Bildiğimiz Proje

Bildiğimiz Proje

“Yoksulluğu, doğanın talanını ve sivil toplumun düzenlenmesini amaçlayan programlardan ya da hibelerden vs. yararlananlar yoksullar değil, orta sınıfın ve zenginlerin bir bölümüdür.”

24 Ağustos 2024

Özellikle son seçimlerin ardından burjuva muhalefet eliyle yaratılmaya çalışılan “yeni” Türkiye imajı ve seçimlerin kitlelere dayattığı parlamentocu siyaset algısı ile birlikte burjuva muhalefet ve legalist anlayış, devletin ve toplumun tüm krizlerinin tarafı ve hatta meşru tarafı gibi davranma hakkını kendisinde görmektedir, daha doğrusu bunu dayatmaktadır. Oysa TC’nin militarist, şovenist ve imhacı/işgalci geleneklerinde birkaç nüans dışında burjuva muhalefetin iktidar ile hiçbir farkı yoktur.

Bununla birlikte temsil ettikleri sınıf çıkarları gereği kapitalist üretim ilişkilerini sürdürme gayretleri biçimsel farklılıklardan öteye gidemeyeceği gibi alenen yalan propagandalarla halkı kandırmaktadırlar. AKP-MHP faşist ittifakının karşısında burjuva muhalefetin kendisine biçtiği “demokratik” imaj, toplumda hiçbir demokratik tartışma yaratmadığı gibi var olan demokratik tartışmaları da olabilecek en güdük seviyelerde tutarak statükonun devamında büyük roller oynamıştır/oynamaktadır.

Burjuva muhalefet ve daha özcesi restorasyoncu çevreler, toplumda yükselen demokratik hareketlenmenin önüne bir duvar örmektedirler. Devrimci siyasete ve çağrılara karşı devlet geleneğini devam ettirerek gerektiğinde sürmekte olan demokratik tartışmaları ortadan kaldırıyor ya da direniş alanlarından devrimci siyasetleri AKP-MHP ağzını kullanarak dışlamaya çalışıyor. 2024 1 Mayıs’ı bunun en duru örneği olsa gerek. CHP’nin başını çektiği bu çevreye ilişkin çokça söz yazıldı söylendi. Ancak bu çevrenin temsil ettiği karşı devrimci, liberal ve legalist aklın toplumda yükselen demokratik mücadele alanlarının altını oyduğu da bir gerçek. Bu tür yapılar, tartışmalar ve çevrelerle direniş alanları başta olmak üzere biz devrimciler sıkça karşı karşıya gelebiliyoruz. Bu meseleye dair birkaç maskeyi düşürmekte fayda olacaktır.

Örneğin, Erzincan, İliç’te yaşanan maden katliamının ardından iktidar üzerine düşeni yapmaktayken, bu siyasi çevre ise olayın etrafından dolanarak meseleyi yalnızca toplumda yankı bulduğu ölçüde ele almış, tartışmanın enerjisini sıfırlama görevini üstlenmiştir. Bizler biliyoruz ki Erzincan’da yaşanan basitçe bir maden kazası değildir; TC’nin iliklerine işlemiş emperyalist sömürü ilişkilerinin en çarpıcı göstergesidir. Eğer ki işçileri, Erzincan’ı ve Erzincan’da yaşayan ne varsa emperyalizme peşkeş çeken AKP-MHP ittifakına komprador burjuvazi diyebiliyorsak, “Avrupai” yaşam tarzlarını ispat etmek için taklalar atan, Avrupa bankalarından kredi alacaklarının açık açık garantisini veren bu yapılar nasıl komprador olmayabilir?

Militarizm ve ekoloji

TC, bölgede üstlendiği rol ile sadece sahip olduğu değerlerin tümünü bu sisteme sunmamaktadır. Ayrıca kendisine bölgede savaş çığırtkanlığının ve istikrarsızlığın kalesi rolünü biçmektedir. Doğal kaynakların, daha doğrusu doğanın tahribatı ve talanı bu yüzden sadece kapitalist üretim ilişkileri ile sınırlı değildir. Sınırların içinden geçen boru hatları, limanlardan hareket eden petrol, gaz ile ve tüm dünyanın gözleri önünde IŞİD petrollerini dünya pazarına sunarak kendi rüştünü ispat etmiştir. Hatta Aliyev ile birlikte Bakü petrollerini siyonist İsrail’e göz göre göre akıtmaya devam etmektedir. Tüm bu ilişki ağı TC’nin özüne içkin bir resmi ortaya koyan ayan beyan örneklerdir. Emperyalist savaş zincirinin ve ilişki ağının ötesinde Türkiye ve Kürdistan’da, özellikle Türkiye’de, demokratik mücadeleleri ele almak ve buralara bu ilişki ağının farklı kliklerinin ve onların ideolojik temsilcilerinin nasıl sızdığını görmek gerekir.

Doğal kaynak ya da doğa denilen şey kent dışılaştırılarak yani toplum nazarında yabancılaştırılarak adeta Kaf Dağı’nın ardında bir olguya dönüştürülmektedir. Böylece doğanın ve canlıların imhasının yarattığı kâr, çiğ bir şovenizm ile birleştirilerek devletin ve toplumun yararına olduğu anlatısı oluşturulmaktadır. Türk burjuvazisinin yarattığı şovenizm haliyle kendi burjuva muhalefetini de hizaya getirmektedir.

Tüm dünyada devlet dışı örgütlenmelerin önüne koyduğu ekoloji gibi bir alanda dahi burjuva muhalefet ve çevresi şovenizmle maskelenmiş bu emperyalist tuzağa düşmektedir. Kürdistan’ın doğasının tahribatı ve imhasına ilişkin zaten iktidardan farklı düşünmedikleri gibi Türkiye’deki ekolojik direniş alanlarında bile ideolojik tahakküm kurmaya çalışmaktadırlar.

Devrimci siyasetleri direniş alanlarının dışında tutmak, direniş alanlarını basitçe popülist söylemlere kurban etmek veya direniş alanlarını siyasetçilerin reklam kampanyaları olarak kullanmak gibi hamlelerle direnişleri daraltmaya ya da yok olmaya zorlamaktadırlar. Bizler bunları Akbelen’de, Kazdağları’nda, İstanbul Kuzey Ormanları’nda ve daha nice direniş süreçlerinde deneyimledik ve mücadele etmeye çalıştık.

Hangi sivil toplum?

Esas olarak restorasyoncu çevrelerin buralardaki izdüşümü sivil toplum kuruluşları (STK) eliyle gerçekleşmektedir. Türkiye gibi yarı-sömürge ya da sömürge toplumlarda STK’ların ve “proje çevreleri”nin artmasının sebebi hem devlet hem de piyasa başarısızlığının sonucu gerçekleşmektedir. STK, artan yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik nedeniyle bir “gereklilik” haline getirilmiştir. Daha doğrusu sistem bunun önünü kontrol edeceği ölçüde açmaktadır. Genellikle emperyalist çekirdekten desteklenen, ideolojik ve ekonomik gücünü buralardan alan bu yapıların bu boşluğu dolduracağına ve yoksulluğun, eşitsizliğin azaltılmasına yardımcı olacağın dair bir anlatım vardır. Tam da bu yaklaşım aslında bir restorasyonun idealize edilmesinden ibarettir. Çünkü bu yapılanmalar ve organizasyonlar oluştukça çok sayıda orta sınıf insan STK sektöründe çalışan, danışman, tedarikçi, proje yazarı vb. olarak yer almaktadır. Birçok STK figürü, tabiri caizse kodamanlaşarak toplumun varlıklı kesiminin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Bu figürlerin idealize edilmesi, özellikle kapitalizm eliyle derdest edilmiş akademi de göz önüne alınırsa, orta sınıf çevreler ve küçük burjuva yaklaşımlar için kaçınılmazdır. Ekoloji “çalışan”, göç “çalışan” dernekler, çevreler, projeler…

Kısaca, yoksulluğu, doğanın talanını ve sivil toplumun düzenlenmesini amaçlayan programlardan ya da hibelerden vs. yararlananlar yoksullar değil, orta sınıfın ve zenginlerin bir bölümüdür. Aslında, birkaç istisna dışında, bir STK kurmak yoksullar, çevre, cinsiyet eşitliği ve/veya insan hakları adına para kazanmanın iyi bir yolu haline gelmiştir. Bu da özünde bir çeşit dilencilik kültürünün ve pasifizasyonun ortaya çıkmasına neden olmuştur. STK’ları bu şekilde büyümesi aynı zamanda devletin vatandaşlarına karşı sorumluluğunun iyice azaltıldığı ve piyasaya hayatın her alanında tam yetki verildiği neoliberal bir olgudur. Bu haliyle STK, piyasa ekonomisinin bir aracı olduğu kadar tamamlayıcısıdır da.

Özellikle TC’nin göçmenlere yönelik politikası bu yaklaşım üzerine kurulmuştur. Dernekler, vakıflar, projeler, programlar, AB fonları ve daha nice “sivil toplum” adı altında ilerleyen süreç hem kendi içerisinde bir istismar ve sömürü zinciri oluşturmuş, hem de toplumda göçmenlere karşı “onlara verilen bize verilmiyor” algısı oluşturarak ırkçılığı ve göçmen düşmanlığını yükseltmiştir.

Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ) ve demokratik mücadele alanları kesinlikle önemli noktalara sahiptir. DKÖ’lerin bu mücadele alanı sivil toplum denilen olguyla da kesişim gösterebilir. Sivil toplum ancak kapitalist sistemde tepeden tırnağa legalizm ile belirlenmiş yani burjuva hukukunun yaptığı, yapmadığı ya da yapamadığı şeyler çevresinde tanımlanabilir.

Bu alanları bir “çalışma” alanı olarak gören bu kişiler ve yapılar restorasyoncu yaklaşımın ve aslında bir anlamda statükonun ekmeğine yağ sürmektedirler. Yüzlerce askerin orta yerinde haftalarca direnen DKÖ’lerde örgütlü insanlara “Akbelen’de örgütlü insanları istemiyoruz”, KYK eylemlerinde “Hükümet karşıtı slogan atmayın”, yaşam mücadelesi veren insanlara “Onur Yürüyüşü’nde Kürdistan duymak istemiyoruz”, hayvanların katledilmesine karşı eylemlerde “Tecrit ve imhadan bahsetmenizi istemiyoruz” diyebilen ya da denebilmesinin önünü açan şey tam da budur. Zira bu yapılar tartışmalarda aktif rol alarak, direniş alanlarına katılarak sürece apolitik yaklaşımları yani statükoyu dolaylı ya da doğrudan dayatmaktadırlar.

Toplumun önüne gelen, direniş alanları ya da eylemsellikler yaratan tartışmalarda bu yapılar hızlıca statüko eliyle hizaya gelebilmektedir. Zira toplumumuzda zaten bir politik özgüven eksikliği söz konusuyken burjuva muhalefet ve bu tür STK çevreleri apolitizmi ve statükoculuğu bir erdem gibi kitlelere sunmaktadır.

Ancak bizler biliyoruz ki, bu karşı devrimci bir tutumdan başka bir şey değildir. Tüm bu buluşma ve direniş noktaları bizler için bu anlamda da bir okul olmalıdır. Yaşanan toplumsal ve siyasi krizlerin hiçbiri tek tek ele alınamaz. Mesele bir bütündür ve tek çözümü birleşik mücadele zemininden ve devrimci bir perspektiften geçmektedir. İnsana yaraşır bir sivil toplum ise ancak devrim eliyle gerçekleşebilir.