Emperyalistler yalnız 20. yüzyılda çıkarmış oldukları haksız dünya savaşlarıyla insanlığı büyük bir felakete sürüklemedi. Yarattıkları bölgesel savaşlarla, elde ettikleri aşırı karla, ezilen halklar üzerinde kurdukları sınırsız denetim ve sömürü politikalarıyla bu felaketlerine süreklilik kazandırmış durumdadırlar.
Yani emperyalistlerin yol açtıkları yıkım, çok yönlü ve kapsamlıdır. Özünde emperyalizm bugün ezilen halklar için her gün yaşanan bir doğa felaketidir. Yaşama dair ne varsa yok ediyor. Dünya zenginliğinin esası bir avuç emperyalist tekelin denetimindedir.
20. yüzyılda İngiliz ve Fransız emperyalistlerin Arapları küçük devlet-devletcikler şeklinde bölen, Kürdistan’ı dört parçaya ayıran siyasetleri bugünde farklı biçimlerde devam ediyor. Emperyalistlerin bölgeye ilişkin politikaları “böl-parçala-yönet” yasası üzerine kurulmuştur. Aktörler değişse de işleyen karşı devrimci yasa değişmiyor. 20. yüzyılın ilk elli yıllarında bu politikanın ana uygulayıcıları İngiliz ve Fransız emperyalistleriydi.
Bugün ise esas aktörler ABD ve Rus emperyalistleridir. Dün de daha çok ulusal, dinsel, mezhepsel çelişkiler üzerinde oynanılıyordu. Bugün de esas olarak çatışmalar bu eksenler üzerinde körükleniyor. Dün de krallar, aşiret reisleri, şeyhler, emirler ve diğer tüm zerzevatlar işbirlikçi emir eriydiler. Bugün de aynılar. Ve emperyalist efendilerinin çıkarları için bölge halklarına kan kusturuyorlar.
TC’nin Ortadoğu’daki Rolü
TC bugüne kadar Ortadoğu’daki ileri karakol rolünü kaybetmemek için esas olarak bölge siyasetinde emperyalist efendilerine hizmet etmekte kusur etmemiştir. Bilindiği gibi ABD emperyalizmi ile Rus emperyalistleri arasındaki ilişkilerde belli bir yumuşama olunca TC bölgedeki uşaklık rolünü kaybetme kaygısı içine düşmüştü. Nitekim 2000’li yıllarından sonra ABD’nin Rusya ve bölgedeki diğer bazı devletlerle işbirliği temelinde geliştirdiği ilişki, TC’yi “bölgesel stratejik önemini” yitirdiği derin kaygısı içine itmişti.
Çünkü TC devleti çok iyi biliyor ki, ABD şahsında bölgesel anlamda yitirilen her kredi aynı zamanda AB emperyalistleri şahsında da yitirilmiştir. AB üyeliği hayali de gerçekten hayal olmaktan öteye gitmemiş olacaktır.
Emperyalistler, ABD’ye yönelik 2001 yılında meydana gelen saldırıları “Terörizme karşı mücadele” gerekçesi yaparak dünya halklarına, ezilen uluslara karşı başlattıkları topyekün saldırısı TC gibi uşaklar içinde bulunmaz bir fırsat oldu. Yitirmiş olduklarını düşündükleri uşak rolüne de yeniden kavuşmuş oldular.
Hiç kuşkusuz bu bölgede TC ile ABD veya diğer emperyalist güçlerin ilişkilerinin sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Son süreçte ABD yönetimi ile TC devleti arasında yaşanan tartışmaları doğru analiz etmek için bir bütün olarak yakın süreci irdelemek gerekiyor. Bölgedeki güç dengeleri, işgal ve çatışmalar sonucu ortaya çıkan yeni tablo gözardı edilirse ne bugün yaşananları anlayabiliriz ne de bundan sonraki muhtemel gelişmelere dair doğru önermelerde bulunabiliriz.
Öncelikle Kürt ulusal sorununda emperyalistlerle TC arasındaki kimi zaman problemler yaşanmıştır-yaşanacaktır da. Irak Kürdistanı’nda oluşan “Federal Kürt Yönetimi”yle başlayan tartışmalar-çelişkiler bugün Rojava ile devam etmektedir. Çünkü TC, Kürtlük adına niteliği ne olursa olsun herhangi bir “özerk” veya “federal” bir yapının oluşmasından yana değildir. Ama gelinen aşamada Irak Kürdistanı’ndaki “federal yönetim” ABD’nin “müttefiki” haline gelmiştir. Rojava’daki yeni durum, en azından şimdilik tamamen objektif koşullardan dolayı, ABD tarafından destekleniyor. Yani TC’nin “kırmızı çizgileri” Ortadoğu’daki emperyal çıkarlar ve güç dengeleri arasında yitip gitmiştir.
TC Bölgede Yalnızlığı Oynuyor
Erdoğan’ın “Suriye’yi kendi çizgimize çekiyoruz” çabası hüsranla sonuçlandı. Suriye yönetimi Erdoğan’ın çizgisine gelmedi. Ama Türk devleti, DAİŞ ile birlikte Esad’a karşı savaş açtı. Çetelere ev sahipliği yaptı. Yine de Türk devleti bu savaşta kaybetti. Şimdi Rusya ve İran yardımıyla düştüğü bu kuyudan çıkmaya çalışıyor. Sonuçta Türk devletinin tek kazanımı(!) çeteci kimliğinin tam olarak belirginlik kazanması ve bölgede “oyun kurucu” olma hayalinin de hala İdlip semalarında dolaşmasıdır.
Dün başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin çıkarları için Rusya ve bölgedeki müttefiklerine karşı hamlelerde figüran rolüne soyunan TC bugün bu ülkelerin desteğini alarak bölgedeki varlığını hissettirmeye çalışıyor. Emperyalist güçler arasında bölgedeki gerici devletler arasında var olan çelişkilerde yararlanmayı hedefliyor. Efrin ve Mimbiç işgalleriyle TC çeteci gruplarla birlikte kendine alan açmaya çalışıyor.
Bölgedeki aktörlere “Ben de varım, beni masanın dışına itemezsiniz” mesajını vermeye çalışıyor. Bu beyhudece çabalar uzun vadede TC adına bir sonuç üretir mi? Oldukça zor görünüyor. Her şeyden önce Esad rejimi eski Suriye sınırları içindeki etkisini artırdıkça, TC’nin Suriye topraklarına dair Ankara’da çizdiği tüm planlar çöp kutusuna gitmeye mahkumdur.
TC’nin Ortadoğu’ya ilişkin yaptığı tüm girişimler kesinlikle insanı değil, Osmani’dir. Temelinde fetihçilik-işgalcilik yatıyor. Bu konuda faşist haydutların tüm söylemleri demagojiktir ve aynı içeriktedir.
İşte bir kaç örnek; Hitlerin propaganda şefi Göbels şöyle diyordu: “…İnsanlar her zaman önderlerin peşinden sürüklenmeye yönlendirilebilirler. Bu kolaydır. Yapmamız gereken tek şey, saldırı altında olduklarını söylemek, pasifistleri de milliyetçi olmamakla ve memleketi tehlikeye atmakla suçlamaktır.”
Erdoğan’ın da bugün yaptığı işgal girişimlerini savunma amaçlı olduğunu söylemektedir. Dahası Efrin başta olmak üzere, işgal ettiği topraklara “özgürlük ve refah” getirdiğini söylemektedir. Yine neredeyse her gün Suriye, ABD ve Avrupa devletleriyle ilişkilerde krizler ortaya çıkıyor. Aktörler değişse de, gerilim siyaseti değişmiyor. TC’nin dış siyaseti bir gerilim filmini andırıyor. Peki bu olup bitenler karşısında Erdoğan sokağa ne diyor?: “Bütün dünya bize savaş açtı. Herkes bize düşman. Ekonomimizi çökertmek istiyorlar” vb. Lakin tüm bunlarda Erdoğan’ın hızını kesmiyor. Kendisini onaylamayan herkesi “yerli ve milli olmamakla”, yani “hainlik”le suçluyor. Yerli ve milli olmaktan kast ettiği de egemen ulus ırkçılığıdır. Tüm bu propagandalar tam da Göbels’in dediği gibi önemli bir kitlenin bu politikalar peşinden sürüklenmesine yol açıyor.
Keza ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld 2003 yılında Irak’taki işgal sırasında askerlerine şöyle sesleniyordu: “Dünyadaki pek çok ordunun aksine siz buraya işgal etmeye, el koymaya değil, özgürleştirmeye geldiniz. Ve Irak halkı bunu biliyor”. ABD’nin Irak halkını nasıl “özgürleştirdiğini” pratik olarak gördük.
Ve bir kez daha emperyalistlerle işbirlikçilerinin dünya halklarının düşmanı olduğu bütün çıplaklığıyla açığa çıktı. Onların arasında ne kadar çelişki ve çatışma olursa olsun, sorun ezilen halkların haklı-meşru isyanı olunca bütün hainler, hainlik için kazılan mevzilere koşar.
Emperyalistlerle Suç Ortaklarına Karşı Ortadoğu Halkları Ortak Direniş Mevzilerini Kazmalı
Ortadoğu halkları dar milliyetçi veya dinci politikalarla ne emperyalizme ne de bölgedeki gerici-faşist devletlere karşı gerçek manada demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi yürütemezler. Demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi, bölge halklarının birleşik mücadelesini de zorunlu kılıyor. Eğer bugün bölge halkları dar milliyetçi ve dinci politikalar temelinde bölünerek birbirini boğazlıyorsa, bunun nedeni devrimci önderliklerin zayıflığıdır.
Tarihi tecrübelerine de dayanarak şunu net olarak ifade edebiliriz: İlerici-devrimci önderlikler ezilen halkların bölünmesini değil, birleşmesini sağlamayı hedefler. Yani dar milliyetçi tutuları reddederek enternasyonal dayanışmayı her koşulda ilke edinirler. Bu demektir ki Ortadoğu halklarının birliği ilerici ve devrimci etkinin kitleler içinde yaygınlaşmasıyla mümkün olabilir. Bu etkinlik enternasyonal dayanışmayı tetikler, buna zemin yaratır. Rojava pratiğinde bunun işaretlerini görmek mümkündür. Direnişin haklılığı ve meşruluğu farklı uluslardan ilerici güçlerin direniş cephesine akmasına neden olmuştur.
Bölgenin yakın tarihinden hareketle, yeniden şu gerçeklere dikkat çekmek istiyoruz; Ortadoğu’da dar ulusalcı bir çizgide yürüyen herhangi bir hareketin başarı elde etme, bağımsız bir tutum geliştirme şansı zayıftır. Bu niteliğe sahip olan hareketlerin farklı emperyalist devletlerin veya bölgedeki gerici devletlerin güdümüne girmesi de kaçınılmaz gibidir. Filistin hareketinin tarihi ve geldiği nokta veya Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler bize hangi yolda nasıl yürünmemesi gerektiği konusunda somut veriler sunmaktadır.
Her şeyden önce var olan nesnel gerçekler devrimci bir çizgide yürümeyi ve farklı uluslardan, azınlık milliyetlerden halkların birliğini temel almayı zorunlu kılar. Bölgedeki devrimci ve sosyalist güçlerin yetersizliği ne bu gerçekleri savunmamızın ne de devrimci sosyalist çizgide ısrar etmemizin önünde engel değildir.
Bölge halklarını emperyalist haydutlardan, gerici faşist devletlerin egemenliği altından kurtaracak, gerçek manada özgürleşmesini sağlayacak olan bu çizginin ta kendisidir. Ve tarih bugün emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin bu kapsamlı saldırılarına karşı başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçileri, ezilen halkları ve ulusları yeniden ayağa kalkmaya çağırıyor. Onlar kendi kaderlerini kendileri belirlemek için harekete geçtikleri andan, tüm ilerici insanlık yeni bir güne uyanacaktır.
Demokrasi, bağımsızlık, özgürlük şiarıyla eskiye dair ne varsa yerle bir edilecektir. Bu bir hayal değildir. Geçmiş insanlık tarihinde bunun örnekleri bütün heybetiyle karşımızda durmaktadır. Tüm mesele yeniyi yaratma cüretini kuşanmakta yatıyor.
Korkuyorlar, Korkacaklardır!
Bugün istenilen düzeyde olmasa da dünyanın farklı bölgelerinde ezilen halklar yeniden uyanıyorlar, kendilerine ait olan hakları istiyorlar. Ve bu uğurda kendi öz güçlerine yaslanarak, örgütlenip mücadele ediyorlar. Bu durum emperyalistler ve işbirlikçilerini korkutuyor.
Korktukça saldırıyorlar, saldırdıkça korkacaklardır. Çünkü bu saldırganlık siyaseti er ya da geç zaferlere ayarlı direniş mevzilerinin kazılmasına yol açacaktır. Her gün, her an buna inanarak devrimci çabalarımızı sürdürmeliyiz.
Yine Ortadoğu halklarının anti-emperyalist devrimci mücadelesinin etkileri kesinlikle bölgeyle sınırlı kalmayacaktır. Mücadelenin gelişmesi, Afrika, Latin Amerika halkları başta olmak üzere bir bütün olarak anti-emperyalist devrimci mücadeleye ivme kazandıracaktır. Ezilen dünya halklarının devrimci pratiğine katkı sunacaktır.
Proleter hareket bugün ve geleceğe dair stratejik ve taktik görevlerini belirlerken, dünyada ve bölgedeki gelişmeleri hesaba katarak hareket etmek zorundadır. Bölgedeki ulusal-dinsel-mezhepsel tüm çelişkiler-gelişmeler Türkiye coğrafyasını direk etkilemektedir. Bu da gösteriyor ki dünyada bölgede bağımsız bir politika yapamayız.
Şu örnek dahi bu gerçeğin resmi gibidir. Eğer bugün bir gerilla Karadeniz’de, Türkiye Kürdistanı’nda ve Kürdistan’ın diğer parçalarında savaşarak şehit düşüyorsa bu bize yalnız devrimci kavgada sınır yoktur mesajını vermiyor aynı zamanda kavga alanlarının nasıl iç içe geçtiğini ve proleter enternasyonalist bir partinin meseleye dar değil, daha geniş bir pencereden bakması gerektiği gerçeğini gösteriyor.
M. Usta
Ekim 2018