Toplumsal Çürüme, İdeolojik Kölelikle Başlar

Toplumsal Çürüme, İdeolojik Kölelikle Başlar

“Günlük sosyal yaşamda sıkça rastladığımız “kaderci” yaklaşımlar, “itaat kültürü”, yaşanan bu ideolojik köleleştirmeyi meşrulaştırmanın argümanlarıdır.”

14 Şubat 2025

Ücretli köleliğin teminatı, ideolojik köleliktir. Egemen sınıfların işçi ve emekçileri zihinsel olarak orta çağ düşüncesiyle uyuşturma çabaları, ırkçı milliyetçiliği her fırsatta yüceltmeleri, ideolojik cephede kurmaya çalıştıkları bu hegemonyadan başka bir şey değildir.

Günlük sosyal yaşamda sıkça rastladığımız “kaderci” yaklaşımlar, “itaat kültürü”, yaşanan bu ideolojik köleleştirmeyi meşrulaştırmanın argümanlarıdır. Güncel bağlamda siyasal iktidarların yukarıda tarif ettiğimiz ideolojik kölelik argümanlarına bu denli sarılması boşuna değildir. Çünkü onlar da biliyor ki, ideolojik olarak köleleştirilen her işçi ve emekçi sınıf bilincine, örgüt bilincine yabancılaşır. Hak arama eylemini, doğa üstü güçler tarafında çizilen kaderine yapılan bir itiraz olarak görür. Bu nedenle “Hak verilmez alınır” şiarı, yerini “herkes rızkını yer” masalına bırakır. Yine “Baskılara karşı direnmek bir haktır” söylemi, yerini “başa gelen çekilir”, “kaderimizde bu da varmış” safsatalarına bırakır. Kısacası sınıf bilincinden yoksun, ezilenleri uysallaştırıp, köleleştiren bu ideolojik argümanlar, ancak devrimleşmeyle tarihin çöplüğüne gömülür. Irkçı iktidarların bilim, devrim ve sosyalizm düşmanlığı da bundan dolayıdır.

Elbette ki, egemen sınıflar düşünsel planda, bu köleleştirme aracının yanı sıra, kitleleri bir bütün olarak teslim alıp sindirmek için her fırsatta devlet terörüne başvurur. Tıpkı bugün Türk devletinin başta Kürt ulusu olmak üzere, tüm direniş dinamiklerine, sistemi eleştiren, sorgulayan aydınlara, sanatçılara karşı yürütmüş olduğu pervasızca saldırılar gibi. Bu saldırılar aynı zamanda egemen sınıfların geleceklerine dair taşımış oldukları korkuyu da ifade ediyor. Hiç kuşkusuz gelecek korkularını zulümle gidermeye çalışanlara karşı ilk ve son söz direniş olmak zorunda. “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” şiarının tarihsel anlamı da bu olsa gerek.

Yine tarihi tecrübelerimizle biliyoruz ki, nesnel koşullar değişim için uygun olmadıkça, iradi çabalarla hiç kimse bir devrim hareketini örgütleyemez. Aynı şey, tersi durum içinde geçerlidir. Yani değişim için tarihi şartlar ne kadar uygun olursa olsun, burjuva egemenlik sistemine karşı can bedeli devrimci bir mücadeleye girilmedikçe, özgür bir geleceğin yaratılmasından, sosyal bir devrimin zaferinden söz edilemez. Bilakis, baskılara, yoksulluğa ve sefalete karşı mücadele devrimci önderlikte yoksun olunca, arayış içinde olan bu geniş yığınların bir bölümü diğer burjuva kliklerinin peşine takılır. Irkçı-milliyetçi propagandaların etkisi altında kalır. Irkçı-faşist hareketlerin gelişim süreçlerine, diğer bir anlatımla emperyalist paylaşım savaşlarının ön günlerine baktığımız da karşımızda bu nesnel gerçeklerin bazı karelerini görürüz.

Bugün de giderek artan emperyalist savaş tehlikesi ve bu tehlikeyle faşist hareketlerin gelişimi arasındaki diyalektik bağı iyi kurmak gerekir. Bunu yaparken, yaşanan toplumsal yoksulluğu ve çürümeyi de değerlendirmelerimizde göz önünde bulundurmamız gerekir.

Tüm bu veriler, devrimci mücadelede karşımıza çıkan zorlukların varlığına işaret eder. Devrimciler ve komünistler, görevlerini bu objektif duruma göre belirler. Ve zorluklarla mücadele etmeyi görevlerin bir gereği sayarlar. Bu nedenle zorluklarla mücadele etme cüretinden yoksun olanlar, bırakalım sosyal bir devrimi örgütlemeyi, sıradan bir değişimi dahi yaratamazlar. Bu demektir ki, sistemin faşist terörünü, dayattığı ideolojik köleliği yerle yeksan etmenin yolu her cephede devrimci savaşı geliştirmeye cüret etmekten geçer.

Yönetenlerle, yönetilenler arasındaki eşitsizliğin arttığı, emperyalistlerle ezilen ulus ve halklar arasındaki çelişkilerin her geçen gün derinleştiği bir süreçten geçiyoruz. Dahası toplumsal anlamda çürümenin derinleşmesi, emperyalist merkezlerde ırkçı ve faşist hareketlerin gelişmesi, sömürge ve yarı-sömürgelerde devlet terörünün zirve yapması vb. tüm bu gelişmeler çağımızın en devrimci sınıfı olan proletaryanın ezilenler cephesinde örgütleyeceği devrim yürüyüşünün nesnel koşullarını daha da olgunlaştırıyor. Buna inanmayanlar, bu tarihi bilinçten, özgür bir gelecek yaratma kararlılığından yoksun olanlar, mevcut zorluklara karşı savaşma cüretini ve cesaretini gösteremezler.

Haksız savaş kundakçıları, her türlü gericiliğin mimarları, emperyalistler ve suç ortaklarıdır. Ve bu güçler tarihsel olarak yıkılıp yok olmaya mahkumdurlar. Elbette ki, bu kendiliğinden olmayacaktır. Bunu sağlayacak olan sınıf bilinçli proletaryadır. Buna inanmak, bu bilinçle devrimci çalışmaları yürütmek, zorluklarla mücadele etme anahtarına sahip olmak demektir.

Tüm bunları bilmek, taktik açıdan sınıf düşmanlarımızı asla hafife almak anlamına gelmez. Sınıf düşmanlarımızı hafife almak, onların an itibariyle sahip oldukları iktidar imkanlarını küçümsemek, büyük başarısızlıkların temel taşlarını örmekle eş anlamlıdır. Ama stratejik açıdan, ezilenlerin haklı ve meşru mücadelesine yaslanarak, emperyalizm ve her türden gericiliğe meydan okumak, zafere olan inancımızı pekiştirir. Kazanma bilincimizi her zaman canlı ve diri tutar. Bu sürecin devrimci militanlığı da bu ruh haline sahip olmayı gerektirir. Bu düşünüş ve hareket tarzından yoksun olan her özne, düşmanlarımızın üzerimize bırakmış olduğu bombalardan önce, onların yürütmüş olduğu yalan propaganda bombalarıyla paramparça olur.

Bu nedenle proletaryanın ve geniş emekçi yığınların siyasi bilincini sürekli yükseltme, ideolojik, siyasal, örgütsel ve askeri bakımdan eğitip-yetkin kılma görevlerine sımsıkı sarılmak gerekir.