Emperyalist Rekabetin Ortadoğu Cephesi:
Büyük Yangının İlk Kıvılcımları!
Bilinmesi gerekir ki, Ortadoğu’nun neresinde olursak olalım tüm bölgelerin birbirlerinden kopartılamayacak kadar derin ilişkileri vardır.
15 Temmuz 2024
Emperyalist dalaşların Ortadoğu üzerinde izledikleri politika, katliam ve soykırımların artmasını, milyonlarca insanın daha göç yollarına dökülmesini, talan-yağma siyasetinin derinleştirilmesini, açlığın ve kıtlığın büyümesini beraberinde getirmektedir.
Halklar daha önce görülen tüm savaş dönemlerinden daha fazla bir yıkım ve soykırımla karşı karşıyadırlar. Bu eşik giderek daha hızlı bir şekilde aşılmakta, savaş tamtamları daha sert bir şekilde dövülmektedir.
Emperyalizmin değişmeyen karakteri olan pazarların paylaşımı ve sömürü alanlarından daha fazla istifade etmek için yoğun bir yönelim içindedirler. 100 yıl öncesinin kara, deniz ve demiryolları hatlarına benzer bir şekilde, 21 yüzyılda enerji, nakliye ve geçiş hatlarının yeniden inşası gündeme gelmiştir. Ortadoğu coğrafyası dün olduğu gibi bugün de bu geçiş hatlarının ana düğüm noktalarından birisi durumundadır.
Bu anlamda bölgeye yönelik işgaller, ilhaklar, orta ve düşük çapta savaşlar ile baskılandırma/sindirme politikaları iç içe geçmiş bir şekilde ilerletilmektedir. Emperyalistlerin her adımı bugün dengeleri daha derinden sarsmakta, halkların yaşam alanlarını daha fazla tehdit etmektedir. Gazze’de yaşanan soykırım, 40 bin kişinin katledilmesi, yaşam alanının yerle bir edilmesiyle yeni bir süreç işletilmektedir.
İsrail, işgal alanını genişletiyor
Gazze Şeridi’ni yerle bir eden siyonist İsrail, 40 bin kişinin katliamından sorumlu olarak ABD emperyalizminin ileri karakolu olduğunu yeniden ispatlamıştır. Gazze’nin işgali ile Akdeniz şeridinin Lübnan-Mısır hattını kendi denetimine alan İsrail’in bir sonraki hedefi Lübnan’ın 30 km’lik güney kesimidir. Bu bölgeye gecikmeden saldıran İsrail, Akdeniz sahilindeki egemenlik sahasını zaman geçirmeden genişletme niyetindedir.
Ekonomik ve aynı zamanda askeri açıdan önemli bir alanı kapsayan Akdeniz kıyılarında İsrail denetim sahasının artması demek tüm bölgeyi kapsayacak şekilde savaş alanının genişlemesi, İsrail’in manevra alanının genişlemesi anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda Akdeniz’in bölgenin diğer ülkelerine olan iletişiminin tümden denetim altına alınması anlamına gelecektir. Bu anlamda Ortadoğu’da gelişecek olan savaşın seyrini etkileyecek bir durum ortaya çıkacaktır.
Kızıldeniz ve Akdeniz’in ABD-İsrail denetimine girmesi planlamanın bir sonraki etabı olacaktır. Kızıldeniz ile Arap Yarımadası-Doğu Afrika alanından Hint Okyanusu’na kadar geniş bir alandan bahsedilmektedir. Diğer yanıyla Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz’in doğu yakası ile Kızıldeniz arasındaki bağlantıya tümden sahip olmak demektir. Buradan doğru özellikle Rus üslerinin büyük çapta etrafının sarılacağı ortadadır. Rusya’nın belli süredir rölantiye aldığı Suriye politikasında yeniden aktif olarak geri dönmesinin arkasında bu durum yatmaktadır.
Gazze işgali, soykırım olarak tarih sahnesinde yerini aldı. 40 bin diye bilinen ancak gerçekte daha fazla insanın canına mal olan bu soykırımda İsrail devleti onlarca katliamına bir yenisini ve daha şiddetlisini eklemiş oldu. İsrail devletini bu denli pervasızlaştıran ve ona yön veren elbette onun siyonist karakteri ve aynı zamanda emperyalizmin dalaşlarının seyri olmuştur. Gazze soykırımı ABD ve İngiltere’nin (elbette diğer emperyalist ülkelerden) bizzat denetiminde gerçekleşmiştir.
Bunun bir de diğer yönü var. Emperyalist bloklaşmanın bir diğer tarafında bulunan Çin-Rusya ve İran’ın, Gazze soykırımında halkı savunan/koruyan bir yerde durdukları söylenemez. Amaç siyonist İsrail’in saldırı direncini kırmak, kendi emperyal amaçları için Filistin halkından faydalanmaktır. Aslolan ise Filistin ulusunun işgale ve ilhaka karşı ulusal iradesini alçakça çiğnendiği, soykırımdan geçtiği bir dönemin ifadesi olarak bu süreç akıllara kazınacaktır.
İsrail devleti daha saldırgan bir rotada kendi siyonist ve emperyal hedeflerine varmak için bu süreçten sonuna kadar faydalanmak istemektedir. Bu amaçla işgale ara verilmesi gibi bir durum söz konusu olmayacaktır. Kızıldeniz-Akdeniz bağlantısı ve Akdeniz sahili boyunca kuzeye kadar tüm sahilin İsrail devletinin denetimine girmesi için yoğun bir çaba gösterilmektedir. Filistin, ardından Lübnan ve son olarak Suriye ile bölgede İsrail denetimi güçlü bir şekilde sağlanması amaçlanmaktadır.
Bu durumda Lübnan ve Suriye’nin de Gazze’nin akıbetini yaşayacakları bir sır değildir. Bu anlamda oluşan çatışmalı durumu mümkün olduğunca uzatmak ve derinleştirmek, bu süreçte siyonist İsrail’in ve ABD-İngiliz emperyalistlerinin istediği bir durumdur. Bu anlamda savaş kışkırtıcılığı politikası derinleşerek sürdürülecektir.
Filistin’de sürdürülen ve 90’lı yıllardan farklı bir rotaya giren siyasetin bugünkü izdüşümü, Filistin halkının soykırımı şeklinde ortaya çıkmıştır. O gün teslimiyet rotasına Filistin halkının özgürlük mücadelesini sürükleyenlerin, bugünkü soykırımda sorumlulukları olduğu unutulmayacaktır. İsrail siyonizminin ABD ve İngiliz emperyalizmi teşvikiyle bölgede gerçekleştirdiği soykırım, o gün yaşanan gelişmelerin daha derinlikli sonuçlarını açığa çıkarmıştır.
Emperyalizm destekli siyonizmin işgal ve ilhak siyasetine karşı Filistin ulusal mücadelesine önderlik eden ve en genel anlamıyla sol bir söylem kullanan Filistin Ulusal Mücadelesinin önderliğinin teslimiyetçi çizgisi bugünün temellerini atmıştır. Yaser Arafat önderliğindeki El Fetih çizgisinin işbirlikçi ve uzlaşmacı çizgisi, Filistin’i özgürleştirmeyi bırakalım, Filistin halkının daha büyük ve kapsamlı katliamlara uğramasının önünü açmıştır.
Günümüzde Filistin Ulusal Mücadelesinde başta Hamas olmak üzere İslamcı ideolojik formasyona sahip örgütlerin öne çıkmasına neden olmuştur. Bu anlamıyla Hamas vb. örgütler sadece birer sonuçtur.
İsrail’in soykırım saldırılarına gerekçe yapılan Hamas’ın “şeriatçı terörist bir örgüt” olması propagandası, Filistin’in işgalinin Hamas’la başlamadığı, Filistin ulusal mücadelesinin İsrail’in emperyalistler tarafından bölgede kurtulduğu günden itibaren başladığı gerçeğini gizlemeye hizmet etmektedir. Birleşmiş Milletler’in ve onun kurumlarının İsrail üzerinde en ufak bir yaptırımı olamaz. İster Uluslararası Ceza Mahkemesi olsun ister Adalet Divanı olsun, bunların ne İsrail’i yargılama amaçları olabilir ne de böylesi bir yetkileri. Buna yeltenenler ABD ve İngiliz tekellerini karşılarında bulacaklardır.
UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli mültecilere yardım ve bayındırlık Ajansı) 1949 yılından bu yana faal olan özel bir kuruluştur. Emperyalist devletler dahil birçok devletin finansmanı ile Filistinli mültecilerin insani gereksinimlerini karşılaması gereken bir kuruluş. Halkın kendi ihtiyaçları için kendi öz örgütlülüklerini yaratmaması veya başka ülkelerdeki ezilen halkların birbirleri ile dayanışmalarını engellemek amacıyla emperyalistler bu türden kurumları kurmuşlardır.
Bir yanıyla öz örgütlülükler boşa çıkarılmış, diğer yanıyla ezilen halklar yine kendilerine bağımlı hale gelmişlerdir. Filistin halkı son 50 yıllık süreçte giderek daha fazla BM’nin UNRWA’sına bağımlı olduktan sonra, bugün çok rahat bir şekilde emperyalist güçler UNRWA’ya finansal desteği çekmektedirler. Yani başka bir deyişle, halkın parası halktan esirgenmektedir. Bu anlamıyla UNRWA deneyimi ezilen halklar açısından oldukça öğretici bir tarihe sahiptir.
Siyonist İsrail “durursa düşecek” bir savaş makinesi!
Lübnan’a “kısmi operasyon” işgalin sadece başlangıcı olacaktır. İsrail, kuzey hattında 30 km.’lik alanı şimdilik işgal ederek hem süreci temkinli sürdürmenin planlarını yapacak, hem de Suriye-İran-Hizbullah cephesinin karşı saldırısındaki tavrının sertleşmesini bekleyecektir. Bu sertleşme ile diplomatik dezavantajlı durumdan yeniden avantajlı çıkmanın hesaplarını güdecektir.
İsrail devletinin en siyonist ve saldırgan kesiminin borazanı olan Netenyahu’nun savaş kabinesi, esasta kendi durduğu pozisyonu güçlendirerek yeni savaşa hazırlanmaktadır. Ülke içinde sürdürülen muhalefetin İsrail devletini durdurma gücü şimdilik yoktur. Zira İsrail devletinin savaşı geliştirme, işgal alanını genişletme siyaseti sadece İsrail devletine ait olan bir strateji değildir. ABD ve NATO müttefiklerinin bir saldırı ve işgal planının uygulanması durumudur.
Yıllardır süregelen İsrail devletinin konumu, NATO emperyalistlerinin ileri karakolu olma durumu esasta değişmiş değildir.
Bu anlamda her ne kadar savaş kabinesi belli zorluklar yaşasa da, NATO emperyalist güçlerinin tüm çabaları İsrail’in işgal harekatını genişletme yönündedir. Bu anlamda İsrail’in 26 Haziran günü Lübnan’ın güneyine başlattığı bombardımanlarda, fosfor gazının kullanılması onun kararlılığından gelmektedir. İsrail, yasaklı bombaları kullanmaktan geri durmamaktadır ve durmayacaktır. Yıllar önce Beyrut’ta ufak çapta bir nükleer bomba kullanımı ile büyük hasarın meydana geldiği hala unutulmamıştır.
İsrail de bölgede yükselen halkların tepkilerinden azade değildir. İsrail dışında bölge halkı, İsrail devletinin siyonist politikalarına, soykırımlarına karşı büyük bir öfke biriktirmektedir. İsrail halkı da bugün siyonist İsrail devletinin ve hükümetinin soykırım politikalarına karşı tepkisini göstermektedir. Netenyahu’nun İsrail devletini radikal bir şekilde değiştirme planları tepkilere neden olmuş, hükümeti yönetme durumu giderek zor bir duruma düşmüştü.
7 Ekim Aksa Tufanı hamlesini katliam fırsatına dönüştüren İsrail’in bir diğer amacı da, içeride halkı sindirmek, demokratik ve meşru talepleri kriminalize etmektir. Soykırım sürecinde düşen protestolar giderek artma eğilimi taşımaktadır. Gazze soykırımı sürecinde savaş siyaseti güden Netenyahu’nun bu siyaseti daha fazla uzatamayacağı, egemenlerin malumudur.
Filistin direnişinin işbirlikçi düşmanları
Bölge devletlerinin büyük bir kesimi İsrail’in saldırı ve yok etme savaşında yardımcı figüran rollerindedirler. Arap işbirlikçi devletleri son iki yılda İsrail siyonizmi ile ilişkileri güçlendirme sürecine girdiler.
Bir anlamda İsrail’in bölgede yaptığı/yapacağı katliam ve işgallere sessiz kalacaklarının garantisini vermiş oldular. Kuruluşundan bu yana emperyalizme bağımlı olan Arap Birliği devletlerinden aksi bir hareket beklemek zaten hayalcilik olurdu. Bu işbirlikçiliğin geldiği nokta Filistin ulusuna pahalıya mal oldu. 1948’den buyana büyük bedeller ödeyen Filistinlilerin yaşadığı son ihanetin işbirlikçiliğin doğasında olduğu bir kez daha ispatlanmış oldu.
Bu karakteristik özelliği ile Ürdün ve Mısır devletleri, kendi halklarının Filistin halkının yardımına koşmasını tüm güçleriyle engellemiş oldular. Bırakalım yardımı, 7 Ekim saldırısı öncesi Mısır devleti ihaneti öyle bir noktaya taşıdı ki, yapılacak eylemi İsrail istihbaratına bildirecek kadar alçaklaştı.
Bugün bu işbirlikçiliğin halkların nefretini çektiğini görmek gerekir. Özellikle Arap halklarının gözünde bölge işbirlikçi devlet sahipleri giderek daha fazla teşhir olmuşlardır. Nasıl ki TC, faşist Erdoğan aracılığıyla bir yandan İsrail’e veryansın ederken diğer yandan ticareti en üst seviyede sürdürüyorsa aynı durum Arap devletleri içinde geçerli olmaktadır.
Burada şunu görmek gerekir. Bölgede işbirlikçilik kandan beslenmektedir. Akan kanların üzerine yaptıkları siyaset ve savaşın ihtiyaçları temelinde (İsrail’in ihtiyaçları) yaptıkları ticaret ile zenginliklerini büyütmektedirler. Savaş sürecinde emperyalist efendilerinden kopardıkları ufak çapta ekonomik rüşvetler sayesinde kasaları dolmaktadır. Bu durum Suudilerin petrol ticaretine, TC’nin lojistik ticaretine yansımaktadır.
Bu ticaret Türk ve Suudi ticaret burjuvazisinin nasıl kandan beslendiğini göstermektedir.
Filistin’in BM tarafından üyeliğinin tanınması, sonrasında başka ülkeler tarafından devlet olarak tanınması gündemi meşgul eden bir diğer meseledir. Adeta ölmüş bedene gömlek giydirme siyaseti güdülmektedir. Soykırıma maruz kalan ve gelecekte daha büyük bedeller ödeyeceği şimdiden görülen Filistin’in devlet olarak tanınması, katliamlara çare olmayacaktır. Devlet olarak tanıyanlar İsrail karşısında tutarlı bir duruşa sahip olamadılar/olamazlar.
Siyonist İsrail’in soykırımına karşı sert bir tavır geliştiremeyeceklerdir. Ancak bu, katliamların üstüne çekilmiş bir makyaj olarak tarihe geçecektir.
Suriye-TC-Irak-İran: Düşmanları “dost” eden “Kürt sorunu”
Ortadoğu’nun en katmerli sorunlarından birisi olan Kürt ulusal sorunu, TC, Suriye, Irak ve İran’ın ortak sorunu olmaya devam ediyor. Ancak eskiye oranla Kürt ulusal mücadelesinde gelişmelerin kaydedilmesi, Kürdistan’ın Irak ve Suriye coğrafyasında otonom şeklinde de olsa kendi yönetimleri konusunda kazanımlar elde etmesi, mevcut devletleri oldukça rahatsız etmektedir.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) olarak adlandırılan Barzani ve Talabani arasında bölünmüş olan Kürdistan’ın Irak sınırları içinde kalan bölgesi, her ne kadar faşist TC ile güçlü ilişkiler geliştirse de, yine de kendi var olma hakkını garanti altına almış değildir. Esasta ABD’ye yaslanarak varlığını devam ettirmekte, bağımsızlık statüsünü elde edememektedir.
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin mücadelesinin 4 parçadaki yansımaları farklı şekillerde devam ederken, Kürt ulusunu milli zulüm altında tutan devletler de kendi aralarında bu meseleye dair görüşmelerini el altından devam ettirmektedirler.
TC’nin Suriye ve Rojava topraklarını işgali devam ederken son süreçte Suriye devleti ile istihbarat düzeyinde görüşmeleri hız kazandı. Erdoğan-Esad görüşmesinin gerçekleşmesi için yoğun bir temas yaşanmaktadır. Bu noktada devreye Irak devleti de girmiş görünüyor. Taraflar Bağdat’ta Kuzey-Doğu Suriye meselesini görüşmek için bir araya gelmeleri beklenmektedir. Rojava’da halkın demokratik seçim yönünde atmak istediği adımlara karşı büyük tehditler savuran TC devleti, bu minvalde yalnız olmadığı ortaya çıkacaktır.
Suriye, Irak ve TC’yi bu anlamda bir masa etrafında buluşturan en önemli nedenin Kürt meselesi olduğu tarihi gerçeklerden bilinmektedir. Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkına karşı bu devletlerin sicilleri oldukça kabarıktır. Bu durum bugün de devam etmektedir.
Rojava’da elde edilen fiili statünün resmiyete dönüşmemesi için bu devletlerin hakim sınıfları muazzam çaba harcamaktadırlar. Bu anlamda Irak’ta yapılacak buluşma ve sonrası açısından ele alınacak yönelim bir anlamda Kürtlerin ittifak politikalarını etkileyecektir. Bu gelişmelere bakıldığında görülecektir ki, Rojava’da seçimler konusunda somut adım atılması bu devletleri daha hızlı bir araya getirmiş oldu.
Rojava seçimleri: “De facto oluşum meşrutiyet kazanmamalı!”
11 Haziran’da yapılması düşünülen Kuzey-Doğu Suriye belediye ve yerel yönetim seçimleri, halkın demokratik haklarının kullanımı açısından önemli bir adım olacaktı. Bu anlamda yerel ve özerk yönetimler bağlamında ileri bir hamle ile halkın yönetime katılımı güç kazanacaktı. Ancak seçime girecek partilerin talepleri ve çağrıları üzerine belediye seçimlerinin Ağustos’a ertelendiği duyuruldu.
Rojava seçimleri bölgede faşist ve işbirlikçi devlet ve yönetimleri büyük oranda rahatsız etti. TC, Erdoğan ağzından tehditlerini savururken Suriye devleti, Barzani yönetimi ve son olarak ABD seçime dair “olmaması” yönlü tavırlarını çeşitli şekillerde dile getirmiş oldular.
Açık olan şu ki; emperyalist güçlerin Rojava’da bir statü oluşturma dertleri olamaz. Ortadoğu’da tüm bölgeyi savaş alanına çeviren ve büyük oranda sömüren güçlerden demokratik statülere onay vermeleri, sessiz kalmalarını beklemek büyük bir saçmalık olur. Bu gerçeklik, seçimler beyanı ile bir kez daha kendisini ortaya koymuştur.
Kuzey-Doğu Suriye halkının demokratik bir seçimi garanti altına alması iki şekilde mümkün olabilir. Ya emperyalist güçlerden birisini güdümüne tamamen girecek ve onların (yarı) sömürgesi şeklinde varlığını devam ettirecek (ki bu durumda dahi seçimlerin olacağı garanti olmayacaktır), ya da tam bağımsızlık yönelimi ile hareket etmesi gerekecektir. Bu yol ayrımı her geçen gün Kuzey-Doğu Suriye halkının daha fazla karşısına çıkmakta ve kendisini daha fazla dayatmaktadır.
Kuzey-Doğu Suriye bir yandan halkın temel sorunları ile uğraşırken, diğer yandan dünya genelinde krize giren kapitalist-emperyalist ekonomik düzenin kendi üzerindeki yansımasına karşı da mücadele etmektedir. Genel yoksullaşmanın Rojava’ya da yansıması üzerine buna bir de ambargonun varlığı ve TC devletinin saldırıları eklendiğinde durum daha ağır bir hale gelmektedir.
On binlerce DAİŞ çetesinin kamplarda ikamet etmesi, giderek Özerk Yönetimi ve yerel gelişmeleri daha fazla zorlamaktadır. Emperyalist güçlerin, kendi yasalarına aykırı bir şekilde vatandaşlarını almamaları, uluslararası bir mahkemenin kurulmaması, DAİŞ tutuklularının potansiyel bir tehlike olarak varlığını devam ettirmesini sağlamaktadır. TC’nin bu potansiyel tehlikeyi gelecekte Rojava’ya karşı kullanacağını tüm dünya bilmektedir.
Ancak görülmesi gereken şey, DAİŞ çeteleri Rojava devrimi karşısında potansiyel bir tehlike olarak bilinçli bir şekilde çözüme kavuşturulmak istememektedir. Emperyalist ülkeler bu politikaları ile Özerk Yönetimin her daim kendilerine bağımlı olmalarını amaçlamaktadırlar.
İran: Daha da gericileşen molla rejimi
İran rejiminin baş aktörlerinden ve katliamların baş sorumluluklarından Cumhurbaşkanı Reisi’nin sürpriz bir şekilde ölmesi, İran’ın devlet politikalarında kökten bir değişiklik yaratmayacaktır. Bu tüm devletler açısından aşikar bir durumdur. Devlet mekanizmalarının, emperyalist devletlerden tutalım yarı-sömürge burjuva-feodal devletlere kadar işleyişin genelde kişilere bağlı olmadığı bir sistem durumudur. Bu anlamda Reisi’nin ölmesi de İran Rejimi açısından bir sorun teşkil etmeyeceği kısa sürede ortaya çıkmıştır.
İran’ın Kafkaslar ve Ortadoğu siyasetinde giderek değişen bir denge politikası yürütmektedir. Bir yandan Lübnan-Suriye-Irak ekseninde güçlerini tahkim ederken diğer andan Kafkaslarda yeni bir cephe açılmaması için çaba harcamaktadır. Bu süreçte İsrail-ABD’nin dalaşı kontrollü derinleştirme siyasetine karşı, İran’ın genel olarak çatışmasızlık ortamı ve taktik saldırılardan beslendiği görülmektedir.
Bu anlamda İsrail’in agresif harekat tarzı tamda İran’ın bu denge politikasını boşa çıkarma amacı taşımaktadır. Ancak İran’ın üst düzey askeri yetkililerinin İsrail’in suikast saldırıları ile öldürülmesi karşısında, İran’ın önlem olarak Rusya’ya daha bağımlı hale gelmesi kaçınılmazdır. Bu durumda Rusya’nın bölgedeki konumlanmasına daha fazla uyum sağlayacağını öngörmek gerekir. Güçler bu anlamda daha fazla tahkim edilecektir.
Kendi çıkarları açısından dış cephede Şii milis güçlerine yaslanan İran rejimi, iç siyasette ise her türlü halk hareketini yoğun bir şiddet dalgasıyla bastırmaktadır. Son süreçlerde rejimin halka yönelik saldırılarının dozajı giderek artmıştır. En ufak bir hak talebine daha saldırgan yanıt vermektedir. Özellikle Kürdistan bölgesine yönelik askeri saldırılarında artış yaşanmıştır. Sıradan Kürt aktivistlerden tutalım sanatçılara kadar birçok Kürt ya katledilmiş ya idam edilmiştir.
Bu durum İran Rejiminin halk karşısında ne denli kırılgan bir yapıda olduğunu da göstermektedir.
Molla Rejimi, halkın haklı isyanları karşısında siyonizm ve ABD karşıtı siyaseti halkı bastırmak için bir araç olarak kullanmaktadır. Dini gericilikle birlikte şovenizmi son haddine kadar araçsallaştırmıştır. Ancak bunlar İran halkının isyanlarının bastırılmasında yeterli değildir. Dün büyük çapta kadınların isyanına sahne olan İran, işçilerin yeni isyanlarına gebedir. PetroKimya işçilerinin direnişleri buna örnektir.
Diğer tüm bölge devletleri gibi Molla Rejimi de halkı yönetmede büyük zorluklar yaşamakta, baskıların dozajını giderek arttırmaktadır.
Yeniden devrimci örgütlenmelerin rolü ve zorunluluğu
Bugün Ortadoğu’da vuku bulan çelişmeler safları derinleştirmeye devam ediyor. Emperyalizmin ve onun dayanağı olan burjuva-feodal kliklerin geniş halk yığınlarına yönelik ezme politikası, büyük katliamlara ve soykırımlara neden olmaktadır.
Filistin halkının 40 bin kişi ile ödediği bedel, yeni sürecin nasıl şekilleneceğinin habercisidir. Giderek derinleşen sistem krizi ekonomik ve siyasal olarak halklar üzerinde derin etkiler bırakmaktadır. Buna karşı bölge ülkelerinde halkın tepkileri artan bir seyir izlemektedir. Halkın tepkileri karşısında hakim sınıfların yönetme krizi derinleşmektedir. Halklar giderek eskisi gibi yönetilmek istenmediklerini daha güçlü seslerle dile getirmektedir.
İçinde yaşadığımız süreçte devrimci ve komünist hareketlerin halk kitleleri üzerindeki etkisinin zayıf olduğunu görmek gerekir. MLM çizginin geniş coğrafyada etkisinin oldukça azaldığı iki binli yıllar sürecinde Ortadoğu halkı sömürülmeye, katledilmeye devam etmekteydi. Buna karşı devrimci hareketlerin ve ideolojik etkilerinin giderek zayıflaması ile ABD ve siyonizmin saldırılarının büyük oranda arttığı bir süreci beraberinde getirmiştir.
Elbette gerici yapılanmaların (DAİŞ gibi) emperyalist ABD ve faşist TC aracılığıyla güçlendirilmesi karşısında her ne kadar yurtsever, devrimci, komünist ve enternasyonal güçlerin ortaklaşmasına büyük zemin sunulduysa da, bu durum Ortadoğu geneline vuku bulamadı.
Örneğin Filistin ulusal kurutuluş mücadelesi gerici güçlere teslim edilirken, devrimci güçlerin bu süreçten kopmamaları olumlu bir yan teşkil ederken, tarihsel olarak bunun muhasebesini yapmakla yükümlü olunduğunun bilinmesi gerekir. Bu durum Filistin’i faşist, daha gerici ve uşak devletlere muhtaç kılarken, diğer yanı ile bugün yaşanan soykırımın da köşe taşlarını örmüştür. Bu süreçte halkın emperyalist, faşist, işbirlikçi ve siyonist devletler eliyle katledilmesinin temel nedeni devrimci ve komünist güçlerin gerilemesi, diğer yapılanmalar üzerindeki etkilerinin azalması olarak açıklanabilir.
Enternasyonal dayanışmanın, farklı ülkelerdeki halk örgütlenmelerinin Filistin halkına olan dayanışmasının garantisi devrimci ve komünist yapılanmalardır. Bu örgütler olmadan Filistin halkının ve diğer ezilen halkların akıbetinde niteliksel bir değişme olması beklenmez. Diğer yanı ile emperyalist güçleri, katliamlardan ve sömürüden alı koyacak ve nihai geri adım attıracak olan güç proleter mücadelenin gelişmesinden başka bir şey olamaz.
Tüm olgular Birleşmiş Milletler ve onun etrafında şekillen kurumların bir tiyatrodan ibaret olduğunu yeterince göstermiştir. Bu kurumların esas hizmet ettiği şey, emperyalist tekellerdir.
Anda yapacaklarımız, bizleri bir adım ileri götürmelidir
Proleter ve devrimci anlayışların halk kitleleri üzerinde etkilerinin güçlenmesi bir anda olacak bir durum değildir. Ancak bu süreçte daha kararlı örgütlenmelerle, daha güçlü ajitasyon propaganda çalışması yürütmek devrimci ve komünistlerin andaki en önemli görevi durumundadır. Mücadelenin en sıcak anlarında, en ön saflara katılmanın mücadeleye nitelik katkı sağlayacağını görmek gerekir.
Bu kararlılık ile mücadeleye katılım, yapılacak ajitasyon ve propagandanın niteliğini güçlendirecek, halk kitleleri üzerinde olumlu izler bırakacaktır. Proleter güçlerin andaki görevi bulunduğu alanın etki gücünü görmesi olacaktır.
Ortadoğu coğrafyasında emperyalistleri ve yerel işbirlikçi devletlerin dalaşına karşı, halk kitlelerinin gücünü açığa çıkarmak ancak proleter güçlerin doğru konumlanması ile mümkün olabilir. Devrimci savaşı geliştirecek bir konumlanma olmaksızın, ezilenlerin kurutuluş mücadelesinin gelişmeyeceği bilinmektedir. Bu anlamda çelişmeler ortaya konurken, emperyalistlerin ve yerel işbirlikçi devletlerin ipliğini pazara çıkaran her türlü eylem, örgütlenme, yönelim geliştirilmek zorundadır.
Yerel devletlerin, yani yerel işbirlikçi ve gerici egemen güçlerin birbirleri ile olan sıkı ilişkileri, kendi aralarındaki güçlü bir dayanışma göstermesinin arkasında halkların içinde biriken büyük öfkelerin olduğunu görmek gerekir. Dipten gelecek olan dalga her zamankinden daha büyük bir öfkeyi yüzeye vuracak bu tüm coğrafyada güçlü sarsıntılar yaratacaktır.
Bu anlamda devrimci rotada ilerleme sağlayacak adımların niceliğine bakmadan, etkisi az da olsa niteliğini doğru kavramak önemli bir yerde durmaktadır.
Yanlış anlayışlar düzeltilmeden sağlıklı mücadele geliştirilemez
Bir yanıyla güçlü bir A/P ile sürece güçlü bir katılım sağlanırken diğer yanıyla yanlış anlayışlara karşı her zamankinden daha güçlü yanıtlar verilmek zorundadır. Bu pratikte ancak kendisini ispatladığında bir anlam taşıyabilir. Bu durumda pratiğe güçlü bir yüklenim gerçekleştiren her hareket, devrimci çizgisinden sapmadığı sürece reformizm ve revizyonizm başta olmak üzere her türden burjuva ve küçük burjuva anlayışları teşhir etmesinden sorumludur.
Bu ideolojik akımlara karşı mücadele savsaklanamaz. Örneğin Filistin, Kürdistan ve Artsakh meselelerinde gelişen yanlış anlayışlara karşı durulmadıkça; sınıf ve göçmenlik sorunlarında doğru rotada durulmadıkça kitlelerde ve halklarda bir birliğin oluşması mümkün olmayacaktır. Ulusların özgürce ayrılma hakkı, Filistin, Kürdistan ve Artsakh söz konusu olduğunda bunları karşı karşıya koyan anlayışlara karşı geliştirilmiş en ileri ilkedir.
Bu ilkenin daha güçlü bir şekilde kitleler nezdinde karşılık bulması, ancak yönelimin daha güçlü uygulanması ile alakalı bir durumdur.
Bilinmesi gerekir ki, Ortadoğu’nun neresinde olursak olalım tüm bölgelerin birbirlerinden kopartılamayacak kadar derin ilişkileri vardır. Geniş coğrafyada yapılan saldırılar ile kitlelerin geniş coğrafyayı kapsayan hareketlenmeleri, ortaya konan devrimci çabanın sınırlarımızı ne denli aştığını görmemiz açısından önemlidir. Özellikle göçmenlik olgusu bir yandan sınıf dokusunda önemli değişimler yaratırken, diğer yandan mücadelenin etki alanının genişlemesine etkide bulunmasını da beraberinde getiren bir özelliğe sahiptir.
Toparlanacak olursa; Ortadoğu coğrafyasında emperyalizmin yoğun saldırıları karşısında geniş bir coğrafyanın etkilendiğini, aynı oranda geniş bir yelpazede devrimci potansiyelin, zeminin açığa çıktığını görmek gerekir. Çelişmenin bir yanı emperyalizmin ve yerel işbirlikçi gerici devletlerin saldırıları olarak karşımıza çıkarken, esas yanı ise halk hareketleri, devrimci zeminin güçlenmesi ve direnişler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu haliyle bölgede açığa çıkan durum, büyük yangınların ilk kıvılcımlarıdır. Bu yangın kitlelerin eseri olacaktır. Haliyle bu çelişmede doğru konum almak anın temel görevidir.