20 Ekim 1997 tarihinde ölümsüzleşen Özgür Kemal Karabulut anısına…
Düşlerden gerçeğe uzanan inadına bir yaşam
Kaç zamandır koşturup duruyordu, yorgunluğu her halinden belliydi. Hemen yatağına geçti, ellerini ensesinde kenetleyerek sırt üstü uzandı. Uykuya dalmadan önce hep böyle yapardı Özgür. Düşlerini kurduğu, özlemini çektiği ve yarınlarında yapmak istediği şeylere dalardı bir süre. Bütün yorgunluğuna rağmen hemen uyuyamazdı. Hayallere daldıkça dirilir, canlanır ve heyecan sarardı her yanını. Yüzüne tarifsiz bir tebessüm gelirdi.
Dağları, gerillaları düşlerdi. Bu düşlere kapıldığında her zaman Hasan Hakkı Erdoğan’ın “Gulasor” şiirini anımsardı. O şiirle birlikte yürürdü düş yollarında. Bazen bir kaya dibinde elinde mavzeriyle nöbette, bazen de alınlarında kızıl bantlarıyla bir gerilla müfrezesiyle baskınlarda bulurdu kendini. Şiirle harmanlanan düşleri büyüdükçe, kabına sığmaz oluyordu. Ne uykusuzluğu ne de yorgunluğu kalıyordu. Heyecanını kontrol edemez oluyordu.
Düşleriyle heyecanlanıp coşsa da, canı sıkıldı bir an. Huzursuz oldu. Bir şeyler eksikti, biliyordu. Düşler boşuna kurulmamalıydı. Düşlerine gitmeliydi. Yatağından kalkıp ormanın içinde gezinmeye başladı. Havalar sıcaktı. Sıcağın da etkisiyle bunalmıştı. Gidip pencereyi açtı ve önüne oturdu. Dağlar ve gerillalar hiç mi hiç çıkmıyordu aklından. Düşüncelerini dağıtıp sakinleşmek istedi. Pencereden dışarıyı izleyip, Tuzluçayır’ın sessizliğe bürünen gecesini dinlemeye koyuldu. Araç seslerinin rutinliği dışında bir şey yoktu. Tuzluçayır’da geçen, yıllarına gitmek istedi ama yapamadı. “Ne yapıyordur gerillalar şimdi? Kim bilir hangi zorlu yollardan geçiyorlardır, belki uyuyorlardır. Hayır, hayır olmuyor böyle. En kısa zamanda çıkmalıyım dağlara. Yoksa yüreğime sırtımı dönmüş olurum” diye kendi kendine konuşuyordu.
Annesi Sultan ana da uyanmıştı. Özgür’ün uyumadığını biliyordu. Sultan ana Özgür’ün en küçük sıkıntısına bile ortak olmaya çalışıyordu. Özgür de annesinin ne kadar değerli olduğunu biliyordu. Annesiyle her şeyi konuşabiliyordu. Düşlerine bile ortak ediyordu annesini!
Sultan ana kapıyı yavaşça açarak içeri girince Özgür’ü ayakta buldu; “Yavrum, niye yatıp dinlenmedin. Yorgunluktan ayakta duramaz haldeydin. Yoksa hasta mısın, bir yerin mi ağrıyor?” dedi telaşla. Özgür; “Yok yok, güzel anam, ben iyiyim. Sen canını sıkma, üzülme. Sadece uyku tutmadı. Dağlardaki yoldaşlarımı düşünüyordum, içim daraldı biraz. Zor koşullardalar. Ama inadına mücadele ediyorlar. Açlığı, susuzluğu, yorgunluğu, uykusuzluğu mu düşünüyorlar ana. Kim bilir ne sıkıntılar yaşıyorlardır. Belki de şimdi altlarına serecekleri bir şeyleri yoktur. Öylece yere uzanıp yatıyorlardır. İşte böyle düşününce yatakta yatamaz oluyorum” deyince, Sultan ana “Ben de üzülüyorum. Elden ne gelir Özgür’üm. Böyle yaparsan üzersin beni” dedi. Özgür annesini üzmek istemezdi. Ama kafasına bir şey koyduğu zaman da onu yapmasına kimse engel olamazdı. Sultan ana da biliyordu, Özgür inatçıydı. Kendini yere atarak “yok anne hiç ısrar etme, ben böyle yerde yatacağım” dedi. Sultan ananın canı sıkılmıştı. Biraz tartıştılar. Ama sonu her zamanki gibi tatlıya bağlanmıştı.
Sultan ananın en çok istediği şeylerden birisi Özgür’ün üniversiteyi bitirmesiydi. Özgür, Yıldız teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik bölümünde okuyordu. Okulla arası iyi değildi. Okulun ilk yıllarından itibaren gençlik içinde devrimci çalışmalara katılmıştı. Sultan ana her şeyi biliyordu. Çünkü Özgür paylaşıyordu annesiyle. Özgür’ün devrime, devrimci mücadeleye aşık, deli-dolu bir yürek taşıdığını biliyordu. Bu yüzden kaygılanıyordu da. Özgür’ü çok seviyor, düşüncesine saygı gösteriyor ve ona güveniyordu. Ama “bir gün çeker de dağlara gidere ben ne yaparım, hasretine nasıl dayanırım” diye düşünüyordu.
Özgür, “Gidecem ana, çekip gidecem buralardan. Dağlarsız yaşayamam ben. İnsan, yüreğinin sesini dinlemeli. Yüreği nereye götürecekse oraya gitmeli ana. Ben düşlerime kavuşmak için yaşamadıktan sonra, onca şeyin bir anlamı olur mu? Olmaz tabii ki” diye konuşunca Sultan ananın yüreğine bir parça ateş düşmüştü sanki. Özgür’ün kararlılığını görüyordu. Bu defa çok geç diye düşünüyordu. Özgür gidecekti, biliyordu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Bak oğlum, seni durduramam biliyorum. Düşüncelerin için yaşamayı seviyorsun. Niye, illa ki dağlar diyorsun. Buralarda yap ne yapacaksan. Kavgaysa istediğin her yerde kavga var işte. Sen gidersen ben dayanamam sensizliğe” diyerek, gözyaşlarını tutamadı Sultan ana. Özgür annesinin üzülmesine dayanamazdı. Hemen gitti yanına, sarıldı, öptü, şakalar yapmaya çalıştı. Annesini hüzünlü havadan çıkarttı. Hep yapardı bunu. Sultan ana da dayanamadı Özgür’ün hareketlerine, gülüverdi hemen.
94 yazıydı. Özgür, artık düşlerinin yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyordu. TMLGB’de örgütlüydü. Birçok eyleme katılmıştı. Gösterilerde, korsan eylemlerde, yazılamalarda, molotoflu eylemlerde yer almıştı. O günlerini düşündü bir an. Güzel şeyler yaptığına inanıyordu. Yapılanların coşkusuna, heyecanına ve beklentilerine yanıt olmadığını düşünüyordu. O yüzden, gerilla düşleriyle büyütmüştü duygularını, düşüncelerini!
Günü gelmişti. Heyecanını kontrol edemiyordu. Dağlara, gerillalara gidiyordu. İnanamıyordu. Geride kalanları düşünüyordu. Yoldaşları gibi sevdiği ailesini, gençlik alanından yoldaşlarını, sevdiği daha nice insanları. Düşlerine doğru gidiyordu. Sevdiği türküler geliyordu aklına, tutamıyordu kendini; “Hoşçakalın dostlarım/Hoşçakalın dostlarım/Sizi canımın içinde/Kavgamı kafamda götürüyorum/Hoşçakalın dostlarım…” parçasını mırıldanıyordu. “Şu anki duygularıma nasıl da eşlik ediyor bu parça” diye düşünüyordu.
Araçtan inip köy yoluna girmişlerdi. Gerillaya yeni katılan başkaları da vardı. Özgür sevinmişti. Herkes harfiyen kuryeyi takip ediyor, kurye ne söylerse yapmaya çalışıyordu. Hava kararınca köy yolundan çıkıp dağlara çıkan patikaya girdiler. “Gerillanın yolları” diye mırıldandı Özgür. Patikaya girince, kendini farklı hissetmeye başladı. Bir ara kurye durup, “Yoldaşlar herkes kendine bir isim bulsun. Belki sonradan değiştirilebilir. Ama kod isimleri netleştirelim ki; deşifrasyona neden olmayalım” dedi. Özgür, “Benim ismim Ozan olsun” dedi. Ve artık dağların Ozan’ı olarak adımlıyordu dar patikaları.
Bir süre sonra yıkık dökük bir köme geldiler. Eski bir yayla eviydi. Gerillalar oraya geleceklerdi. Kurye; “Burada bekleyeceğiz, ses çıkarmayın. Bir ses duyarsanız da hemen bana söyleyin. Yoldaşlar olduğundan emin olduktan sonra sizi çağırırım. O zamana kadar fazla hareket etmeyin” dedi. Ozan iyice heyecanlanmıştı.
Gökyüzüne baktı. İlk defa yıldızları öylesine parlak ve çok görüyordu. Gökyüzünün güzelliğine daldı bir ara. Seviyordu doğayı. Doğadaki her şey ilgisini çekiyordu. Gecenin de güzelliği varmış diye düşündü.
Yukarılardan sesler geliyordu. Küçük küçük dallar kırılıyor, ayak seslerine karışıyordu. Sesler çoğalıyor ve yakınlaşıyordu. Aniden kesilince sesler, Ozan heyecanlandı iyice. Sonra farklı bir ıslık sesi geldi. Islığı gerillalar çalmıştı. Kurye de benzer biçimde karşılık verince, peşi sıra parolalar söylendi. Ozan pür dikkat her şeyi dinliyordu. Gizemli bir ortam olduğunun hissine kapıldı. Artık kucaklaşmaya adımlar vardı. Ellerinde kleşleri, sırtlarında çantalarıyla gerillalarla kucaklaşmaya başladı yeni gelenler. Ozan her gerillayı sıkı sıkıya kucaklıyor, öpüyor; “Merhaba yoldaşlar, ben Ozan” diyordu. Yerinde duramıyordu. Kimi gerillalara tekrar tekrar sarılıyor, “Nihayet sizlerleyim yoldaşlar” diyerek, oradan oraya koşturuyordu. Tarifsiz duygular yaşıyordu. “İşte hayallerin gerçeğe dönmesi bu” diyordu kendi kendine.
Gecenin karanlığı olduğu için yüzlerini seçemiyordu gerillaların. Yanında Emine (Ayfer Celep) vardı. “Yoldaş, bu gece başka yoldaşlar da göreceğiz değil mi?” diye sordu. Emine “Tabi, tabi. Konaklama yerindeler. Birazdan yola koyuluruz. Konaklama yerine varsak da sabah görürsün artık” dedi. Komutanın bu açıklamalarıyla birlikte, yeniler birlik düzeni içinde yerleştirildi. Ozan’ın önünde Emine yürüyordu. Gerillaların arasındaydı, inanamıyordu hala. Heyecanından, sevincinden nasıl yürüdüğünü fark edemeyip sık sık Emine’ye çarpıyordu. Emine, “Ozan yoldaş, birkaç adım geriden gelmeye çalış. Her zaman çantama çarpmayabilirsin. Silahımın dipçiğine çarparsan iyi olmaz. Dikkatli ol tamam mı?” dedi. “Tamam, tamam yoldaş, sevinçten ne yaptığımı bilmiyorum. Dikkat ederim” dedi. Yukarılara çıktıkça orman içleri daha da karanlık oluyordu. Gerillalar karanlığın içinde bir ışık gibi süzülüyordu. Herkes dikkatli ve nizami yürüyordu. Güzel bir su başında mola verilince, sessizlik bozuldu ve muhabbetler de başladı. Elden ele su bardağı dolaşıyor, herkes su içiyordu. Kimileri ise biraz serinlemek için elini yüzünü yıkıyordu. Ozan her şeyi seslerle takip ediyor, öyle izlemeye çalışıyordu. Gerillanın her davranışı Ozan için yeni keşifler demekti. Biraz daha yürüdüler. Patikalardan çıkıp, orman içine girdiler. Komutanın, “yakın yürüyün” komutuyla, aralar kapatıldı iyice. Emine, “Ozan yoldaş, istersen çantama tutun, kaybetmezsin” deyince, Ozan çantaya tutundu. Birden gelen ve oldukça sert söylenen “Kamo lo?” sesiyle, Ozan irkildi. “Ne oluyor Emine yoldaş?” dedi. Öncünün, “Mayme, Mayme Partizane” diye cevap vermesiyle, Emine, “Konaklama yerine geldik” dedi. Ozan’ın kalbi halen küt küt atıyordu.
Konaklama yerinde nöbetçi ve nöbetçi komutanı dışında herkes yatıyordu. Grup komutanı “Terlisiniz yoldaşlar. Zaten sabaha az kalmış. Biraz yatmaya çalışın. Umut yoldaş, sen Ozan’ı al yanına, birlikte yatarsınız” dedi. Herkes, teri soğumadan montlarını, parkalarını yere serip, üzerlerine şallarını çekip yatmaya koyuldu. Ozan da yoldaşlarıyla sır sırta verdi. Konaklama yerine sessizlik çökmüştü. Sadece nöbetçi ayaktaydı. Heyecanından yatamıyordu Ozan. Hemen sabah olsa diye düşünüyordu. Bütün gerillaları görüp, sarılmak istiyordu. Uzun süre uykusu gelmedi, çevreyi dinledi.
Ara sıra çığlık çığlığa öten bir kuşun sesi geliyordu. “Ne kuşu bu?” diye düşündü. Orman tabanı kuru gazellerle örtülü olduğu için yakındaki her hareketlilik duyuluyordu. Hızlı hızlı koşan ve birden duran küçük hayvan yürümelerine takıldı, dayanamadı nöbetçiye seslendi, “Yoldaş bu yürüme sesi de ne?” dedi. Nöbetçi; “Onlar sincap ya da gelinciktir. Gece boyu koşturur dururlar. Yiyecek arıyorlar” dedi. Yakında bir dere vardı, suyun sesi geliyordu. Bir süre ormanı dinledi Ozan. En çok da hiç kesilmeksizin süren sivrisinek vızıltılarından rahatsız olmuştu. Başının üzerinde dolanıyorlardı. Şalı başına çekerek ısırmalarına engel olmaya çalıştı. Yanındaki yoldaşı uyumuştu. Nedense annesi geldi aklına. Annesiyle yaptıkları, yerde yatma tartışmalarını anımsardı. Gülümsedi, neşelendi. Bir ara daldı. Nöbetçinin, “kalkın yoldaşlar, sabah oldu” demesiyle yerinden fırladı Ozan. Hava tam aydınlanmamıştı. Ama birazdan aydınlanacaktı.
Dikkatle gerillaları izliyordu Ozan. Herkes çantalarını hazırlıyordu. İkişerli ikişerli, ağaç diplerine yatmışlardı. Gece fark edememişti ama konaklama yeri düzlük ve büyük büyük ağaçlarla örtülüydü. Orta yerde kocaman bir ateş çukuru vardı. Yakılmaya hazır, kırılmış odunlar yığılmıştı bir kenara. Konaklama yerine uzak bir noktada, ama konaklama yerini görebilen bir yerde nöbetçi vardı. Çevresini izliyordu, dikkatliydi. Ozan ilk günün heyecanıyla etrafını seyrediyordu. Akın’ın (Erol Özer) “Nerede bu yeni yoldaşlar?” demesiyle, hoş geldin kucaklaşmaları başladı. Ozan hemen koştu. Geceden kimlerle kucaklaştığını bilmiyordu, o yüzden herkese sarıldı, sıkı sıkıya kucakladı. Yatağına sığmayan sular gibi coşkuluydu yine.
Gözlerini alamıyordu gerillalardan. Hepsini tek tek inceliyordu. Birçoğunun pantolonları özellikle de arkaları yamalıydı. Mekap ayakkabıları vardı ama ya söküktü ya da yamalıydı. Eskimiş ve kimi yerleri yanmış parkaları vardı üzerlerinde. Kolları yamalı kazakları, yamalardan dolayı asıl kumaşının ne olduğu anlaşılmayan yelekleri vardı kimilerinin uzamış sakalları, ak düşmüş saçları olanlar vardı. Uzun saçları olmazsa kadın gerillaları ilk anda ayırt edemeyecekti neredeyse. Ama hepsinin gözleri ışıl ışıldı. İnsanı saran bir sevgiyle bakıyordu gözleri. İnanç, kararlılık ve güven duygusu uyandırıyordu insanda. Silahlarına, teçhizatlarına bakıyordu. Gerillaları izledikçe heyecanlandı. İçi içine sığmaz oldu. Artık, yüreğinin daha güçlü attığı yerlerdeydi. Yoldaşlarını kucaklayan bir sevgiyle bakıyor ve onlara gülümsüyordu hep. Gerillanın Ozan’ıydı artık.
Kısa sürede gerilla ortamını tanıdı. İlk etapta verilen eğitimlere coşkuyla katıldı. Kavrayışı iyiydi. Silahlara olan ilgisi büyüktü. Çok sevdiği ama uzun süre önde kaybedip de tekrar bulduğu şeye sıkı sıkıya sarılanlar misali, silahlara sarılıyordu. Tutkulu birisi olduğunu gösteriyordu. Devrim kavgasına içtenlikle inanan bir yürek olduğunu herkes anlamıştı. Kendini kısa sürede sevdirmişti. Ozan’ı sevmemek mümkün olamazdı. Çünkü taşkın bir sel gibi sevgi taşıyordu. Sevgisini içtenlikle paylaşıyordu, hissettiriyordu. Gerillaya olan sevgisi başkaydı. Yoldaşları da Ozan’ı hak ettiği biçimde bağırlarına basıyorlardı. Herkesin gönlünde yer edinmişti.
Her fırsatta doğadaki bir şeylerle ilgileniyordu. Her şey ilgisini çekiyor, merakını uyandırıyordu. Ağaç türlerini öğreniyor, bitkileri soruyor, cevaplar arıyor, mantarları inceliyor, küçük hayvanları izliyor, onlarla uğraşıyor, yıldızları gözlüyor, dolunayın büyüleyici doğuşunu zirvelerden izlemenin duygusuyla mest oluyordu. Yaşadığı ortamın her şeyi Ozan’ın merakı oluyordu. Geceleri bile ormanın karanlıklarında zorlanmadan yürümeyi öğrenmişti. Herkes, Ozan’ın iyi bir gerilla olacağına dair, güzel izlenimler ediniyordu.
Eyüp (Bahattin Günel) ateş başında ekmek kızartmaktan bunalmıştı. Biraz serinlemek istiyordu. Sırılsıklam ter içindeydi. Yerini bir başka gerillaya bırakarak, gölge bir yer bakındı. Herkes bir şeylerle uğraşıyordu; ayakkabı dikenler, çantasını onaranlar, silahının bakımıyla uğraşanlar, bir şeyler okuyanlar, konuşanlar, tartışanlar, sıcaktan gevşeyip de uyumamak için çile çekenler… vs. Konaklama yerinin dışında bir şeylerle uğraşan Ozan’ı görünce oraya yöneldi.
Ozan, büyük bir çürük kütüğü kendilerine yuva yapmış olan karıncalarla uğraşıyordu. Eyüp; “Ne yapıyorsun tek başına burada?” deyince, Ozan; “Gel gel Eyüp, şu karıncalar inanılmaz hayvanlar. Öğlen yemeğinde birkaç tane zeytinimi yemedim bunlara sakladım. Zeytinin birini parçalara ayırdım attım ortalarına, kaş-göz arasında yuvaya taşıdılar. Bir tanesini ikiye bölüp attım, onu da hızlıca götürdüler. Sonuncusunu bütün bıraktım, inanır mısın yerinden oynattılar, çok zorlandılar ama yılmadılar. Halen çabalıyorlar, işleri zor ama pes etmiyorlar. Hayranım bu karıncalara” dedi. Eyüp de “Seni iaşeciye söyleyeyim. Zeytini fazla geliyor, karıncalara veriyor, diyeyim.” Ozan, güldü. “Eyüp yoldaş, karınca yuvalarının ağızlarını güneye bakan tarafa açarlar. Güney tarafları sıcak ya, ondan yapıyorlar. Zaten güney yönünü bilince, diğerlerini de buluyor insan” diye anlattı. Eyüp’ün hoşuna gitmişti. Böylesi şeyleri pek bilmezdi. Normalde pek konuşmazdı Eyüp. Ozan karıncaları anlatınca Eyüp de kendi bildiklerini paylaştı. “Çocukken köyde çok oynardık bunlarla. Kara karıncaları severdik. Onlar uslular. Ama dinine yandığımın kırmızıları ise adamı pis ısırıyorlar. O yüzden onları sevmezdik. Harman zamanı karaların yuvalarına buğday bırakırdım, yesinler diye. Bazen karalarla, kırmızıları dövüştürürdük. Karalar her zaman yenilirdi” diye anlattı Eyüp. Ozan’ın hoşuna gitmişti. Yaşamın içindeki farklı şeyleri dinlemeyi seviyordu. Bir süre daha karıncalara takıldılar, sohbet ettiler.
İaşecinin, “yoldaşlar, gelin de akşam için odun toplayalım” demesiyle, silahlarını alıp oduna gittiler. Ozan, büyük bir kütüğü göstererek, “Eyüp yoldaş, şunu götürüp akşam yakalım, olmaz mı?” dedi. Eyüp, “Kütükler genelde çürük olur. Havalar açıkken onları yakmak tehlikeli. Çok duman yapıyorlar çünkü. Havalar yağışlı, sisli olduğunda yakıyoruz onları” diye anlattı. Ozan yeni bir şeyler öğrenmenin hazzıyla dinledi Eyüp’ü.
Gerillalar durmuyorlardı. Köylere, yaylalara giriyor, ajitasyon propaganda faaliyeti yürütüyordu. Ozan, seviyordu böylesine çalışmaları. Gerillaları gözlemliyor, deneyimlerini almaya çalışıyordu. Bazen ilginç ve hoş şeyler yaşanıyordu. Sivas’ın Koyulhisar ilçesinin köylerinden birinin yaylasındaydı gerillalar. Köylüler gerillayı iyi karşılamışlardı. Köylü ortalamasının biraz da üzerinde politik bir duruşları vardı. Tartışmayı, sorgulamayı seviyorlar, gerillaya ter döktürüyorlardı. Sistemden birçok açıdan hoşnut değillerdi. Gerillalar da bu durumu iyi değerlendirip, o civara biraz zaman ayırarak çalışmalarını yoğunlaştırmışlardı. Bazı evlere çok defa gidilmişti. Gerillayla iyi ilişkiler bağlar kurulmuştu. Evlerden birinde üniversitede okuyan genç bir kadın vardı. Konu eğitim sorunlarından açılınca, Ozan uzun uzun anlatıyordu. Evdekiler Ozan’dan etkilenmişti. Özellikle de bu üniversite öğrencisi… Öyle ki annesi bile durumu fark etmişti. Annesi, kızının gerillaya yakınlık duyduğunu da biliyordu. Bunun üzerine, çocuğum elden gider hesabı yaparak fırsat kolluyor ana. Ozan’ı yaylada tek yakalıyor ve anlatıyor, “Oğlum bak sen iyi birisisin. Yakışıklısın, üniversitede iyi bir bölüm kazanmışsın. Gerillaların arasında ne işin var. Bırak bunları” filan diyor. Ozan şaşırıyor tabi. Ama sonra anlıyor meseleyi. Ozan bu diyalogu yoldaşlarına aktarınca, herkes için esprilik malzeme çıkmıştı. “Buralardan gidelim, yoksa Ozan’ı kaybedeceğiz. Bakarsın tersten bir girişim olur ve Ozan’ı kaçırıverirler” gibi. Ozan’ın da hoşuna gidiyordu böylesi şeyler.
Gerilla alanının kurye sorunu vardı. Bu iş için de fazla bir seçenek yoktu. Bölge komutanlığı durumu değerlendiriyor ve Ozan’ı bu işle görevlendirme kararı alıyor. Ozan için kolay değildi. Görev üzerine kendisiyle konuşulduğunda farklı duygulara kapıldı. Durgunlaştı biraz. Partinin kendisine vereceği her görevi tartışmasız yapardı. Hatta büyük bir coşkuyla sarılırdı. Ama bu defa farklıydı. Gerilladan ayrılmayı kabullenemiyordu, zor geliyordu kendisine. Gerillayla sık sık görüşecekti, onlardan uzak olmayacaktı. Bunları düşününce biraz olsun teselli buluyordu. Duygularından, istemlerinden sıyrılarak bakmaya çalışıyordu. Partisinin ve mücadelenin ihtiyaçları çerçevesinde düşünüyordu her şeyi. Kendisi için zor olanla yüz yüzeydi Ozan. Aylardır birlikte olduğu yoldaşlarından ayrılma zamanı gelmişti. Herkesi ilk günkü gibi sıkı sıkıya kucaklıyor, sarılıyor, öpüyordu. Ama doyamıyordu. Bazı yoldaşlarına tekrar tekrar sarılıyordu. Gerillalar için de kolay değildi. Ozan’ı çok seviyorlardı. Ozan, “yoldaşlar, önümüzde barınak süreci var, yerimi hazırlayın. Kış boyu birlikteyiz tamam mı?” diye de tembihlerde bulunuyordu. Ozan’ın gidişiyle hüzünlü bir ortam olsa da, umutlu beklentilerin olduğu bir vedalaşmaydı. Herkes, Ozan’ın bu işi iyi bir biçimde yapacağını biliyordu. Onun azmi, gelecek güzel günlerin tohumlarını taşıyordu çünkü. Engel tanımayan hırçın sular gibiydi Ozan.
İlk randevuda sıkıntılar yaşansa da, zamanla birçok sıkıntıyı, engeli aşmasını öğrendi. Bir gerilla ruhuyla düşünüyor, davranıyordu. Gerilla alanının kuryeliği de bunu gerektiriyordu. Araziyi öğrenmesi, köyleri, köy yollarını, bağlantılarını, düşmanın karakollarını, hareket tarzını, yol kontrol noktalarını ve kontrol periyotlarını, telsizden düşmanı dinlemeyi, hangi koşulda ne tür sorunlarla karşılaşılabileceği ve hazırlıklarını, çözüm olasılıklarını… vs. hesaba katıyor, öğrenmeye çalışıyordu. Görev alanının komutanıydı. Askeri bir bakış açısıyla hareket ediyordu. Bu da Ozan’ı daha etkin ve yaratıcı kılıyordu. Zaten her randevuda gerillayla buluşabilme arzusu ile Ozan için en itekleyici unsurdu. Gerilla aşığıydı. Her randevu onun için aşkıyla buluşmaktı adeta.
94 kışı kapıya dayanmıştı. Ozan gerillalar için gerekli olan malzemeleri zor da olsa getirebilmişti. Malzemelerin arasında bir tane çuvalı göstererek, “Bunu annem yolladı. İçinde yorgan var. Kışın üşürüm diye ısrar edip verdi. Almamazlık edemedim. Ee, artık barınakta kullanırız bunu. Kış, yolları kapatır ve gelemezsem bensiz yatarsınız. (Çeto’ya bakarak) Çeto sen yatma bu yorganda çünkü ayakların kötü kokuyor” diye de espiriler yapıyordu. Çeto lafın altında kalmazdı; “Hele bir barınağa girelim, kendime derviş köşesi yapacam. Dervişlerin yeri biraz daha dayalı döşeli olmalı, yumuşak olmalı. Bu yorgan tam istediğim gibi işe yarar” deyince, Ozan, “Sakın deneme anneme söylersem hiç affetmez seni” dedi. Çeto da “Anamızın ellerinden öpüyoruz. El emeği olan bu güzelliğe kıyamayız. Merak etme sen” dedi. Herkes Ozan’ın annesine gıpta etti. Oğlunun yanında, oğlunu her şeyiyle sahiplenen bir anneydi. Gerillalar, tanınmıyor olsalar da Ozan’ın annesini sevmişlerdi. Sevgileri Ozan’a vererek anneye göndermeyi ihmal etmiyorlardı.
O kış, Ozan barınağa yetişemiyor. Ama gerillalar da o barınakta kalmıyorlar. Çünkü barınak noktası avcılara deşifre olunca, gerillalar da orayı terk etmek zorunda kalıyor. Zorlu kış koşullarıyla dişe diş bir kavgaya tutuşuyorlar.
95 ilkbaharıyla Ozan yine gerillalarla buluşmuştu. Yepyeni ve yoğun bir süreç başlıyordu. Parti, 6. Konferansını Karadeniz’de, gerilla alanında yapacaktı. Herkes tarihi bir görevle karşı karşıyaydı. Gerillaları coşkunun, sevincin yanı sıra kaygı ve telaş da sarmıştı. Her şeye rağmen ağır basan yan sevinçleriydi. Canla başla çalışma zamanıydı. Şüphesiz bu sürecin en önemli görevi ise Ozan’ın omuzlarındaydı. Konferans alanına her türlü lojistiğin aktarılması ve delegelerin güvenli biçimde getirilmesi gibi hayati işler Ozan’ındı.
Gerillalar bölgede keşifler yaparak Konferans için en uygun yerleri tespit edip, hazırlıklara girişirken, Ozan da malzeme aktarımına başlıyor. Eş güdümlü olarak çalışılıyor. Ozan malzeme aracıyla kaza yapıyor. Araç takla atıyor. Ozan da herhangi bir çizik dahi olmuyor. Aracı o haliyle randevuya yetiştiriyor. Geldiğinde üzgün haldeydi. Böyle şeyler yaşadığında kendine kızıyordu. Dikkatsizliği ve biraz da acemiliği kaynaklıydı kaza. Herkes Ozan’a bir şey olmamasına sevinmişti. Kaza sonucu araçtaki benzin-mazot türü bidonlar patladığı için un çuvalları mazotlanmıştı. Fadime, “Yaktın bizi Ozan. Bu unları nasıl yiyeceğiz” deyip takılıyordu. Ozan da “Gözüm, ben sizleri aç bırakır mıyım hiç. Telafi ederim merak etme sen” diyerek sıkıntısını atmak istiyordu.
Sıra delegelerin, alana getirilmesindeydi. Ozan her randevuda delege getirecekti. Gerillalar da iç örgütlenmesini yapmıştı. Karargâhta kalanlar, randevuya gidenler ve randevu yeriyle konferans karargâhı arasında taşımacılık yapanlar olacaktı. İlk delegeleri almanın heyecanıyla yola çıkıyor gerillalar. Konferans vadisinin üzerindeki sırtlardan ilerliyorlar. Her taraf orman olduğu için gündüz de yol alınıyordu. Çıplak alanlara kadar gündüz gidiliyordu. Orman içindeki bir yoldan ilerlerken öncünün aniden “Kamo lo” demesiyle herkes kendini çukurlara, ağaç diplerine, hendek arkalarına atıp mevzileniyor. Aynı anda da karşı taraftan da “Du Kamo” sesi geliyor. Bunun üzerine karşı tarafın da devrimciler olduğu anlaşılıyor. Öncünün “Mayme Mayme Partizane” demesiyle, diğerleri de “Devrimci-Sol” cevabını veriyor. Herkes rahatlıyor. Öncüler karşılıklı çıkıyor ve arkasından da diğerleri gelerek, uzun süreli kucaklaşma merasimi başlıyor. Normalde öncüler birbirlerini tanıyorlar. Hoş bir ortam oluyor. Birbirlerini daha önceden hapishanelerden tanıyanlar ve uzun yıllar sonra ilk kez karşılaşanlar, iki yıl önceki karşılaşmalarda tanışıp da yine buluşanlar, daha önce köyde olup da şimdi gerilla olanlar, birbirlerini ilk defa görenler ve ilk kez başka bir örgütten gerillayla karşılaşanların heyecanı, sevinci, güzel duyguları yaşanıyordu. Birkaç gün birlikte kalarak güzel paylaşımlarda bulunmuşlardı. Bunlardan bir tanesi de, Dev-Sol’un bölge kadrolarından Almus Durudereli Cömert’le Ozan arasındaki paylaşımlardı.
Cömert’in bağlantı için en azından bir ilçeye inip telefon görüşmesi yapması gerekiyordu. Aynı günlerde Ozan, randevulara geldiği için, Cömert’le bir gece, araçla Sivas’ın bir ilçesine gidip gelmişlerdi. Cömert, girişken, hızla ilişki kurabilen, pratik düşünebilen, inisiyatifli ve cesurdu. Ozan, bir gecelik yolculukta Cömert’e dair ayrı izlenimleri edinmiş ve sevmişti Cömert’i. Cömert de aynı şekilde Ozan’ı anlatıyordu; “Gözü kara, kendinden emin, soğukkanlı bir arkadaş. İşini iyi biliyor. Sağ olsun yol boyunca bir çırpıda düşman noktalarını tanıttı, anlattı. İşimizi halletmede elinden geleni yaptı.”
Aylar sonra 96 yılı başlarında Cömert ve altı yoldaşı Sivas Hafik’te şehit düştüğünde, Ozan çok üzülmüştü. Ozan için, militan özellikleri öne çıkanların ayrı bir yeri olurdu her zaman. Cömert’in, Ozan’da bıraktığı duygular da bu yönlüydü. O yüzden üzüntüsü büyüktü. Devrimciler açısından büyük bir kayıp olmuştu. Önemli bir savaş deneyimi taşıyordu düşenlerin çoğu.
Ozan, konferans sürecinde oldukça yoğun çalışıyordu. Randevular bile tek başına inanılmaz yorucuydu. Haftada bir kez bazen de iki kez randevular oluyordu. Delegeleri taşıyordu Ozan. Bedensel yorgunluğun ötesinde kafa olarak da yorgun düşüyordu. Her delege grubunun sorumluluğu ağırdı. Ozan’ı en çok yoran da bu sorumluluktu. Her delegeyi gerillaya ulaştırdığında, “Nihayet bu grubu da getirdim. Sıra sizde yoldaşlar. Tek başıma defalarca kez gelmek zor olmuyor. Ama delege yoldaşlar büyük bir strese sokuyor beni. Güzergâh boyunca bir şeyler olmamasını düşünmekten zayıfladım vallahi” der ve yoldaşlarının elini tutarak göbeğine dokundururdu. Gerillalar, büyük bir sevgiyle eğilirlerdi Ozan’ın üzerine. Randevu gecesi Ozan’ın birkaç saat bile olsa uyuyup, dinlenmesi için elinden geleni yaparlardı. Fakat Ozan çoğu zaman uyumazdı. Gerillalarla birkaç dakikayı bile kaçırmak istemiyordu. Ya birilerine sarılır ya da güreşirdi. Bazen de sohbetlerle geçirirdi vaktini. Öyle ki kimi zaman açlığını unuturdu. Bilirdi yoldaşları Ozan’ın bu hallerini. Hemen kurarlardı gece sofrasını. Ozan için bambaşka duygular olurdu. Kurulurdu yoldaşlarıyla sofraya, “Bu her şeye değer. Günlerce acıkmam” derdi. Bütün yorgunluğuna rağmen yeniden canlanırdı gerillanın yanında.
Yine bir gün arabayla takla atmıştı. Sonraki randevusuna geldiğinde anlatıyordu. Kazadan çok, randevuya gelememesine, işlerin aksamasına üzülüyordu. Kazalardan söz ederken, “Bu defa da Azrail’in pususunu boşa çıkardım. Görünen o ki; bu Azrail taktı bana. Ama boşuna uğraşıyor benimle. Her seferinde yendim onu. Savaşta yenilmiş, süngüsü düşmüş askerler gibi, Azrail de benimle düellosunda kaybetti ve tırpanını yerlerde sürükleyerek gitti. Pes ettirdim sonunda. Bana zarar veremiyor ya, hırsını arabalardan alıyor. Epeyce arabamızı tırpanladı” diyerek, ölümü, ölüm riskini dalgaya alıyordu. Bu da Ozan’ın farklılığıydı. Birçok badire atlatarak yaşıyordu. Güçlü iradesi Ozan’ı, Ozan da onu besliyordu sürekli. Hızını yitirmeyen coşkun ırmaklar gibi anılması boşuna değildi.
95 Haziran’ının sonlarına doğruydu. Ozan son grup delegeleri aktarıyordu. Mehmet Demirdağ’la birlikte iki delege daha getirmişti. O gün aceleyle geri dönmesi gerekiyordu. Son delegeleri getirecekti. Ozan her zamanki gibi, sıkıca kucaklayarak ayrılıyor gerillalardan. Arabayı biraz hızlı kullanıyor. Önündeki virajı alamayınca, araçla yolun aşağılarına doğru savruluyor. Küçük bir sarsıntı geçiriyor. Hemen kendini toparlayarak, durumunu kontrol ediyor. Bir iki sıyrık dışında iyi olduğunu anlıyor. Araçtan çıkıyor ve hızla yüksek bir tepeye çıkıyor. Telsizden gerillalara ulaşıyor, durumu bildiriyor. Gerillalar hemen kaza yerine gidiyor. Ozan’ın iyi olması yine herkes için büyük bir sevinç kaynağı oluyor. Hemen aracı çıkarmaya çalışıyorlar. Uzun süre uğraşmalarına rağmen aracı çıkaramıyorlar. Gerillaları tanıyan, bilen ve çocukları gibi seven bir köyden yardım isteniyor. Bu arada Ozan, yetişmesi gereken bir işi için en yakın ilçeye iniyor. Ozan, yardıma gelecek olan köylüleri tanıyor, köylüler de Ozan’ı biliyorlar. Köylüler aracı gündüz gözüyle yola çıkarıyorlar. Gerillaların söylediği gibi aracın ruhsatını ve anahtarını da yanlarında götürüyorlar. Ozan, akşam geri dönüp köyden ruhsatı ve anahtarı alarak yeniden randevusuna koşturacaktı.
Aynı gece Erol Özer (Akın) komutasında bir birim yeniden köye geliyor ve bilgi alıyor. Aracın çıkartıldığından emin oluyorlar. Bundan sonrasının Ozan’la konuşulduğu gibi devam edeceğini biliyorlar. Erollar henüz köyden ayrılmamışken, konferans vadisinin olduğu tepelerden silah sesleri duyuyorlar. Herkesi bir telaş sarıyor. Akın, köylülere hem illegalite yapmak hem de telaşlarını açık etmemek için, “Bakın, TİKKO’cular çatışıyor. Kim bilir düşmanı ne hale getirmişlerdir” gibi şeyler söylüyor. Silah sesleri sonrası hemen köyden ayrılıyorlar. Birkaç saat sonra alana ulaşıyorlar. Herkesin istemediği şeyler yaşanmış. Başka bir randevuya giden gerilla birimi Konferans vadisinin sırtlarında düşman pususuna düşüyor. Gerilla daha inisiyatifli davranıyor ve pusu güçlerine kayıplar verdirerek geri çekiliyor. Düşmanın özel harekât timlerinden ikisi ölüyor, birkaç tanesi de yaralanıyor. Kötü bir yerde ve zamanda yaşanmıştı çatışma. Konferans için büyük bir risk durumu oluşmuştu. Düşman, bölgeye mutlaka operasyon çekecekti. Ama diğer bir sıkıntı da Ozan’dı. Bölgede hareketlilik artacaktı. Bu da Ozan için ciddi bir tehlike demekti. Eğer Ozan aynı gece gelir, aracı alır giderse sorun olmayabilirdi.
Ozan, çatışmadan habersiz olarak köye doğru yola çıkıyor. Aracının çıkarıldığını görüyor ve seviniyor. Hızla köye gidiyor. Anahtarı ve ruhsatı alacağı kişiyi, evini biliyor. Tek başına bir gerilla olmasını biliyordu Ozan. Köye dikkatlice yanaşıyor. Hiçbir hareketlilik filan de sezmiyor, görmüyor. Doğrudan eve yöneliyor. Gecenin ilerleyen bir saati olmasına rağmen evlerde ışıkların yanması dikkatini çekiyor. Normalde köylülerin erkenden yattığını biliyordu. Yine de hemen eve gidiyor. Evin kapısı açık olduğu için hemen içeriye dalıyor. Eşikten adımını atmasıyla büyük bir şok yaşıyor. İçeride özel timlerden kimisi namaz kılıyor, kimi perişan halde oturuyor. Hiçbir anlam veremiyor. Bir an ev sahibiyle göz göze geliyorlar. Ev sahibinin gözlerinden alıyor cevabını ve soğukkanlılığını bozmadan, gayet rahat biçimde “Allah kabul etsin” deyip, adımını geriye doğru atıyor. Hızla köyün dışına çıkıyor. Köye gelen yolu kullanmanın tehlikeli olabileceğini düşünerek yola paralel araziden düşe kalka alandan uzaklaşıyor. Bu esnada binbir soru geçiyor aklından. Çatışmadan haberi olmadığı için düşmanın gelişini, yolda kalan aracın deşifre olmasına yorumluyor, araca hiç yakınlaşmadan yoluna devam ediyor. Ozan, askeri kavrayışı ile alandan çıkıyor. Ama gerillayla bağlantısı da kopuyor. Çünkü gerillalar randevuları sonlandırıyor. Konferansın oturum süreci başlıyor. Ozan’ın canını sıkan da bu oluyor. Son delegeleri getirince kendisi de Konferans alanına alınacaktı. Bu güvenlik için gerekliydi. Ama yaşananlar tüm hesapları bozmuştu. Ozan da konferans sürecine gerillalarla olabilme mutluluğunu yaşayamamanın üzüntüsüyle günlerini geçirmişti.
Daha sonra öğrenildiğine göre düşmanın konferans vadisinin sırtlarına pusu atması ve bir gerillanın firar ederek buluşma yerini ve güzergâhını düşmana açık etmesi sonucuydu. Bu durum herkesi üzse de, her şeye rağmen konferansın sonuçlanmış olması en güzel moral unsuruydu.
Ozan da herkes gibi bir görevi başarmış olmanın duygularını yaşıyordu. Parti açısından önemli olan bir sürecin yükünü taşımanın kıvancını yaşıyordu. İçi rahat, yüreği coşkulu, pratiğe doludizgin atılmanın sabırsızlığını, heyecanını yaşıyordu. Ama bu durum uzun sürmedi. Parti, önemli bir kadro gücünün de içinde olduğu, ciddi bir operasyon süreci yaşıyor. Düşman ağır bir darbe vurmuştu. 95 sonlarına doğu Ozan da bu operasyonlara yakalanmıştı.
Ozan, günlerce süren ağır işkenceler karşısında baş eğmez bir duruş sergileyerek, düşmanı kendi “kalesinde” alt etmesini bildi. Öyle bir barikat kurmuştu ki; düşmanı yerine çakılı bırakmıştı. Yüreğindeki devrim ateşiyle tarumar etmişti düşman saldırılarını.
Ozan, altı-yedi aylık bir tutsaklığı sonrası yeniden dışarıdaydı. Hiç zaman kaybetmeden tekrar gerillaya kavuşmuştu. Artık gerillanın Bakış’ıydı.
Bakış, gerillaların gözbebeğiydi. Herkes Bakış’ın hırçın sular gibi olan coşkulu yüreğini biliyordu. Devrimin durmadan esen rüzgârıydı Bakış. Kendi sınırlarına savaş açmış bir isyancıydı. Güçlüydü. Güçlü olmak onun doğasında vardı. O yüzden sık sık söylediği bir Çin atasözü, oldukça anlamlıydı. “Yoldaşlar, her zaman güçlü olmak zorundayız. Bu da zorluklarla, inadına savaşmakla mümkündür. Zirvelere yakın ağaçları düşünün. Sert rüzgârları, fırtınaları, en keskin soğukları, karı, boranı eksik olmaz oraların. Ama oralardaki ağaçlar gerçekten çok dayanıklıdırlar. Çünkü en güç koşullarda ayakta durmayı başarıyorlar. Çinlilerin dediği gibi, ‘Rüzgâr sert esse de dağlar önünde eğilmez.’ Böyle olmak elimizde” diyordu Bakış.
Bakış, sadece kuryelik yapmıyordu. İyi bir gerilla, aynı zamanda eylem komutanıydı. Askeri olarak sürekli gelişiyordu. 96-97 yıllarında bir dizi eylemin istihbaratını yapıyor, ön hazırlıklarında yer alıyor, planlamalarında bulunuyordu. Bazı eylemlerin ise ilk elden sorumluluğunu yapıyordu. 96’daki SAG ve ÖO eylemleri vesilesiyle, Tokat’ta adliyenin bombalanması, yine Amasya Cezaevi’nin nizamiyesinin bombalanması ve taranması eylemlerinde yer almıştı. 97 yılında Tokat merkeze bağlı bir belde belediye başkanının ihbarcılık yapması sonucu ölümle cezalandırılması eyleminde bulunmuştu. 97 yazında Kırşehir-Ankara karayolunda, 93’te Sivas Madımak Oteli katliamcılarını mahkemeye götüren ring aracına bombalı ve silahlı saldırı eyleminde yer almıştı. İrili ufaklı başka eylemlerin de içindeydi Bakış.
Bakış’ın olumluluklarının yanı sıra ciddi olumsuz yanları da vardı. Düzeltmekte zorlandığı ve pek de başarılı olamadığı yanı, inatçılığıydı. Bir şeylere erken sinirleniyor ve daha sonrasında kontrolsüzlüğe düşerek yanlış şeyler yapıyordu. Bunu daha çok kişiler bazında yaşıyordu. Yani birilerinin beğenmediği bir özelliğiyle karşılaştığında ona takılır ve ilişkilerini de buna paralel mesafelendirirdi. Bir sorun olduğunda kimi zaman sabırlı olamıyordu. Basit meselelerin büyümesine neden olan yaklaşımlarda bulunabiliyordu. Böylesi şeyleri daha çok üstleriyle, sorumlularıyla yaşıyordu. Ama yine de bunların, görevlerini engellemesine izin vermiyordu. Kızsa da, kafasını meşgul etse de ve kimi zaman aşırı alınganlık gösterip başını alıp gitse de, bu parlamalarını yatıştırıp görevine devam ediyordu.
Tutarlılığı çok önemsiyordu. Bir insanla ilişki kurarken, paylaşırken tutarlılığına bakıyordu. Söylediğiyle, pratik duruşunda bir uyum varsa, Bakış onlarla çok iyi anlaşırdı. Bunun en somut örneği Mehmet Demirdağ’la olan ilişkileridir. Mehmet’in güven veren genel duruşu Bakış için tartışmasızdı. Bu yüzden çok iyi anlaşır, önemser, değer verir, dinler ve pek sorun yaşamazdı, Mehmet Demirdağ’la. Mehmet’in de kendisini sevdiğini, önemsediğini biliyordu. Onun için Mehmet’le her türden görevi yapmayı seviyordu.
97 ilkbaharıydı, gerillalar barınaktan çıkma hazırlığı yapıyordu. Bakış’la gerillalar arasındaki telsiz kanalından çağrı alınıyor. Nöbetçi hemen komutanlığa bilgi veriyor. Komutanlık, henüz Bakış’ı beklemediği için şaşırıyor. Bir dizi soru işaretleri oluşuyor. Çağrılar kimi zaman iyice zayıflıyor, alınamaz oluyor. Çağrılara cevap verme kararı alınınca, yüksek bir noktaya çıkılarak Bakış’la irtibat kuruluyor ve buluşmak için randevu ayarlanıyor. Mehmet Demirdağ, gerilla barınaktan çıktıysa zaman kaybetmeksizin bağlantı kuralım düşüncesiyle gelmeye karar veriyor. Bakış’ın da gerillanın üstlendiği alanı tahmin edebileceğini düşünerek, bağlantı kurabilme olasılığının da güçlü olduğuna kanaat getiriyor. Bakış, gerilla gözüyle araziye bakmasını biliyordu. Gerillanın tercihlerinin ne olacağına dair doğru düşünceler yürütebiliyordu. O yüzden, elinde telsizi olduğu sürece dağlardan gerillaya ulaşabilme ihtimali hep oluyordu. Mehmet de biliyordu bunları. Bakış’ın askeri yeteneğine, cesaretine, kararlılığına ve en önemlisi ısrarlı duruşuna güveniyordu. Bakış’la iş yapmanın tadı bir başkaydı. Zaten o sene kış boyunca bir dizi eylem istihbaratıdır, eylem planıdır ve eylemin gerçekleştirilmesi gibi pratiklerde birlikte yer almışlardı. Mehmet’e göre Bakış; pratikten yetişmiş, partiyi ve sınıf mücadelesini her açıdan özümsemiş, sürecin ihtiyaçlarına yanıt olabilecek ve en önemlisi partinin hedeflediği, yaratmak istediği insanın, yaşayan bir örneğiydi. Bakış’ın, insanlara güven vermesi bundandı. Mehmet’in Bakış’la birlikte yollara düşmesi boşuna değildi.
Bakış, her partiliye, parti kadrosuna aynı ölçüde yaklaşmıyordu. Bunu da pratikte, ilişkilerinde açığa vuruyordu. Gerilla alanına birçok insan aktarıyordu. Kimi zaman, kısa süreli olarak alana gelenler oluyordu. Görevi gereği bir süre gerillada kalıyor, sonra indiriliyordu. Bunlara “misafir” denilirdi. Bakış, getirdiği insanlara dair gözlemler edinir, onlarla gözlemlerine paralel ilişki kurardı. İyi bir gözlemciydi. Tutarlılığa çok değer verdiği için, kişilerin pratik duruşları onun için önemliydi. Kırsala götürdüğü kişiler hakkında, illegalite gereği gereksiz bir bilgi sahibi olmazdı. Ama deneyimliydi, uyanıktı. İçindeki “şeytana” uyar, tahminlerinin doğruluğuna dair belirtiler bulmak için, bazı şeyleri kaşımaya başlardı. Kimi zaman da, pratikte küçük denemelere başvururdu.
Bakış, yanında Muharrem Horoz’la gerillaya gidiyordu. Bölgenin askeri hareketliliği değişiyordu. Dört ayrı yapının da gerillaları faaliyet sürdürüyordu. 97 yazında gerilla eylemleri de artmıştı. Özellikle de Tokat kırsalında düşman hareketliliği farklılaşıyordu. PKK’yle savaşmış, deneyimli unsurlarını Karadeniz’e aktarıyordu düşman. Seyir daha da hareketlenecekti. Bakış bütün bunları dikkatle takip ediyordu, hesaba katıyordu.
Turhal’ın köy yollarından geçiyordu. Dikkatlice etrafı izliyor, farklı bir şeyler olup olmadığına bakıyordu. Güzergâh boyunca riskli bir hareketlilik yoktu. En son köyü de geçtikten sonra Sakarat dağının eteklerine doğru devam ediyor. Sakarat dağı, Amasya ile Tokat arasında bir sınır gibiydi. Zirveleri çıplak ve çayırlarla kaplıdır. Etekleri ise sık ormanlarla örtülüdür. Çıplaklarla, ormanların kesiştiği yerler ise genelde yaylacıların mekânlarıdır. Zirvelerine çıkıldığında, genişçe bir alanı görebilmek mümkündür. Zirveden bakıldığında sınırlar kaybolurdu. Tokat’ın, Amasya’nın ilçelerini aynı anda görmek mümkün olurdu. Taşova, Erbaa, Niksar ilçeleri boyunca Kelkit vadisinin güzelliğine doyum olunmazdı. Hele de Sakarat dağının Taşova tarafının ormanlarla kaplı, kayalıklı, deni vadileri ve vadilerinin gürül gürül akan suları ayrı bir güzelliktir. Zirvenin hemen dibinde çıkan buz gibi suyu ise doyumsuzdur. İçmek istersin çok soğuktur içemezsin. Suyun tadını alırsın doyamazsın ve tekrar tekrar içmeye koyulursun içemezsin. Emine’nin dediği gibi; “Su içip de susamak istemiyorsanız içmeyin bundan. Ama içmezseniz de pişman olursunuz.” Gerçekten de öyleydi zirvesindeki suyu. Bütün bu yanlarıyla seviyordu Bakış Sakarat’ı. Sakarat’ın dağ yollarına girince güzel duygular yaşıyordu bu yüzden.
Gerillalara ulaşınca yine coşkulu, neşeliydi. Dönüşü yine Muharrem Horoz’la yapacaktı. Vakit gelene kadar, gerillaları sıkıştırırdı hep, “Hadi anlatsanıza, yeni şeyler yok mu?” derdi. Hatice (Fehiman Bozkurt), “Bugün toplu bir vukuat yaptık” deyince Bakış, iyice meraklanıyor ve ısrar ediyor. Gerillalar da anlatıyorlar. Gerilla birliği yürüyüş halindeyken önden arkaya, arkadan öne doğru komut niteliğinde, kimi bilgiler, uyarılar aktarılır. Her gerilla gelen bilgiyi değiştirmeden aynen kendinden sonrakine aktarmak zorundadır. Aksi halde ciddi bir yanlışlığa neden olmak mümkün olabiliyor. O gün randevuya gelirken birlik sorumlusunun aktardığı bir komut, yerine ulaşana kadar, bambaşka bir hale getiriliyor. Bunun üzerine siyasi komiser pratik bir müdahalede bulunuyor. Siyasi komiser meseleyi kavratıcı hale getirmek için çarpıcı bir örneklendirme yapıyor. Diyor ki, “Ne yaptığınızı biliyor musunuz yoldaşlar? Böyle bir sorumsuzluğun ne gibi sonuçlara sebep olacağını hiç düşünüyor musunuz? Defalarca kez eğitimlerde dile getirdik. Her kural, kaide, disiplin unsuru her şey, ihtiyaç duyulan bir an içindir. Gerekli olduğu o anlarda bunları pratikleştirmezsek, bu savaş tüm acımasızlığıyla bizleri tasfiye eder. Düşünün bir kere, öncülere iletilmek üzere ‘pusu olabilir dikkatli olun’ ya da tehlikeli, riskli bir durum uyarısı yapıyoruz. Sizlerse, gerekli sorumluluğu göstermeyerek, pusuyu çiçek yapıyorsunuz, tehlike uyarısını papatyaya çeviriyorsunuz. Bugün olanların anlamı bu. Pusu papatya olursa, sonucunu düşünün ve ona göre hareket edin.”
Bakış’ın hoşuna gitmişti. Askeri açıdan ciddi bir sorun olduğunu biliyor ama yoldaşlarını da neşelendirmek istiyor. “Kim kırptı ya da kuşa çevirdi talimatı” diyor. Gerillalar bir isim vermeyince Bakış ısrarını sürdürüyor. “Hadi ama yoldaşlar, söyleyin. Vallahi kötü bir niyetim yok. Hangi yoldaş olduğunu bilelim ki, bir dahaki randevuya bir demet papatya ya da çiçek getireyim. Baksana çok özlemiş” deyince, herkesin havası değişmişti. Bakış böyle şeyleri çok yapardı. O günden sonra “pusu çiçek” vurgusu, gerillanın dağarcığından çıkmadı.
Dönüş zamanı gelmişti. Zaman çok hızlı geçmişti. Geç kalmış olmanın telaşı başlıyor ve geldikleri yönden geri dönüyorlar. Alanda başka bir örgütün gerillaları da olduğu için onlara gözükmeden gitmenin sıkıntısını yaşıyorlar. Sıkıntı ve telaş olsa da temkinlilik içinde ilerliyorlar.
Gerillalar, randevu yerini kamufle etmekle uğraşıyorlardı. Bir yandan da sohbet ediyorlardı. Havanın aydınlanmasına az kalmıştı. O yüzden acele de ediyorlardı. Tam bu esnada köy yönünden yoğun bir tarama sesi geliyor. Gerillalar şaşkınlık içinde kalıyor ve kimse silah sesini duymak dahi istemiyor. Bakış’ların pusuya düşmüş olabileceği fikrinden başka şey gelmiyor kimsenin aklına. Herkes yüreğinin sıkıştığını hissediyor ve dayanılması güç bir acı içinde kalıyor. Hemen telsizle çağrılar yapılıyor. Uzun süre cevap alınamayınca, inanılması güç olan duygular gerillaları boğuyor adeta. Bakış’ın ve Muharrem’in düşmüş olabileceği fikri bile, çok ağır geliyor herkese. Ama umudunu yitirmiyor gerillalar. Bakış’ın iyi bir gerilla ve yetenekli bir komutan olduğunu biliyorlar. Bu da herkesin en büyük tesellisi oluyor. Bir süre sonra Bakış’ın telsizden sesi duyulunca, dayanılması imkânsız bir karanlıktan aydınlığa kavuşmanın tarifsiz duygularını yaşıyorlar. Artık, herkes için saatler öncesinin yaşanan duyguları geride kalmıştı. Bakış, gerilla tadında bir pratik duruş sergileyerek, düşman pususundan çıkmayı başarmıştı. Muharrem için ilk olan şey, Bakış için daha kolaydı. Düşman karşısındaki kararlı duruşunun ötesinde iyi bir komutan düşünüşüyle, pratiğiyle davranmasını da bilmişti Bakış. En çok kızdığı şeyse, düşmanı ilk gördüğünde alandaki diğer gerilla grubunun olacağı düşüncesine kapılmasıydı. “Öyle olmasaydı, kesinlikle kleşle tarar, bir kaçını da indirirdim” diyordu.
Daha sonra öğrenilecekti, randevu gecesi karşılaşılan diğer örgütün gerillaları, pusuya düşen köye girmişler. Köye girdiklerini de Partizancılara söylemiyorlar. Köyden de ihbar gidiyor. Düşman da ihbar geç geldiğinden, gecenin ilerleyen saatlerinde pusuya çıkıyor. Bakış’ların randevuya gelişi sırasında alanın temiz olması da bundan. Daha sonraki yıllarda aynı örgütün bölge sorumlularından olan ve o gün, o köye giren birinin sorumluluğunu yapan gerilla komutanı, bu durumu ifade ediyor. Kötü olanıysa, kendilerine o zaman sorulup, söylenmesine rağmen bunu gizlemiş olmalarıydı. Böylesine acı deneyimler de yaşanabiliyordu.
Hava henüz kararmamıştı. Yeşilırmak’a paralel uzanan asfalttan ilerliyordu Bakış. Aracın hızını yavaşlatmıştı iyice. Köy yollarına saptığında havanın kararmış olması gerekiyordu. Onun için zaman geçiriyordu. Asfalt kenarında bir çeşme vardı. Aracı oraya çekti. Biraz su içtikten sonra, araçla ilgileniyormuş gibi oyalanıyordu. Sakarat dağı tam karşısındaydı. Randevusunun olduğu alanda kabaca görebiliyordu. İçinden geçeceği köye baktı bir süre. Gerillaları düşündü. Oralarda bir yerlerdelerdir şimdi. Belki de randevuya gelmek için yola çıkmışlardır, yürüyorlardır diye anlık düşüncelere dalıyordu. Bir süre Sakarat’ı seyretti. Sonbahar çökmüştü her yere. Yemyeşil olan Sakarat, şimdilerde sarı, kahverengi tonlara bürünmüştü. Sonbaharın gelişini sevmiyordu Bakış. Ama rengârenk olan o görselliğe de doyamıyordu. Sonbaharla birlikte gelecek olan kışın, gerillalar için her zaman sıkıntılı dönemler olduğunu biliyordu.
Ekim sonlarıydı. Bir ay sonra Sakarat’ın zirveleri belki de bembeyaz olacaktı. Düşündükçe içi daralır gibi oluyordu Bakış’ın. Alacakaranlık bir ortam oluşmaya başlamıştı. Tekrar yola koyuldu. Taşova yakındı. Taşova’ya varmadan döndü. Gerillayla buluşacağı dağ yollarına doğru ilerliyordu. Araçta anlayamadığı bir sorun vardı sanki. Garip sesler çıkarıyordu. Normal değildi diye düşünüyordu. En iyisi gerillaların yanına varınca bakayım diyerek devam etti. Ve 18 Ekim gecesi yine yoldaşları ile beraberdi. Bu defa epeyce yukarılara kadar çıkmıştı Bakış. Yaylaların olduğu yerlerdeydi. Mehmet Demirdağ’a takılıyordu. Mehmet’in saçları, sakalları uzamıştı. En çok da sakalları üzerine duruyordu; “Tamam yoldaş, yakışıklısın dedik, sen de gaza gelmişsin. Sakallarla daha da yakışıklı olmuşsun. Ne iş! Papucumu dama atmayı düşünüyorsun herhalde” diyordu Bakış. Mehmet’in “Yok yok. Bizi ne saç ne de sakal kurtarır. Şu an partide benim favorim sensin” diye cevap vermesi, Bakış’ın da hoşuna gitmişti.
Bakış, işlerini bitirdikten sonra geri dönmeye hazırlanıyor. Aracın sorununu anlamak için bir deneme yapıyor. Araç çalışmıyor. Herkes telaşlanmıştı. Uzun süre aracın arızasını bulmaya, gidermeye uğraştılar. Her yolu deneseler de araç çalışmıyordu. Olmaması gereken, en olumsuz şeylerden birisiydi bu durum. Herkesin canı sıkılmıştı. Ne yapılacağı üzerine onlarca düşünce belirtiliyor, tartışılıyor. Olası her seçeneğin kimi riskleri, açıkları vardı. Zaman ilerliyordu. Gece, yeni bir güne 19 Ekim’le devrilmişti. Son seçenek aracı bir köye kadar iteleyerek indirmek ve köylülerden yardım almaktı. Sakarat’ın zirvelerine yakında randevu yeri. Zaman dardı. Tek avantaj, yolun köye kadar inişli olmasıydı. İteleyerek indirmek mümkündü. Ama vakit kalmamıştı. Hava aydınlanmıştı. Araç, Sakarat’ın yaylalarının olduğu zirvelere yakın yerde kalmıştı. Gerillanın gün boyu şansı yaver gitmişti. Sis çökmüştü her yana. Bu da aracın görülmesini engellemişti.
Akşam olunca gerillalar büyük bir özveriyle aracı Çakırsu köyünün yakınlarına kadar indiriyorlar. 20 Ekim sabahı gerillalar, Ozan’la köyün yakınında vedalaşıyor. Köylüler aracı görünce Bakış uygun bir hikâyeyle durumu anlatıyor ve yardım istiyor. Köylüler “tamam” deyip, durumu muhtara iletiyor. Bakış, böylesi pratiklerle ilk kez karşılaşmıyor. Daha önceden de köylülerden yardım almıştı. Yine de içinde bir tedirginlik oluşuyor. Taşova’nın köylülerini pek tanımıyor, bilmiyor. O yüzden kaygılarından sıyrılamıyor bir türlü. Her ne kadar gerillalar durumu anlatmış olsalar da, en kötüsüne göre düşünüp, davranmak gerektiği biliyor Bakış.
Bakış, bir an evvel alandan uzaklaşmak istiyordu. Bu sıkıntılı halin uzaması iyice rahatsız ediyordu kendisini. Bulunduğu koşulların olumsuzluğunu düşündükçe içi daralıyordu. Ovaların, insanı savunmasız bırakmaya meyilli olduğunu düşündükçe gerillaları, dağları arıyordu hemen. Az önce ayrıldığı yoldaşlarını düşündü: Akın’ı (Erol Özer), Emine’yi (Ayfer Celep), İsmail’i (Özgür Güler), Tuncay’ı (Hasan Akyol), Cihan’ı (Fikret Vural), Barış’ı (Mehmet Demirdağ), Eyüp’ü (Bahattin Günel), Hatice’yi (Fehiman Bozkurt)…ve diğerlerini. Hemen kendini derin düşüncelerden sıyırıp yeniden köylülere yoğunlaşmaya çalıştı.
Bir süre sonra köylüler traktörle yardıma geliyorlar. Bakış, duruma seviniyor ama yine de rahat edemiyor. Köylüler, aracı Taşova sanayisine kadar çekiyorlar. Aracı bıraktıktan sonra oradan ayrılıyorlar. Bakış, hepsine teşekkür etmeyi de unutmuyor. Sanayiye ulaşmış olmak, biraz olsun sıkıntısını hafifletmişti.
Aracı hemen tamire veriyorlar. Bakış her şeye rağmen temkinli olunması gerektiğini biliyor. Herhangi bir olumsuzluk olduğunda, silahından uzak kalmamak için aracın yanından ayrılmıyor. Belinde tabancası olsa da, araçtaki bombasındaydı gözü hep, o yüzden tetikteydi her zaman. Tamiratın bir an evvel bitmesini sabırsızlıkla bekliyorlar. Her ne olursa olsun ilçeden hemen uzaklaşması gerektiğini biliyordu Bakış. Verilen açıklar farklı risklere neden olabilirdi. Böyle düşündükçe içi daralıyordu. Sabırsızlığı büyüyordu. Araca atlayıp, ilçeden çıkıncaya kadar, içindeki huzursuzluğu dindiremeyeceğini biliyordu. Tamircinin, işin biraz uzayacağını söylemesiyle, yerinden kalktı voltalamaya başladı. Kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu.
Sanayinin içi aniden kalabalıklaşmıştı. Düşman her yandan dalmıştı sanayiye. Bakış, başını kaldırdığında çevrili namlularla sağdan soldan gelenleri görüyor karşısında. Hızla aracın içine hamle yapıyor. Düşman doğrudan; imhaya geldiği için taramaya başlıyor. Bakış, hemen silahını çekiyor ve çatışmaya giriyor. Düşman daha da pervasızlaşıyor. Bakış, çıkış yolu arıyor. Kurşunlar yağmur gibi geliyordu. Bir ara “vuruldum galiba” deyip, vücudunu kontrol etmeye çalıştı. Evet, kanlar içindeydi. Hiç fark etmemişti. Hep öyle olurdu zaten. Çatışmanın sıcaklığı kurşun yaralarını görmeye, acısını, sızısını duymaya fırsat tanımazdı. Çekti silahını, bir kez daha saydırdı kurşunlarını. Birden sendeledi. Ne olduğunu anlayamadı. “Kahrolsun faşizm, yaşasın mücadelemiz” diye haykırdı. Silah seslerini sustururcasına bağırıyordu. Düşmanın “Teslim ol” sesini duyduğunda öfkesi kabına sığmaz hale geliyordu. Daha da gür seslerle haykırdı sloganlarını. Çevredeki insanlar duydukça irkildiler. Kimisi acıyor, üzülüyordu. Kimileri de “bir terörist daha vuruldu” diye seviniyordu.
Bakış, son mermisine kadar çatışmıştı. Aldığı mermilerle ağır yaralıydı. O anını kabullenemedi. Akan kanlarının kendini güçsüz bırakmasına kızdı. Her nedense Ahmet Muharrem Çiçek yoldaşını anımsadı. “Kırmalıyım bu silahı, eline geçmemeli düşmanın” diye yoğun duygulara kapıldı. Ama yapamadı. Kımıldayamıyordu yerinden. Haykırmak istedi son bir defa. “Öyle bir haykırmalıyım ki Sakarat’ın zirvelerinden yankılanmalı. Duymalı can yoldaşlarım” dedi kendi kendine. Bir kez daha zorları ve “Yaşasın Partimiz…” diyebildi ancak. Bakış’ın sloganları, mermilerinden de daha ağır geliyordu düşmana. Daha da pervasızca yüklendiler. Bakış, hiçbir acı duymuyordu artık. Biraz olsun ileriye çıkıp son kez Sakarat dağını görmek istedi. Bir selam salmalıydı yoldaşlarına. Çok arzulamıştı bunu yapmayı. Ama yapamadı.
Göğsünden akan sıcakkanı hissediyordu. Bin bir duyguyla sel olup taşmak istiyordu. Ölümün yanı başına kadar sokulduğunu biliyordu. Gerillalara anlattığı Azrail’le kapışmalarını anımsadı bir an. “Bu defa apansız yakaladın beni hain” dedi kendine. Dağlarda, dağ yollarında nice kuşatmalardan çıkmıştı. Mermi yağmurlarının altında bile ustaca bir manevra ile çıkabilmeyi öğrenmişti. Ama şehirler, ovalar zor geliyordu kendisine. Dağlara yaslanarak yürümeyi, çatışmayı seviyordu Bakış. Şehirlerde de dize getirmesini biliyordu düşmanı. Bu kez kötü yakalanmıştı. Taşıdığı kleşin o an olmayışına üzüldü. Erken bitmişti tabancasının mermileri. Yetişememişti el bombasına. Ama ölüme inat, yüreği devrim ateşiyle kavrulmuş bir dinginliğin tebessümüne bürünerek, kocaman BAKIŞ’larını bırakmıştı geride kalanlara. Duraksız akan sular seller gibi dolu dolu bir yaşamdan geliyordu Bakış. Yaşamı, düşleriyle gerçekler arasında ilmek ilmek örerek anlamlandırmıştı. Gülümseyerek gidiyordu. Çünkü biliyordu, ölümlerden doğacaktı hayatın bir sonraki adımları. Çünkü biliyordu, uçurumun kenarlarında yürüyenlerin kanatları olurdu. Ve Bakışlarını özgürlüğe uzanan kavga yollarına dikerek, çocuklar gibi coşkulu ve neşeli biçimde ufuklara doğru yolculuğa koyuldu.
Bakış’ı köye bırakan gerillaları, öğleye doğru birliğin yanına varmışlardı. O zamana kadar telsizden herhangi bir konuşma gitmemişti. Öğlen haberlerini dinliyordu herkes, “Amasya Taşova’da çıkan çatışmada…” haberiyle yürekler parçalanmıştı. Herkesten bir parça kopmuştu sanki. Ellerinde ekmeği, çayı olanlar donmuştu adeta. Bir an için diller tutulmuş, lal olmuştu herkes. Kimse inanmak istemedi. Özgür’ün yokluğunu bir an bile düşünmek ürkütücü geliyordu. Yürekler taşlaşmıştı sanki. Gerillalar bir süre dayanılmaz bir durgunluk yaşadılar. Boğazları düğümlenmişti. Gözyaşları kurumuştu. Bu acıya dayanmak güçtü. Kabullenmek zordu.
Gerillalar can evlerinden vurulmuşlardı. Dağlar kadar yüce bir sevgi yumağıydı, kavga aşığıydı Özgür. Yürekler bu yokluğun acısıyla dövülecekti. Öfkeyle harmanlanacaktı her şey. Dövmeksizin dirilmek zordu. Ancak böyle karşılanmalıydı gerillanın sevgilisi Ozan, Bakış.
O gün orada, Özgür son defa kucaklaşılan dağların zirvesinde ant içildi. Ellerinde silahları, başları dik, yürekleri hesap sormanın ateşiyle tutuşmuş gerillalar haykırdılar; “Er ya da geç hesabını soracağız yoldaş.” Ve en sevdiği şiirlerle, marşlarla uğurlandı. Erol (Murat Deniz) “…Onlar ki;/yürekleri avuçlarında/Tasasız ve tereddütsüz yürüdüler/Hainli yollarda/Genç, körpe/Tomurcuk tazeliklerini/akıttılar/şorul şorul cömertçe/Yüzümüzün kederi/dağılsın diye…” şiirini okurken gözlerden boşalan yaşlar, öfkenin sabırsızlığıyla dövülüyordu. Ve yürekler çatılmıştı yarının kavgalı günlerine.
Gerillalar, geç kaldıklarını biliyorlardı. Verilmiş sözleri vardı. Çakırsu köyünün muhtarı fazladan sekiz ay yaşamıştı. 20 Ekim günü ölüm fermanını kendisi imzalamıştı. Dağların kızıl gülü Emine yanına aldığı Partizanlarla düşmüştü yollara. 98 yazında, Özgür’ün kendinden ayırmadığı silahıyla, hainin, satılmışın, soysuzun ensesine çökmüştü TİKKO gerillaları. Ölümün bile kendinden utandığı bir çirkefliğin simgesiydi Çakırsu köyünün muhtarı. O büyük devleti yoktu yanında. Ölüm bile yalvarıyordu, “beni bu soysuzla karşılaştırmayın” diye. Ama çaresi yoktu. 20 Ekim günü çekilmişti zaten tetik. Kurşun çoktan çıkmıştı yatağından. Ve Özgür’ün dokunuşuyla menzile doğru yol almıştı. Can yoldaşlarının sloganlarıyla süslenmişti silah sesleri. Emine, Tuncay, Akın, Hatice ve diğerleri, Özgür’ün gülüşlerine karışarak adımladılar patika yolları.
Özgür, nice yoldaşına and oldu. Yaşamıyla, mücadelesiyle yüreklerde tutunmadı sadece, yüreklerin kendisi olabilmişti. (Bir yoldaşı)