Faşist abluka ve kaos ya da… İsyanın tam içinde, ne gerisinde ne de ilerisinde olmak!

Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov’un kadrolu bir çevik kuvvet tarafından suikasta uğrayarak ölmesi üzerine, katilin marşını söylediği El Nusra militanı değil de Cemaatçi olduğuna dair onlarca “kanıt” ortaya serilerek, suikast Cemaate yüklenmeye çalışıldı. Burjuva-feodal medya unsurları; köşe yazılarını bu kanıtlarla doldurdu, artık “tek ses”e dönüştürülen tartışma(!) programları bunu kanıtlamak üzere düzenlendi. Suikasttan iki saat sonra açıklama yapan bakan, 2.5 yıldır İçişleri Bakanlığı’nda çalışan polisin, “FETÖ ile bağlantılı olduğunu tespit ettiklerini” açıkladı vs.

Suikastı gerçekleştiren polisin El Nusra adına eylemi gerçekleştirdiği, Osmanlı Ocakları’na yakınlığı ve Sûr’u yerle bir eden ekiplerde yer aldığı gerçekliği ne bakan ne de “tek ses” medya tarafından dile getirilmese de açık olan bir durum var: O polis “sıradan” bir çevik kuvvet polisi değil… Faşist Kemalist diktatörlüğün JÖH-PÖH vb. kurumsallaşmasını artırdığı ve son yıllarda katil-tecavüzcü çetelerle iç içeliği, onları beslediği ve onlardan beslendiği bir kez daha gözler önündedir! Keza Urfa Emniyet Müdürlüğü’nün alt katının kendisini IŞİD’ci olarak adlandıran polislere ayrıldığı ve burada işkenceli sorgular yapıldığı, Sûr-Cizîr-Nîsebîn gibi kentleri çeteleri-çeteleşen unsurları kullanarak yerle bir ettiği gibi örnekler açığa çıkmıştı, hatırlanırsa/unutulmasa da…

“Zamanlaması manidar” korosunun belli bir haklılığı olan bu suikastın hemen ertesi günü Rusya-İran-Türkiye arasında “Üçlü Zirve” olaya rağmen iptal edilmedi ve faşist TC devletinin egemenlerinin telaşını yansıtan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun katıldığı zirve, TC devletinin suikastın omuzlarına yüklediği ağır borç yüküyle oturduğu bir pazarlık masasında gerçekleşti. Neo Osmanlıcılık palavraları eşliğinde “Ortadoğu’nun hakimi” ve “küresel güç olma” iddiaları ile geçirilen 5 yılın ardından sadece söylemlerin kaldığı ama bu iddialardan vazgeçilen bir eziklikle bu zirvede yerini alan TC’yi, zirveye katılmaya zorlayan nedir peki?

Açıktır ki, Kürt düşmanlığının, Kürt ulusal hareketinin Suriye iç savaşı sürecinden elde ettiği kazanımlardan ve en çok da Rojava devriminden duyulan korkunun (diğer bir deyişle bu üçlü zirveden çıkan “sınırların korunması” kararının Kürt düşmanlığında ortaklaşan TC ve İran için hayati önemi) TC devletini Rusya’nın başını çektiği emperyalist bloka yakınlaştırmış, AB ve ABD’li emperyalistlere de Kürt hareketiyle ilişkileri üzerinden mesaj verilmek istenmiştir. Yani bu eziklik; TC’nin Irak ve Suriye politikalarında Kürt meselesini baş kıstaslarından biri olarak ele alması, “Ortadoğu’da oyun kurucu olma” rüyasının yanı sıra Kürt ulusunun herhangi bir hak ve statü elde etmesini engellemeye odaklı stratejisi ve de Rusya’nın iznini kopararak başladığı işgal planlarında uğradığı hezimetten kaynaklanmaktadır.

Bu görüşmeden çıkan özellikle “sınırların korunmasına” dönük özel vurgu, AKP açısından en önemli kazanım olarak değerlendiriliyor. Bunu sadece AKP ve kanatlarının altına aldığı MHP değil bir bütün halk düşmanı partiler bu şekilde ele alıyor. Keza CHP, üçlü zirvenin ardından yayımlanan deklarasyonu “Suriye politikasında geç, ama olumlu gelişme” olarak nitelendirdi. Bu durumu Kürt halkının tescilli katillerinden eski asker ve yeni CHP milletvekili Dursun Çiçek “CHP’nin dış politikası Cumhuriyet politikası. Mezhepçi yaklaşımdan vazgeçilip bizim de savunduğumuz devlet politikasına geldiler. Ama bedelini millet ödedi, ödemeye de devam ediyor” diye ifade etti.

 

Faşist ablukayı kırmak ve kaosu fırsata çevirebilmek…

TC devletinin bu ezikliği, aynı zamanda ülke ve Ortadoğu coğrafyasını kana bulayan faşizmini artırmasına neden olan bu çırpınışları; ekonomik ve siyasal krizin eşiğinde ve ayakları altında güvenle durduğunu düşündüğü toprağın kaymasından kaynaklıdır.

Keza AKP hükümeti, 1980 Askeri Faşist Cuntası’nın gerçekleştirilmesiyle gündeme getirilen 24 Ocak Kararları ile neo-liberalizmin “sahasını” güçlü bir şekilde kullanılmasının, kompradorlaşmanın ateşli birer sürdürücüsü olmuştu. Türkiye’nin derin bir ekonomik krize yuvarlandığı 2001’de, emperyalistlerin desteği ile hızlı bir yükseliş yapan AKP, iktidara geldiği dönemde emperyalist-kapitalist sistemin değerlenme arayışı içinde olan devasa finans sermayesi bolluğu dönemine denk gelmiş, borçlanmanın oldukça kolay olduğu bu sermayeyle Türk burjuvazisinin özelde kendisine yakın olan kesimini palazlandırmıştı. Ardından da özelleştirme adı altında ülkenin tüm varlığının ve devlet mallarının, arazilerinin, kurumlarının yağmalanması, talan edilmesi, peşkeş çekilmesi süreci başlatılmış ve bugüne dek yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakılmamıştı…

Artık geride borçlanmanın eskisi kadar kolay olmadığı, likitin tükendiği ve yağmalanacak, talan edilecek bir şeyin kalmadığı bir ortamda ekonominin tehlike çanları çalmaya başladı ve şimdi bu çanlar hiç durmadan, kulakları sağır edercesine alarm veriyor.

Bu durum aslında salt AKP’ye fatura edilebilecek bir durum değildir ve TC devletinin komprador niteliğinin direkt sonucudur.   Komprador nitelik temel ekonomik ve sosyal kararlarını kendisi almaz, kaderini efendileri belirler ancak bu kararları kendisi alıyormuş, tercih ediyormuş, uyguluyormuş izlenimi eşliğinde adım atar. Ancak esas olan her zaman için efendilerin, emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik gerçekliğidir ve ona uyum esastır, onun yönlendirilmesine açıktır! Yani esen kuvvetli rüzgar, çıkan fırtına kendi ekonomisine dair özerk bir iddiası, projesi olmayan komprador nitelikli devletleri şiddeti niteliğinde sarsar.

Böylesi bir kaosun yaşanıyor ve böylesi bir fırtınanın koptu-kopacak oluşu komünistlerin omuzlarına ciddi bir sorumluluk yüklüyor ancak sorunlu olan bu görevin aciliyetini her geçen gün artan saldırılarıyla faşizm; işçi-emekçiye, kadın-LGBTİ+’ya, gençlere ve çocuklara, Alevi-Hristiyan her türden tekçiliğine aykırı inanç topluluklarına dönük düşmanlığıyla hatırlatıyor. Şimdi silkinme ve sorumlulukları görme ve de onları yüklenme zamanıdır. Bunun yolu ve yöntemini bulmanın; böbürlenmekle-kuru ajitasyonla gün geçirmekle değil devrim iddiasını taşıma ısrarını kuşanmakla mümkün olduğu açıktır.

Aliboğazı’ndan Lice’ye gerillanın, faşist saldırılara rağmen kurumlarını, partilerini savunan halkın, işine geri dönmek için gözaltı terörüne rağmen sokakta nöbet tutanların, Maraş’ta Alevi halkına dönük katliamın yıldönümünde tüm provokatif girişim ve yasaklara rağmen sokağını terk etmeyenlerin direncinde gizlidir bu yol ve yöntem! Açıktır ki faşist ablukayı kırmak ve kaosu fırsata çevirebilmenin yolu devrime susamaktan ve “bu isyanın tam içinde, ne gerisinde ne de ilerisinde”* olmaktan geçer.

 

* Şeyh Said’in idam edilmeden kısa bir süre önce Zaman ve Akış gazetesinde yayınlanmış röportajında, kendisine “Şeyh Efendi, sen bu ayaklanmanın önderi olduğunu inkâr edebilir misin?” sorusunu soran muhabire “Ne için ve kime karşı inkâr edeyim ki? Ben bu isyanın tam içindeyim, ne gerisinde ne de ilerisindeyim” şeklinde verdiği cevaptan esinlenilmiştir.