak görmek gerekmektedir.
Zira bu kazanımlar, sınıf mücadelesinin ilerlemesi ve doğal olarak bu örgütlülüklerin de gelişmesi demektir.
Hareket 2010’lardan itibaren ve Gezi İsyanı ile en üst düzeye çıkarak birçok tartışmaya da sahne olmuştur. Elbette kitleselleşen LGBTİ+ hareketinin yürüttüğü tartışmalar, yönünü bulma ve yeni yollar açma anlamında kendi içinde önemli tartışmalardır. Kendi içerisinde şiddetin, iktidar algısının, yoldaşlık ilişkilerinin, diğer toplumsal hareketlerle kurulan ilişkilerin, mevcut devlet ile kurulan ilişkilerin sorgulandığı tartışmalardır.
Bunlardan en öne çıkanlarından bazıları “AK LGBT” ve “Ülkücü LGBT” tartışmaları olmuştur. Fakat salt bir “kimlik” meselesi olarak ele alınan heteroseksizm sorunu, bağlamından koparıldığı için hızlıca “demokratik” biçimde “Muhafazakar LGBTİ+ların da kendilerini ifade etmeye hakkı yok mu?” gibi anlamsız bir eksen kaymasına sürüklenmiştir. Zaten yaşanan gelişmeler de bu konudaki liberal tutumun ne kadar yanlış ve anlamsız olduğunu ispatlamıştır.
Aynı süreçte Kürt ulusal hareketinin bazı öznelerinin, LGBTİ+ hareketine katkıları ve/veya yakınlıkları da çeşitli tartışmaları beraberinde getiriyordu. HDK çatısı altında bir söz söyleme alanı örgütleyen LGBTİ+lar bu alanı en verimli biçimde kullandılar. Ve hatta HDP bir “gökkuşağı” imgesi olarak “bütün kimliklerin kendilerini ifade edebileceği ‘özgürlükçü’ bir parti” idi. Ancak Kürt ulusal hareketinin merkezini oluşturduğu örgütlerin LGBTİ+lara ve LGBTİ+ hareketine yaklaşımı bugünkünden çok farklı değildi.
LGBTİ+ hareketinin kazandığı ivme ile yarattığı rüzgar elbette açıktan heteroseksist söylemlerin önünü büyük oranda kesiyordu. Yine Kürt LGBTİ+ların özelde T.Kürdistanı’nda ve tüm Türkiye’de LGBTİ+ hareketine katılımı tartışmaları güçlendiriyor ve bir direniş ekseni yaratıyordu. Altan Tan’ın Malatya’da o dönem faaliyet gösteren “Malatya Homofobi ve Transfobi Karşıtı Gençlik İnisiyatifi” üyelerine HDP’de kazanılmış haklar olmasına rağmen LGBTİ+ düşmanı çıkışı cezasız kaldı örneğin.
Malatyalı lubunyalar elbette bunu teşhir etmekten geri durmadılar. Wan Ah Tamara LGBTİ İnisiyatifi’nin karşı karşıya bırakıldığı baskılar, tartışmalar ve suçlamalar bunun önemli bir örneğiydi. Bugün de Kürt LGBTİ+ların cesur çıkışları ve polis-devlet-toplum ahlakçılığı karşısında militan duruşları, bazı tartışmaları canlı tutmaya devam ediyor. Ancak Onur Yürüyüşlerinde “Rojava’da Direnen Lubunya’ya Bin Selam” sloganları atılsa da Kürt ulusal hareketinin en somut iktidar alanı olan, “Demokratik Toplum” paradigmasının hayata geçirilmeye çalışıldığı Rojava’da, LGBTİ+ların varlıkları dahi bütün kurumlar tarafından görmezden geliniyor.
Son olarak geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Sırrı Süreyya Önder’in cenazesine pek çok çevreden kurum ve kişiler çelenk yolladı. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası ve Trans+ Onur Haftası da cenazeye çelenk gönderenler arasındaydı. Çelenk, Barbaros Camii’ne ulaştı ama uzun süre orada kalamadı. Üzerine iliştirilen yazılar söküldü. Yine Amed ve İstanbul Newroz alanlarında yaşananlara karşı yapılmayanlar, Serhat Vejîn’in “yoldaşlık” diyerek ifade ettiği ilişkinin bir yoldaşlık ilişkisi olmadığını göstermektedir.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu yazının esas amacı burada ortaya konulan ters anlayışın doğrultulup ayakları üzerine dikilmesidir. LGBTİ+ hareketinin geliştirmeye çalıştığı -“dayanışma” “yoldaşlık” “kesişimsellik” gibi farklı dönemlerde farklı popüler kavramlarla ifade edilen- ilişkiler elbette ulusal harekete belirli bir döneme kadar etki edebilmişti. Özellikle bütün varlığını salt kimlik mücadelesi üzerinden kurarak sınıfsal mücadeleyi öteleyen ya da değersiz gören bir hareketin “farklı varoluşlara” saygı göstermemesi olanaksızdı.
Hele de -trans sanatçı Ayta Sözeri’nin yıllar önce sitemkar biçimde ifade ettiği gibi- “rüştünü ispatlamak zorunda bırakılan LGBTİ+ hareketi” defalarca kez rüştünü ispatlamış olmasına rağmen gemiden ilk atılan olduğu halde bu ilişkiler bir şekilde yeniden kuruldu. Bugün nasılsa LGBTİ+ öznelerin, lubunyaların verdiği emek görülmezden gelinerek heteroseksizme karşı mücadele “her şeye rağmen sokakları terk etmedikleri” için LGBTİ+lara bir lütufmuş gibi sunuluyor.
Serhat Vejîn, yazısında LGBTİ+ hareketini Öcalan’ın yaptığı çağrıya sahip çıkmaya çağırırken bir taraftan Sebahat Tuncel örneğini verirken, diğer taraftan ise yine ve yeniden LGBTİ+ların “tıpkı daha önce olduğu gibi” sürece katılmalarını istiyor. Kendi niyeti bu olmasa da ezilenlerin, sömürülenlerin “yazgısı” düşüncelerinde tekerrür ediyor; “Kürt ulusal hareketi LGBTİ+lara sahip çıktı, şimdi sıra (yine ve yeniden) bizde” demeye varan bir minnet duygusu kendisini dışa vuruyor.
Faydacı ve çıkarcı anlayışlara karşı LGBTİ+ların talepleri için LGBTİ+lar ile birlikte
Ulusal hareket, ihtiyacı gereği çeşitli işbirliklerine girmiş olsa da, tüm niyetlerinden bağımsız ezen Türk burjuvazisi karşısında sınıfsal bir tutum alarak Türk işçi ve emekçileri ile kader birliği yapmadığı sürece kendi burjuvazisinin gelişimine hizmet etmektedir.
Ezilen ulusun milliyetçiliği ile ezen ulus milliyetçiliği elbette -yıllar önce Ata Kan’ın da yazısında dikkat çektiği gibi [2]– aynı şekilde ele alınamaz. Ancak Serhat Vejîn’in yazısının başlangıcında ulus devletin karakterini tahlil ettiği paragrafta tarif edilen şeyler, ulusal hareketin kendisi için de geçerlidir. Nihayetinde “birinci sınıf” kimlik sahipliği makul kadın ve erkekler yaratmak için burada da gerçekleşmektedir.
Nitekim 6. Homofobi ve Transfobi Karşıtı Yürüyüş’ün basın açıklamasında da dile getirildiği gibi “Heteroseksizmde ortaklaşan tüm yönetimler cinsel yönelimleri ve cinsiyet kimlikleri üzerinden LGBT varoluşları inkâr ve imha politikalarından vazgeçmeyerek ilan edilmemiş savaşı sürdürüyor.”
Bugün Türk komprador burjuvazisi, mevcut temsilcisi üzerinden LGBTİ+lara Türkiye tarihinde görülmemiş bir yoğunlukla saldırmaktadır. Hortum Süleymanların, Esat-Eryaman çetelerinin vs. saldırıları belirli şehirlere ve hatta belirli gettolara yönelikti.
Pınar Selek’in “Maskeler, Süvariler, Gacılar” isimli kitabında da dikkat çektiği gibi bu saldırılar elbette devletten bağımsız değillerdi. Velakin LGBTİ+ların varoluşunun inkar edildiği 100 yıl önceki faşist Kemalist diktatörlükten LGBTİ+ların bir numaralı düşman ilan edildiği 100 yıl sonrasının faşist “Yeni Türkiye”sine geçişin yaşandığı bugünlerde, LGBTİ+ hareketinin hiçbir şey olmuyormuş gibi Öcalan’ın “silah bırakma” çağrısına kafa yormak yerine yükselen faşizm karşısında kendilerini savunabilmenin silahlarını yaratmanın aracı olan daha örgütlü ve daha militan bir çizgi örgütlemeye kafa yorması gerekmez mi?
“Tanınma yoksa barış da yok!”
LGBTİ+lar başta olmak üzere, tüm toplum heteroseksizmin manipülatif sömürü saldırılarına maruz kalmaktadır. Bu anlamıyla heteroseksizme karşı mücadele toplumun tüm ezilenlerinin ve proletaryanın görevleri arasında yer almaktadır.
Yıllar önce tekrarlanan bir “barış” düşü bugün tekerrür ederken yıllar önce LGBTİ+lar tarafında barış mitinglerinde açılan bir dövizi de yeniden hatırlamak önemlidir: “Tanınma yoksa barış da yok!”
LGBTİ+ hareketine yönelik birçok eleştiri yapılabilir ve gittiği yol irdelenmelidir de. Ancak Kürt ulusal hareketi de dahil olmak üzere Türkiye ve Kürdistanlı devrimci, demokrat ve ilericilerin LGBTİ+ hareketinden öğrenmesi gereken en önemli şeylerden birisi, başkasının kavgasını kendi kavgası bilmek konusundaki performansı olmalıdır.
Zira Güler Zere eylemlerinden TEKEL’e, Serhat Vejîn’in de dikkat çektiği Barış için Kadın Platformu’ndan Rojava’ya destek eylemlerine LGBTİ+ hareketi hepsinde yer almanın mücadelesini vererek yer almıştır.
Yazının başında da belirtildiği gibi tarihsel bir dönemeçten geçilmektedir. Türkiye ve T.Kürdistanı’ndan LGBTİ+lar bu dönemecin önemli bir noktasında konumlanmaktadırlar. Tüm dünyada emperyalizm yeniden paylaşım savaşına hazırlanırken faşizm de yükselişe geçmiştir. Avrupa ve ABD başta olmak üzere tüm dünyada kazanılan haklar budanmakta ve ilk hedefe de LGBTİ+lar oturtulmaktadır.
Burjuva kuruluşlar, sözde yardımlaşma ağları vs. önce LGBTİ+ çalışmalarına ayırdıkları fonları kesmeye başlamıştır. Çünkü özel mülkiyet sistemi belirli “özgürlük” sınırlarında LGBTİ+ların bazı haklarını kabul etse de esasta heteroseksizm üzerine inşa edilmiş bir sistemdir. Heteroseksizmin tarihsel gelişimi, elbette başlı başına başka bir çalışmanın konusudur. Burada dikkat çekilmek istenen şey heteroseksizmin bir sınıf meselesi olduğudur. Bütün kimlik meselelerinde olduğu gibi hem maddi zenginliklerin hem de özgürlüğün paylaşımı meselesi sınıfsaldır.
Eğitimden sağlığa, barınmadan yaşama LGBTİ+ların en temel haklarına kendilerini açıkça ifade edebilerek ulaşmaları Demokratik Halk Devriminin sorunudur.
Bütün bu ahval ve şerait içinde “LGBTİ+lar için barış ne zaman ve nasıl gelecek?” diyerek bir başka soruyu da sormak gerekir. Dem Parti’ye geçiş sürecinde “çoğunluğun kararlarına” kurban edilen LGBTİ+ların HDP içindeki kazanılmış haklarının gaspı, LGBTİ+ları faşist Türk devleti karşısında silahsız bırakmışken yürütülmesi gereken asıl tartışma bu saldırılar karşısında yeniden ve yeni araçlarla silahlanmanın imkanları olmalıdır.
Bu yıl mücadelemizi “Heteroseksizmin, Savaşın, Sömürünün ve Faşizmin Karşısında” ayağa kalkarak direnişle karşılayalım!
2- https://kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/ulus-devlet-kimliginin-basat-unsuru-heteronormativit