Türk hâkim sınıflarının Turgut Özal’la başlayan “büyük hayalleri” sloganda dile getirildiği üzere gerçek oldu. AKP’nin, “hayalden gerçeğe” giden söz konusu serüvenin başrol oyuncusu olduğu açık. Demokrasi ve hukuktan zerre nasiplenmeyen faşist Türk devletinin kuruluşundan bu yana siyasi yaşamında ‘tek adamcılık’ adeta bir gelenek haline gelmiştir Ancak yine de 2002’den bu yana adım adım inşa edilen AKP/R.T. Erdoğan iktidarının buna eklenen en çaplı halka olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öncellerinden farklı olarak ‘tek adamcılık’ bu defa parlamenter maskeli bir rejimin sınırları içinde değil aksine tamda onu restore ederek yeni bir eksende yeniden yapılandıran bir düzlemde karşılık buldu.
Türk hâkim sınıflarının değişik klikleri arasındaki acımasız ve ölümcül çatışmaya rağmen devlet aparatının yeni bir eksende tepeden tırnağa(ya da aşağıdan yukarıya) yeniden inşa edilmesinde bir konsensüs olduğuna yönelik analiz ve yorumlar bir kez daha ispatlandı. 24 Haziran’a giden süreçte hâkim sınıf kliklerinin seçimlere yönelik tasarrufları, geliştirdikleri söylemler ile kurdukları ittifaklar, seçim gecesi ortaya çıkan tablo ve buna eklenebilecek bir dizi tutum, duruş ve gelişme, devlet aygıtının yeniden yapılandırılması konusunda sağlanan geniş ittifaka işaret ediyordu. R.T. Erdoğan’ın dönemin CHP lideri Deniz Baykal tarafından siyaset sahnesine çıkarılmasından tutalım da, her kritik ve zorlu dönemeçte, sıkıştığı anda adeta bir can simidi gibi imdadına yetişen, ona yol açana CHP gerçekliği bunun sadece küçük bir sağlaması olmuştur. Yakın tarihte, 16 Nisan referandumunda gerçekleşen hileye karşı sokaklara çıkan kitleyi evlerine geri çağırarak zaferi adeta AKP’ye hediye eden CHP, tarihsel rolünü 24 Haziran’da da oynamış ve Muharrem İnce ile yığınların değişim umudunu sömürerek onları büyük bir hayal kırıklığına mahkum ederek bir kez daha AKP’yi yarışın sonunda zirveye taşımıştır. Barajı AKP’nin yelesine tutunarak ancak aşabilen iktidarın küçük ortağı dile getirmiyoruz bile!
Açık olan şu ki, Türk egemen sınıfları geleceğe dair derin endişeler ve kaygılar taşımaktadır. Gerek Ortadoğu’da gerekse de içerde yaşanan gelişmeler, işçi sınıfı ve ezilen emekçi yığınlarda biriken öfke, derinleşen çelişkiler ve bunların öngörülmesi ve kontrol altına alınması bahsinde yaşadıkları sancılı süreç( Hatırlayalım Gezi İsyanı) onları devletin örgütlenmesinde bir paradigma değişikliğine, 90’lardan bu yana gündemde olan ‘Başkanlık rejimi’ni bu defa uygulamaya sokmak adına tam bir irade ile raftan indirilmesine neden olmuştur.
Sınıfsal, ulusal, mezhepsel ve cins çelişkilerinin büyüyen ve yıkıcı gücü giderek artan gerçekliği, Türk hâkim sınıflarını bu yola itmiştir. Söz konusu olan AKP/R.T.Erdoğan eliyle, gerici, faşist, ırkçı ve İslamcı-muhafazakâr bir temelde örgütlenen geniş bir kitle temeline dayanarak toplumsal meşruiyet sağlamak, sandık yoluyla devlet aparatını yeniden yapılandırmaktır. AKP’nin hükümet olmasıyla başlayan, adım adım yaşama geçirilen ve geniş emekçi yığınlara kabul ettirilmeye, zorla rıza sağlanmaya çalışılan stratejik hedef budur. Çeşitli hâkim sınıf kliklerinin siyasal alandaki temsilcileri durumundaki güçlerin birbiriyle çatışması, kimilerinin tasfiye edilmesi sürecini bu arka plan içinde, stratejik hedef ekseninde, bu yolda yaşanan aksiyomlar olarak analiz etmek doğru olacaktır.
Devletin Re-organizasyonu: Tüm İktidar Saraya!
Açık ki, Türk devleti kuruluşundan bugüne sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Canlı bir organizma olarak faşist devlet, gelişen ve değişen koşullara adapte olmak adına devamlı bir devinim içindedir. Osmanlı’dan devralınan beka anlayışına uygun olarak devlet, her dönem kendini hızlı bir şekilde yeniden yapılandırma özelliğine haizdir. 1950’li yıllara kadarki tek parti süreci, Demokrat Parti ile birlikte gelişen ‘çok partili parlamenter sistem’, gelişme emareleri gösteren sınıfsal hareketlere bir ön alma girişimi olarak 60 darbesi ve anayasası; devamında gelişen ve giderek toplumsal bir taban kazanan devrimci komünist güçleri ve Kürt ulusal hareketini ezme hedefiyle düzenlenen 80 darbesi ve anayasası ve 90’lı yıllar boyunca gerçekleşen post-modern darbeler; tüm bunlar TC devletinin iç ve dış tehditlere karşı kendini koruma refleksinin bir ürünüdür!
Türk hâkim sınıfları, gelinen aşamada, kağıt üzerinde bile olsa, faşist diktatörlüğe giydirilen ‘parlamenter rejim’ kıyafetinin artık fazla geldiği, aşındığı ve de ihtiyacı karşılamadığı bir gerçeklik ile karşı karşıyadır. Bugün faşizmi sarsan büyük çıkışlar ve güçlü-etkin, örgütlü bir devrimci muhalefetin yokluğu yanıltıcı olmamalıdır. Gezi İsyanında açığa çıkan sinerji, işçi sınıfı ve emekçilerin, Kürt ulusunun, Alevilerin, genç ve kadınların, LGBTİ’lerin bilincin de biriktirdiği büyük öfke hakkında bir ipucu vermiştir. Gerçekleşenin, büyük depremin ilk sarsıntısı olduğuna ve artçıların ilkinden de büyük ve sarsıcı sonuçlar yaratacağını öngörmek içinde yeterince veri vardır.
Hâkim sınıflar, hiçbir zaman gerçek anlamda kuvvetler ayrılığının yanına bile yaklaş(a)mayan ‘parlamenter sistemi’, güncel ve özellikle de geleceğe dair öngörüleri ve ihtiyaçları temelinde, hantal ve bürokratik bulmuş ve işe girişmiştir. Açık ki başkanlık rejimine karşı çıkmanın yegâne yolu faşist diktatörlüğün yüzüne taktığı parlamenter maskeyi sahiplenmek ve demokratik ilan etmek değildir. Demokrasi ve özgürlükleri temel eksene almak ve bu niteliklere sahip olmayan her türlü düzenleme ve değişikliğin karşısında durmak ve mücadeleyi büyütmek doğru olandır.
Diğer yandan faşist diktatörlüğün yüzündeki her türlü peçeyi atmış olmasının siyasal, toplumsal, sınıf çelişkiler üzerindeki karşılığı bağlamında önceki durumdan farklı olduğunu kabul etmek gerekir. Stratejik açıdan ülkenin sosyo- ekonomik yapısına dair bir değişiklik söz konusu değildir. Buna bağlı olarak yine stratejik açıdan, düzenin/rejimin faşist karakteri bakımından da esaslı bir değişiklik yoktur. Ancak egemen sınıfların, işçi sınıfı ve emekçi yığınları, ezilenleri zapturapt altına alma aracı olarak devletin, genel işleyişi ve konumlanışına yönelik her hamlesinin, sınıf mücadelesinin seyri üzerinde önemli etkiler yaratmaktadır. Faşist diktatörlüğün, tepeden tırnağa, devlete ait tüm kurum ve kuruluşlarına dair tasarrufu, güç ve iktidarın tek bir elde toplanması, gücün olabildiğince merkezileşmesi, sistemin işleyişi, onu oluşturan temel organların birbiriyle ilişkilerinin toplamını ifade etmesi bağlamında yeni bir rejim anlamına gelmektedir. ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ olarak süslenen ancak ABD’deki başkanlık rejiminin Türk versiyonu olarak tedavüle sokulan yeni sistemin, başta emperyalist-kapitalist sistem olmak üzere Türk sermayesinin ihtiyaçları temelinde inşa edildiği bir gerçektir.
Yeni rejim, egemen sınıfları, parlamenter maskenin karmaşık bürokrasisinden, dipten gelebilecek demokratik bir basınca zemin sunabilecek yasal olanaklardan, düzen cephesinden farklı siyasi güçlerin müdahalesine kapı aralayan ve ahengi bozan etkisinden azade kılınmış, tüm devletin tek bir merkezden, tek bir karargâhtan, en etkin, en hızlı ve yıkıcı şekilde hareket etmesini sağlayacak şekilde dizayn edilmesini öngörmüştür.
Saray, devletin çelik çekirdeği üzerinde tek karar verici merci ve güç durumuna gelmiştir. Türk hâkim sınıfları kendi anayasalarını ayakları altına almış, fiili durum mevcut yasa ve kanunları bile tarumar etmiştir. Nitekim özellikle de OHAL’in ilan edilmesiyle birlikte araba lastiklerinin fiyatlarını bile KHK’lar ile düzenleyen bir AKP/ devlet gerçekliği açığa çıkmıştır. İlan edilen rejim, adı cumhurbaşkanlığı olan gerçekte başkanlık etiketli sürekli bir OHAL rejimidir. Devletin tüm organları OHAL rejimine uygun bir şekilde yeniden dizayn edilmiş, yapılandırılmıştır. Saraya verilen olağanüstü yetkiler, denetlenemeyen, hükmünden sual olunamayan otoritenin inşası bunun göstergesidir.
Parlamentoyu İşlevsizleştirmek
Kuşkusuz devletin parlamenter maske altına gizlediği faşist niteliğinin açık bir tezahürü olan OHAL rejiminin kılıfından çıkarılarak devletin resmi hali olmasını sağlayan etkenler olmalıdır.
Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacaktır” tespiti Tunus’ta başlayan ve kısa sürede tüm dünyaya yayılan eylemlerle doğrulanırken bunun coğrafyamızda karşılık bulmaması beklenemezdi.
Denilebilir ki, istihbarat örgütlerinin ayaklanmalar öngörüsü işbirlikçi ve uşak iktidarlar için son derece uyarıcı olmuştur. 2001 yılında IMF’nin talimatıyla TC’ye gönderilen Kemal Derviş’le birlikte yaşama geçirilen, işgücünün sömürüsü önündeki tüm engellerin kaldırılmasını, iş yaşamında esnek, güvencesiz bir rejimi getiren; dizginsiz bir sömürü, açlık ve sefalet anlamına gelen düzenlemelerin sınıf çelişkilerinin üzerine benzin dökeceğine kuşku yoktu.
Gezi isyanı (27 Mayıs 2013) ve sonrasında 7 Haziran 2016seçimleri, akabinde gerçekleşen Kobanê serhildanı (6-8 Ekim 2017), devletin çelik çekirdeğinde alarm zillerinin çalmasını sağlamış ve devletin re-organizasyonu sürecini hızlandırmıştır. TC tarihinde ilk defa bu denli kitlesel ve yaygın bir hareket Gezi’de ortaya çıkmıştı. Gezi İsyanı devletin üzerinde yükseldiği temel kolonlara güçlü darbeler indirmiş, Batı ile T. Kürdistanı arasında TC tarafından inşa edilen duvarların çatlamasına neden olmuştur. Bu süreç Kobanê ile devam etmiş, momentum 7 Haziran ile zirveye ulaşmıştır.
7 Haziranda HDP’nin yakaladığı başarı hâkim sınıflar açısından parlamenter sistem ile Kürt halkının ve omuz omuza direnişi büyüttüğü devrimci, ilerici güçlerin yürüyüşünün dizginlenmesinin zorluğunu ortaya koymuştur. Rojava’da Kürtlerin kazanımı ve ortaya çıkan yeni model, faşist devletin Kürt fobisinin tavan yapmasına neden olmuş adeta kimyasını bozmuştur. Diğer yandan, HDP’de karşılık bulan ve merkezinde Kürt hareketinin, Kürt halkının bulunduğu dip dalganın parlamenter sistem içinde egemen açısından yıkıcı sonuçlar yaratması kaçınılmazdı. Nitekim, Türk hâkim sınıflarının, 20 Temmuz Suruç katliamıyla devreye soktuğu ‘Çöktürme stratejisi’nin temel hedefi de 7 Haziran’da ortaya çıkan enerjinin adım adım yok edilerek, başta Kürt hareketi olmak üzere devrimci, ilerici güçlerin etkisizleştirilmesi ve yok edilmesiydi. Amaç devletin işleyişi düzleminde, soruna kalıcı bir çözüm bulmak ve buna toplumsal bir meşruiyet kazandırarak anayasal bir kılıf geçirmekti. İlan edilen başkanlık rejimi ile siyasi partilerin, devletin genel işleyişi üzerindeki etkileri minimuma düşürülmüş ve tüm yetki saraya bağlanmıştır. Egemenler cephesinde, Kürt hareketi ve onunda parçası olduğu devrimci, ilerici muhalefet bloğunun önüne konulan yüzde 10 seçim barajının hükümsüz kalacağına en azından bu bloğun giderek güç kazanacağına dair öngörü karşılık bulmuştur. İlan edilen siyasal işleyişte, parlamentonun yetkileri tırpanlanmış böylece bu alandan gelebilecek olası riskler en aza indirilmiştir.
Savaş Kabinesi!
R.T. Erdoğan’ın ilan ettiği başkanlık rejiminin temel koordinatları da yazdıklarımızı doğrular niteliktedir. Sözgelimi, Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı’nı düzenleyen 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre, Cumhurbaşkanı tüm kamuyu dokuz kurul üzerinden yönetmekte, oluşturulan dokuz politika geliştirme kurulu, Saray’ın kamu üzerindeki denetimini sağlamaktadır.
En az üç üyeden oluşan dokuz kurulda Cumhurbaşkanı tarafından atanacak en az 27 kişi, 16 bakanlığın tüm icraatlarına karar verecektir.
Genelkurmay Başkanlığı, MİT, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar, bürokrasinin içinde “Cumhurbaşkanlığı’na bağlı kurum ve kuruluş” olarak tanımlanmaktadır. Hem en yüksek devlet memuru olan Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı, hem politika kurulları; hem kurulların geliştirdiği politikalara uygun hizmet üreten bakanlar, hem ofisler, hem de “bağlı” kurumlar sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olmaktadır. Saray teşkilatında İdari İşler Başkanı ve bakandan sonra gelen bakan yardımcıları ise, sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olan bakana karşı sorumlu olacaktır. Özetle tüm iktidar saraya ve artık onun temel saç ayağı durumuna gelen Yüksek Kurullara ait olacak. Emperyalistlerin söz konusu kurullar üzerinden Sarayı kontrol altına tutacağı ve devleti de buradan yöneteceği bir sır değildir.
Öte yandan R.T. Erdoğan tarafından çalışma arkadaşlarım olarak takdim edilen kabine, Türk hâkim sınıflarının önümüzdeki on yıllarda neler yapacağı hakkında da fikir vermektedir. İlan edilen kabine açıkça savaş kabinesidir.
İşçi sınıfı ve emekçilere karşı bir savaş kabinesidir. Zira işçi sınıfı ve emekçileri 19. yüzyıl koşullarına esir etmeyi önüne hedef olarak koymuştur.
Örneğin, ETS Turizm’in sahibi Murat Ersoy, Turizm Bakanı, Medipol Üniversitesinin Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Koca, Sağlık Bakanı yapılmıştır. Tarım ve Ormancılık Bakanı Bekir Pakdemirli büyük dondurulmuş patates üreticisi McCain Food’un Ortadoğu danışmanıdır. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ise Maya Okulları’nın sahibidir. Türkiye’nin anonim şirket gibi yönetilmek isteyen R.T. Erdoğan’ın bir hayali daha böylece gerçek olmuştur.
“Yeni rejim”le birlikte “Yeni Türkiye” sermayenin, sömürü ve talanının, coğrafyamızın yer üstü ve yer altı kaynaklarının dizginsiz bir şekilde emperyalistlere peşkeş çekilmesinin, çalışma yaşamında işçi sınıfı ve emekçilerin her türlü kazanımına yönelik şiddetli saldırı ve gaspların, iş rejiminde orman kanunlarının hâkim kılınacağı bir yer olacaktır. “Yeni Türkiye’nin, “yeni rejimi” başta emperyalist sermaye olmak üzere Türk sermayesinin dizginsiz sömürüsüne tüm kapıları sonuna kadar açmakta dahası bir bütün olarak devleti bu ihtiyaç etrafından yeniden örgütlemektedir.
R.T.Erdoğan’ın kabinesi yakın gelecekte TC devletinin Kürt halkına yönelik kapsamlı bir savaşa girişeceğini ilan etmektedir. Halk düşmanı faşist niteliğini icraatlarıyla tescilleyen, OHAL döneminde gerçekleştirilen sayısız katliam, yargısız infaz ve işkence vakalarını açıkça savunan Süleyman Soylu bir kez daha İçişleri Bakanı yapılmıştır. Tek başına bu durum bile, TC devletinin Kürt halkına, devrimci, ilerici güçlere ve tüm muhaliflere yönelik yaklaşımını özetler niteliktedir.
OHAL sürecinde yayımlanan KHK’ların yasalaşarak kalıcılaşması da ‘Yeni Rejimin’, OHAL’in kurumsallaşmasından başka bir anlam taşımadığını ilan etmektedir Hâkim sınıflar, emekçilere daha fazla sefalet ve açlık getiren, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan, ayaklar altın alan KHK’ları kalıcılaştırarak sınıf düşmanlarına karşı ileri bir noktada mevzilenmeyi hesaplamaktadır. Başkanlık rejimi tamda komprador burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarının sürekliliğini korumak adına sınıf düşmanların karşısındaki konumlanışını, güçlerinin tahkim edilmesini, sevk ve idare kabiliyetinin arttırılmasını hedeflemektedir.
Nitekim bunu yapmaları söz konusu adımlara ihtiyaçlarının olmasındandır.
Gelinen aşamada, tüm manipülasyonlara rağmen döviz kurundaki artışla her gün ışık hızında yoksullaşan ve yoksunlaşan milyonlarla karşı devrim, karşısına daha büyük bir kalabalığı koymaktadır.
Ülkeyi adeta talan eden AKP iktidarının, yıkıcı icraatlarının sonuçlarıyla yüzleşmesi çok yakındır. Süreç sınıfsal, ulusal ve cins çelişkilerinin keskinleşeceği, hesaplaşma ve çatışmanın büyüyeceği bir rotaya doğru son sürat yol almaktadır. Ekonomik krizin tetikleyeceği siyasal kriz bu alanda güçlü dalgalar yaratmaya adaydır. Söz konusu dalgaların karşı devrimin duvarlarında sarsıcı yıkıcı etkiler yaratmasının yegane yolu örgütlü bir niteliğe bürünmesidir. Bunun yolu ise 24 Haziranda HDP ve ittifaklarının ortak, birleşik duruşu ve çalışmasıyla, tüm engellemelere rağmen barajı tarumar eden gerçekliğidir. Açık ki bugün faşist diktatörlüğün azgın saldırı furyası karşısında barajları yerle bir eden birleşik hareketten, dayanışma ve güç birliğinden başka şansımız yoktur. 24 Haziran başarısı, OHAL karşısında sokakta yürütülen fiili direnişin gücünü bir kez daha göstermiştir!