
Var Olmanın Teminatı Direnmektir!
“Dün Turgut Özal, bu uşaklığın, yapılan hizmetin gerekçesini Saddam’ın diktatörlüğüne bağlıyordu. Ki bu propaganda tamamen içte oluşabilecek tepkileri azaltmaya, emperyalizm uşaklığını perdelemeye dönük bir çabaydı.”
21 Haziran 2025
Yaşadığımız coğrafyada karşı devrimci zor, her gün her saat emeğin karşılığını arayan işçiye, üniversitelerde-orta öğrenimde hak arayan öğrenciye, özgürlük ve eşitlikten, kendi geleceğini kendi belirleme hakkından söz eden Kürt ulusuna, azınlık milliyetlere, kadınlara vb. tüm ezilenlere karşı kendini hissettirtiyor.
Karşı devrimci zorun-inkarcılığın bu denli boyutlandığı bir ülkede, devrimci zor var olup-olmama meselesi haline gelir. Yani var olmak için direnmek, karşı devrimci zoru alt etmek için devrimci zora baş vurmak, seçenekten öteye bir zorunluluktur.
Her kim ki, egemen sınıfların gerici zoruyla savaşılarak değil, anlaşarak, uzlaşarak barışçıl bir dünya yaratılacağını düşünüyorsa, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal dünyasında yaşıyor. Çünkü ezilen ulusları, halkları zorla baskı altına alan gerici-faşist diktatörlükler ancak devrimci zorla yıkılır. Emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı dişe diş bir mücadele yürütülmeden, ezilen halkların, ulusların özgürlüğünden-kurtuluşundan söz edilemez. Yakın tarihimize bakalım; emperyalistlerin ve gerici devletlerin gözetiminde kimi ülkelerde “barış” adı altında kurulan masalarda ezilen halkların haklı ve meşru mücadelelerinin nasıl hüsranla sonuçlandığını göreceğiz.
Bunun asıl nedeni, bu hareketlerin devrimci amaç ve hedeflerinden sapmasıdır. Devrimci perspektiften çark ederek, kısmi reformlar uğruna sistem içinde kendilerine yer aramasıdır. Elbette ki, bu süreçlere bu denli hızlı yönelmelerinde, var olan nesnel koşullarında önemli bir etkisi vardır. Yani geçici de olsa dünyadaki devrimci dalganın geri çekilmesi, doğan tüm boşlukların siyasal gericilik ve anti-MLM anlayışlarla dolması vb. Bu tablo doğru bir temelde okunursa, ortaya çıkan bu sonuçlar da anlaşılır. Keza bu sonuçların ortaya çıkması ne sınıf mücadelesinin bittiğine ne de bu mücadele içinde silahlı mücadelenin tarihsel miadını doldurduğuna işaret etmez. Bu durum sadece geçici de olsa yaşanan yenilgilerin devrimci ve ilerici insanlık cephesinde tasfiyeci anlayışlara belli alanlar açtığı gerçeğine işaret eder.
Bugün ezen ve ezilenler, sömüren ve sömürenler mücadelesinde, ilerici insanlığın geleceğine dair sözü olan her öznenin, her hareketin tarih tecrübelerden öğrenme sorumluluğu vardır. Öğrenmek, bilineni tekrar etmek değildir. Öğrenmek, tarihi tecrübeler ışığında, anı doğru anlamak ve yaratıcı politikalarla ilerlemektir.
Sözgelimi, Filistin veya Kolombiya’da FARC hareketinin “barış” süreçlerini ve sonrası gelişmeleri irdelemek, bugün Kürt coğrafyasında emperyalistler ve kimi gerici-faşist devletlerle Kürt sorununun “çözümüne” dair sürdürülen görüşmelerde tecrübe anlamında uyarıcı bir işlev görür. Tabii ki, burada mekanik bir yaklaşımdan söz etmiyoruz. Bilakis, tecrübeleri de göz ardı etmeyen, ama her sürecin özgünlüklerini dikkate alarak hareket eden bir yaklaşım tarzından söz ediyoruz.
Yine değerlendirmelerde göz ardı edilmemesi gereken diğer bir olguysa, emperyalistlerin, faşizmin ve bir bütün olarak dünya gericiliğinin dün olduğu gibi, bugün de ezilenlerin haklı ve meşru mücadeleleri karşısında konumlandıkları gerçeğidir. Sınıf savaşımında bu pusuladan şaşmak, her türlü sapma fikirlere kapı aralar. Bu faşist ve gerici güçlerin tarihi, başta sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri olmak üzere, tüm ilerici kalkışmalara karşı kurmuş oldukları tuzaklarla dolu. Bu güçler için her daim asıl olan sınıfsal çıkarlardır. Bunun için her türlü ikiyüzlü politikalara başvururlar. Güncel bağlamda kısaca da olsa aşağıda değerlendirmeye tabii tutacağımız Filistin sorununda Türk devleti ve İsrail Siyonistlerin ilişkileri ve izlemiş oldukları politikalar bu gerçekliğe ayna tutar niteliktedir.
Acıların ve direnişin coğrafyası Filistin
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin desteğiyle siyonistler bu coğrafyada insanlığa karşı suç işlemeye devam ediyorlar. Öyle ki, ABD ve kimi Avrupalı emperyalist devletler siyonistlerin bu politikalarına destek sunmayı bir görev olarak algılıyorlar. Bölgedeki uşak devletler ise, bu tablo karşısında ya sessizler ya da Türk devleti gibi, ikiyüzlü bir tutum içindeler. Bir yanda İsrail devletiyle ticari ilişkilerine devam ediyorlar, diğer yanda bu saldırıları kınadıklarına dair açıklamalarda bulunuyorlar.
AKP genel başkan yardımcısı Nihat Zeybekçi “İsrail serbest ticaret anlaşmamızın olduğu bir ülke, altı satıp, bir alıyoruz. İsrail ile çok önemli bağlantıları olan arkadaşlarımız var” diyerek, İsrail devletiyle olan suç ortaklıklarını izah etmeye çalışıyor.
Bu söylemlere hiç de yabancı değiliz. Irak işgali döneminde de emperyalizm uşağı Türk devletinin sözcüleri “Bir koyuyoruz üç alıyoruz” demişlerdi. Bu siyasal İslamcı ırkçı faşistler için, dün emperyalistlerin bombaları altında can veren, göç yollarına düşen Irak halkının çektiği acıların, onlar için hiçbir önemi yoktu. Onlar için asıl olan uşaklığın bedeli olarak Beyaz Saray’da karşılanmaları ve kendilerine dair birkaç övücü kelamın edilmesiydi. İçteki iktidarlarına verilen desteğin sürdürülmesiydi.
ABD’de de emperyalist tekellerin sözcüleri değişir, ama yarı-sömürge ve sömürge ülkelere dönük politikaları değişmez. Sadece bu sömürücü ve işgalci politikalar koşullara yeniden uyarlanır. Burada esas alınan bağımlılık ve sömürü ilişkisinin sorunsuz bir şekilde sürdürülmesidir.
Aynı gerçeklik bağımlı ülke yönetimleri için de geçerlidir. Diğer bir anlatımla uşak yönetimler de değişir ama emperyalist efendilere hizmet etme politikaları günün koşullarına uyarlanarak sürdürülmeye devam edilir.
Dün Turgut Özal, bu uşaklığın, yapılan hizmetin gerekçesini Saddam’ın diktatörlüğüne bağlıyordu. Ki bu propaganda tamamen içte oluşabilecek tepkileri azaltmaya, emperyalizm uşaklığını perdelemeye dönük bir çabaydı. Asıl neden, halk deyimiyle, kendisine sunulan birkaç yağlı kemik ve Beyaz Saray’a yapılan yolculuktu.
An itibariyle Filistin sorununda Erdoğan ve suç ortaklarının İsrail devletine karşı izlemiş olduğu politikalarda da aynı ikiyüzlülüğü görmek mümkündür. Aradaki tek fark, AKP iktidarının kamuoyuna dönük yaptığı her açıklamada Filistin davasını sahiplenmesi, iç ve dış politikada Filistin halkının çekmiş olduğu acılar üzerinde menfaat elde etmek üzere durmadan tepinmesidir. Diğer yanda ise, İsrail devletiyle ticari ilişkilerini sürdürmeye devam etmesidir.
Çünkü, İsrail devleti ABD emperyalizminin bölgedeki ileri karakollarından biridir. ABD emperyalizmi birçok kirli işini bu ileri karakol vasıtasıyla yapıyor. Dolayısıyla bu karakola dönük yapılan her saldırıyı, alınan her tutumu kendi bölgesel çıkarlarına yapılmış bir saldırı olarak görüyor. Türk devleti de bu gerçeği görüyor. Dolayısıyla Erdoğan ve suç ortakları, iç politikada kitlelerin desteğini almak için, Filistin halkının çektiği acılar üzerine sahte gözyaşı, dış politikada emperyalizme olan uşaklığın gereği, İsrail pazarlarına mal döküyor. Ve sürdürülen bu ticari ilişkileri de “anlaşmalar” ahlaksızlığıyla perdelemeye, masum göstermeye çalışıyor.