Önsöz
Osmanlı’dan devralınan imparatorluk bakiyesinin üzerinde kurulan TC devleti, tarih sahnesine çıktığı günden bu yana hakim sınıf kliklerinin mücadelesine sahne olmaktadır. Bu mücadelede geniş emekçi yığınların taraflaştırılması, kamplardan herhangi birine yedeklenmesi adına kullanılagelen argümanların başlıcası, ilericilik-gericilik, laiklik-şeriat retoriği olmuştur.
Türk devletinin kurucu resmi ideolojisi olan ve devletin üzerinde yükseldiği temel kolonları ifade eden Kemalizm, bu kapışmanın temel arenası olageldi. Yığınların düzenin sömürü, baskı; imha, inkar ve asimilasyona karşı gelişen öfke ve tepkisinin, hangi kampın değirmenine akıtılacağına dair mücadele kesintisiz sürmektedir.
Geçmişten bugüne değin süregelen ve laiklik-şeriat; gericilik- ilericilik/ çağdaşlık şeklinde karşılık bulan söz konusu hesaplaşma özellikle 2000’lerden sonra AKP’nin iktidara gelmesiyle yeni bir boyut kazandı. Geride bıraktığımız 15 yıllık sürede AKP iktidarının toplumu muhafazakarlaştırma projesinin uygulamalarına tanık olduk. Bu süreç devam ediyor.
Din, öteden beri yığınların kontrol edilmesi ve düzenin mevcut halinin onaylanması -rızanın yaratılmasında son derece işlevli bir rol oynamıştır. Bizi doğrudan ilgilendirmesi bakımından İslamiyet, ortaya çıkışından bugüne çok geniş bir alana yayıldı, milyonlara ulaştı ve bugünlere geldi. İslamiyet’in uygulanışı bağlamında şeriat özellikle laiklik tartışmaları etrafında üzerinde en çok polemik yürütülen konu olagelmiştir.
Aşağıda yer alan makale, 14 Nisan 1999 tarihinde Tokat Merkeze bağlı Yeşilalan köyünde TC güçleri ile yaşanan çatışmada Doğan Altun ile birlikte Seyit Külekçi tarafından kaleme alınmıştır.
Kuşkusuz 90’lardan bugüne siyasal panorama çok ciddi biçimde değişti. Ne var ki hakim sınıfların laiklik-gericilik retoriği üzerinden kitlelerin kabaran öfkesini kendi iktidar emellerine alet etme çabası ise hiç değişmedi. Dinin nasıl işlevselleştirildiği, İslamiyet’in ortaya çıkışı ve bu kapsamda şeriatın uygulandığı ülkelerin deneyimlerine göz atmak bugünkü süreci anlamak açısından faydalı olacaktır. Devrim ve komünizm şehitleri haftası vesilesiyle Seyit Külekçi tarafından kaleme alınan makaleyi yayımlıyoruz.
***
GİRİŞ
Şeriat, daha genel bir tanımla din olgusu uzun yıllardan beri tartışılıyor. Özellikle TC’nin “Yeniden yapılandırma” politikalarının bir gereği olarak, 28 Şubat MGK toplantısıyla gündemin birinci maddesi haline getirilen din olgusu üzerinde durmak ve egemenlerin gündeme getirmelerinin altında yatan gerçek niyeti açığa çıkarmak önem kazanmaktadır.
Egemenler, son dönemlerde yapay olarak şişirerek gündemin ilk sıralarına oturttukları “şeriatçılık tehlikesi” aldatmacasıyla kitleleri suni sorunlarla uğraştırarak dikkatlerini temel sorunlardan uzaklaştırmak istemektedirler. Böylelikle içine girdikleri krizi, kitlelerin desteğini arkasına alarak atlatmaya çalışıyorlar. Ancak yapay ve gündem saptırma olarak değerlendirmemiz ona karşı tavır takınmayacağımız anlamına gelmiyor. Devrimci ve komünistlerin koyacağı böyle bir tavır, kitlelerin dikkatini yeniden temel sorunlara çekilmesine hizmet eder ve düşmanın niyetini açığa çıkarır.
“Şeriatçı tehlike” yaygarasıyla egemenler ne yapmak istiyorlar? Bu sorunun cevabı bile bizim tavır almamızın nedenini açıklayacaktır. Bütün bu demagojik söylem ve pratikler, TC’nin “Yeniden Yapılandırma”sına hizmet amacıyla sergileniyorsa, Diyanet İşleri yeniden işlevli hali getirilmek isteniyorsa, RP’nin sivri uçları törpülenmek isteniyorsa, denetim dışına çıkan çeteleri ve onların sivil temsilcisi durumundaki DYP, RP ile denetim altına alınmak isteniyorsa ve “Şeriatçı tehlike geliyor” korkutmacasıyla Aleviler düzene bağlanmak isteniyorsa tavır takınmanın nedeni kendiliğinden açığa çıkar.
Böylesine önemli bir işlev yüklenen şeriatçılığı ve onun panzehiri olarak sunulan laikliğin gerçekten böyle bir misyona sahip olup olmadığını, mevcut toplumsal sorunlara çözüm gücü taşıyıp taşımadığını araştırmak, tartışmak ve önümüze çıkan bu vb. sorulara, tarihsel, toplumsal, kültürel, ekonomik yönleriyle irdeleyip cevap bulmak ve geniş emekçi yığınları aydınlatmakta önemli bir işlev yüklenecektir.
Bu görev biz MLM’lerin önünde durmaktadır.
Şeriatın Tarihsel ve Toplumsal Gelişimi
Dinin ilk tasarımları, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük duygusundan ortaya çıkmıştır.
İnsanoğlu ilk dönemlerde doğayı kavramaktan uzaktı. Yaşamını ancak doğada hazır bulunabilen besinlerle sürdürmek zorundaydı. İlkel insan, vahşi ve acımasız doğada yaşamını tek başına sürdürmek, vahşi hayvanların saldırısı ve doğal afetlerle başetmek zorundaydı. Fakat ilkel insanın toplumsal bilinci bu doğa olaylarının sırlarını çözecek yeterlilikte değildi. İnsan doğa karşısındaki bu güçsüzlüğü, onca olayın nedenini doğaüstü güçlerde aramaya ve yaşam karşısındaki güçsüzlüğünü doğaüstü bir güce dua etmekle, yalvarmakla gidermeye çalıştı.
Bütün dinler insanoğlunun güçsüzlüğünden kaynak almıştır. Bu temeli her zaman taşımışlar, zamanla daha da derinleşerek günümüze kadar gelmişlerdir. İnsanla doğaüstü güç arasındaki ilişki daima efendi-köle ilişkisi olarak kalmıştır. “Efendi” sürekli buyurmuş “köle” ise sürekli itaat etmek zorunda kalmıştır. Korkulan pek çok şeyin yanında ölüm olayını açıklayamamak da insanla doğaüstü güç arasındaki, efendi-köle ilişkisinin efendinin lehine kökleşmesini sağlamıştır.
“İnanca dayanan doğaüstü tasarılar sistemi” olarak tanılayabileceğimiz din, ilk önce Totemcilik adı verilen hayvan ve bitkilerde koruyucu güçler görme, Çok Tanrıcılığı geliştirmiş; insanoğlunun yeryüzündeki efendilerinin efendisini arama eğilimi neticesinde Çok Tanrıcılık Tek Tanrıcılığa dönüşmüştür.
İnsanoğlunun sınıflı topluma geçtiği andan itibaren ortaya çıkan devletle birlikte dinlerde devlet dini olmuşlardır.
Öyleyse din, ne “yaratan” ile “yaratılan” arasında yaşanan ve kutsal kabul edilmesi gereken bir ilahi ilişkidir ne de birilerinin en ince detayına kadar hesaplayıp “iyi”nin ve “kötü”nün hizmetine sunmak için insanlığa dayattığı bir dizi doktrinler sistemidir.
Din, tamamıyla insanlık tarihinin belli bir evresinde emeği sayesinde insanlaşan insanın üretim faaliyeti içerisinde ortaya çıkmıştır. MLM’ler tarihin herhangi bir kesitinde yaşanan herhangi bir toplumsal olayı irdelerken, o tarihsel kesitte toplumda egemen olan üretim tarzını ve üretim ilişkilerini çözümler ve yaşanan olayı bu ekonomik ilişkilere bağlar. Bu yüzden biz milattan sonra 6. yüzyılın başlarında Arap yarımadasında doğan İslamiyet’i irdelerken; bu dinin doğduğu toprakları, bu topraklarda yaşanan üretim ilişkilerini irdeleyerek İslamiyet’in şekillenişinde bu ilişkilerin yansımalarını da irdelemiş olacağız.
Şeriat bir dinin dünya işlerini ilgilendiren toplumsal, ahlaksal, kültürel ve ekonomik ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünüdür. Yani Kuran’daki ayetlerden ve Muhammed’in sözlerinden çıkarılan Müslümanlığın yaşam kuralları ve hukukudur. Şeriat düzeni ise Kuran’ın yasalarını kendine esas alanve bunu uygulayan düzen demektir.
Başka bir deyişle Kuran’ın ayet, hadis vs.’nin toplum yaşamına yön vermesi, toplumun bu yasaların gereklerine uygun yönetildiği toplumsal bir düzendir. Şeriatçılara göre ise şeriat düzeni “Allah tarafından gönderilmiş ilahi hükümlerdir; ebedi olarak değişmezler ve ne biraz eksilir ne de fazlalaşırlar”.
Şeriatçıların bu bakış açısı ona uygun düşünce ve davranış biçimlerini getirmektedir. Şeriatın uygulanabilmesi ancak bir otoriteye sahip olmakla başarılabilir. Yani İslami yaşam kurallarının tam anlamıyla yaşanabilmesi ancak bir devlete sahip olmakla gerçekleşebilir.
Doğu araştırmacılarının hepsinin, Araplar üzerine yaptıkları araştırmalarda birleştikleri ortak nokta, Arap adıyla bilinen kesimlerin hayat tarzlarının çöl göçebeliği veya çobanlık olduğudur. Arap yarımadasında yaşayan insan topluluklarının bu tip bir yaşam sürmeleri (Bedevilik) tamamen yaşadıkları toprakların coğrafi koşullarına bağlıdır.
Çünkü Arap Yarımadası’nda üretim yok denecek kadar düşük düzeydedir ve bunun da nedeni; adanın topraklarının tarım için oldukça elverişsiz olmasıdır. İnsanların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak maddi mallarda oldukça sınırlı düzeydedir. Bu nedensellik, çölde sürekli yağma savaşlarını, baskını, talanı yani “Bedevilik”e dayanan toplumsal yaşamı zorunlu kılmaktaydı. Doğrudan çalışmanın olmadığı, yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasının savaşa, yağma ve talana dayandığı çölde, hâkim toplumsal ilişkiler kan/kabile ilişkisiydi. “Çalışmanın erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam çalışma ürünü ve bunun … Toplumun sahip olduğu servet ne kadar az ise, kan ilişkilerinin üstün etkisi toplum düzeni üzerinde o kadar çok belirleyici olur…” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.)
Engels’ten aktardığımız bu pasaj, çöldeki hâkim toplumsal ilişkilerin kan/kabile ilişkilerinin nedenini oldukça güzel bir şekilde izah ediyor. Yarımadaya dağılmış kabilelerin ezici bir çoğunluğu yukarıda anlattığımız tipte bir yaşam sürerken, kimi kabileler de çölde ender rastlanan (Mekke, Medine, Taif) vahalara yerleşmişler ve yarı-tarım, yarı-çoban bir hayat tarzı sürmeye başlamışlardır. Çölde ender vahalar göreceli olarak tarım için daha elverişliydi ve bu topraklarda hâkim olan üretim ilişkilerinden daha farklı ilişkiler yeşermekteydi.
Verimli vahalara yerleşip, yerleşik yaşama geçen kabileler, daha ileri bir üretim ilişkisine ulaşan kabileler, kendilerinden daha geri üretim ilişkileri yaşadıkları için açlıkla yüz yüze bulunan kabilelerin saldırılarına uğruyor; bu durum, çölde alışılagelmiş kabile savaşlarından daha farklı savaşlara yol açıyordu. Bir kabilenin yerleştiği toprakları ve o toprak üzerinde yaşayan kabileleri tahakküm altına almak için başlayan savaşlar, kabile ilişkilerinde bir alt-üst ilişkisinin doğmasına, kabilenin egemenlik altına alınmasına ve böylelikle bir “kabile aristokrasisi”nin oluşmasına yol açıyordu.
Verimli topraklara yerleştikleri için tarımsal düzene erişen kabileler, yaşadıkları topraklarla beraber, yaşamlarını da garanti altına almak için, kendilerine oranla savaşlara daha yatkın ve askeri olarak örgütlenmiş çoban kabilelerini belli bir bedel karşılığı tutmaya başladılar. Yerleşik düzene geçen kabilelerin “askeri gücü” durumuna gelen çoban kabileler aynı zamanda Arap Yarımadası’nı boylu boyunca kapsayan “kervan”ların da güvenliğini sağlamak için kervanlardan bir tür “baç” (haraç) alıyorlardı.
Kısaca bütün bu gelişmeler, kökleri çok eskileri dayanan kan bağlarına dayalı kabile ilişkilerinde çözülmeyi, kabilenin sahip olduğu servetin kabile üstündeki aristokratlar sınıfının elinde toplanmasını ve bütün bunlara bağlı olarak da erkeğin ekonomideki belirleyiciliğini ve mülk sahipliğini ifade eden ataerkil ailenin oluşmasını beraberinde getirmekteydi.
Kabilelerin göçebelikten, yerleşik bir yaşam tarzına geçmeleri anlamına gelen belli yerleşim merkezleri oluşturması, bu yerleşim merkezlerinde kabile federasyonlarının oluşmasını zorunlu kıldı. Ama oluşan yerleşim merkezlerinde, doğrudan meta üretimi ve buna bağlı olarak düzenli bir çalışma tam anlamıyla oluşmamıştı. Buna rağmen oluşan örgütlenmenin (kabile federasyonunun) amacı üretim değil savaştı. Arap Yarımadası’nda hızla çözülen kabile ilişkileri, belli yerleşim merkezlerinde oluşan kabile federasyonlarıyla daha derinleşti. Yerleşim kentinde kabilelerin zenginlik ve bu zenginliklerine bağlı olarak da soyluluk derecelerine göre bir hiyerarşi oluşmuştu ki Arap Yarımadası için en önemli yerleşim kentleri başta Mekke ve ardında da Medine idi.
Özellikle Mekke ve Medine’de toplumsal iş bölümünün hayli ilerlemesi, kervan ticareti sayesinde meta alışverişinin artması, özel mülkiyetin gelişmesiyle sınıfsal farklılıkların oluşması ve en önemlisi de kabile federasyonları şeklinde ortaya çıkan yönetim hiyerarşisinin oluşması… Bütün bunlar, feodal toplumsal üretimin alt yapısını oluşturacak temellerin oluşmasına rağmen özellikle egemen kabileler başka bir toplumsal sisteme geçişin önünde engel oluyorlardı.
“Cahiliye Dönemi“nin son evresine girilmişti artık. Kabileler arasında iktidar olmak için verilen savaşın özellikle Mekke ve Medine’de yaşayan kabile toplulukları üzerindeki etkisi çok ağırdı. Tam bir kaos ortamı oluşmuştu, bu ortam içinde kabilelerin eski “eşitlikçi” ortama olan özlemi giderek artıyor, yeni arayışlar baş gösteriyordu. İşte bu durum artık devlet aşamasına gelmiş ve bir devlet ideolojisi halini almış Hıristiyanlık dinine inanan kimseler tarafından “bir peygamber gelecek” şeklinde ifade ediliyordu. Muhammed de bu ortamda ve bu ortamdaki koşulların etkisiyle yetişiyordu.
Gelecekte hem bir peygamber olarak din önderliği hem de bir devlet yöneticisi olarak sosyal önderliği elde edecek olan Muhammed’in, şimdiye kadar anlattığımız Arap toplumlarındaki değişmelerden nasıl ve hangi şekilde etkilendiğini ve İslamiyet’in doğuşundaki büyük rolünü dikkate alarak yaşamını kısaca anlatmanın, yaşanan toplumsal gelişmelerin daha iyi kavranmasına yarar sağlayacağına inanıyoruz.
Muhammed, Mekke’deki kabile federasyonunun en tepesinde bulunan Beni Kureyş kabilesinden olup hem soylu bir tüccar hem bir kabile Şeyhi hem de Kâbe’nin anahtarına sahip olmasından dolayı da bütün kabilelerin Şeyhi olan Abdül Muttalip’in torunudur. Bu kan bağı sayesinde soylu bir aşiretten gelmekle beraber özel mülkiyetin giderek büyüdüğü, buna bağlı olarak sınıfsal farklılıkların arttığı ve kabile ilişkilerinin çözülmeye yüz tuttuğu koşullar içinde giderek yoksullaşan ve sıradanlaşan bir ailenin üyesidir. Önceleri dedesinin kervanlarıyla, sonraları tüccar olan karısının kervanlarıyla uzun süren geziler ve çeşitli toplum al sistemlerin bulunduğu farklı yerlere yapılan yolculuklar, gördüğü kültürler, çeşitli dinlere mensup kişilerle girdiği ilişkiler… Kısacası bütün bunlar, mensubu olduğu toplumun yaşadığı tıkanıklığa en yakından tanıklık eden ve onlarla beraber çözümler düşünen Muhammed’in bilgi birikiminin artmasına, o güne kadar edindiği bilgilerin ve benimsediği din inancının değişmesini getirmiştir.
Yukarıda anlattıklarımız, Muhammed’in dünya görüşünü şekillendiren toplumsal pratiğidir ve bizce Muhammed’in benimsediği şeriata dayalı dünya görüşünü bütün bunlardan soyutlayarak bir “takdir-i ilahi” olarak açıklamak tam bir safsatadır. Muhammed’in savunduğu görüşler, yaşadığı toplumsal ilişkiler, üretim araçları karşısındaki konumu ve toplumsal servetten aldığı pay tarafından belirlenmektedir. Muhammed tarafından geliştirilen ve giderek toplumsal yaşama uydurulmaya çalışılan şeriat; “kimilerinin küfre” sapmaları nedeniyle(!) paramparça olan Arap kabilelerini, farklı kan bağından geldikleri için savaşan kabileleri, aynı kan bağında olmalarına rağmen çıkar çatışmasına giren kabile bireylerini… bir araya getirmek, tek bir bütün içinde kaynaştırarak savaşlarını sona erdirmek için “Tek bir Allah’a iman”ı ve “kan bağlarının hiçbir öneminin olmadığı çünkü bütün insanların ‘tek bir ümmet’ oldukları”nı, aynı şekilde özel mülkiyeti benimsiyor ve gelişip güçlenmesi içinde “malını savunurken ölenlerin şehit olduğunu” düzenli artı-ürün gaspının ve ürün bolluğunun gerçekleşmesi için ise “Cuma namazı bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allan’ın ihtisasından nasibinizi, rızkınızı arayın” diyerek halka çalışmasını buyuruyordu.
Hatta bütün bunlarla birlikte, giderek yoksullaşan, sömürülen, köle olarak alınıp satılan… Kısaca toplumun en alt katmanlarını oluşturan geniş yığınları da kendi etrafında toplayabilmek için faizi ve tefeciliği kötüleyerek, servetin tek tek kişilerin ellerinde toplanmasına karşı çıkar görünüyordu.
Hiç kuşku yok ki, Muhammed’in ortaya attığı İslamiyet’in fikri, Arap toplumundaki egemen üretim ilişkilerinin hem bir eleştirisi ve aynı zamanda hem de yaratmayı düşündüğü toplumsal sistemin teorik plandaki ifadesiydi. İşte bu nedenle de Muhammed tarafından formüle edilen İslamiyet o günün koşullarında ileriyi temsil ediyordu. Bir ideoloji olarak İslamiyet’te pratik içinde geliştirilmiş, yaşama uymayan yönleri atılmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Muhammed’in benimsediği İslamiyet ilk başlarda genelde yarımada da özelde Mekke’de yaşayan halkları “doğru yol”a sevk etmek ve hidayete erdirip ıslah etmekle sınırlı olduğu halde, Muhammed tarafından kazanılan Hendek Savaşı ertesinde bir “Dünya Düzeni” şeklinde formüle edilerek toprak fetihlerine yönelmiştir.
Henüz embriyon halinde olan İslamiyet’in esas gelişmesi, Muhammed’in Medine’ye göçünden sonra olacaktı. Çünkü Medine’ye geçen Muhammed, Kuran’ı sadece dini fikirleri ve kuralları içeren kutsal bir kitap olarak değil, aynı zamanda hem kendi partisinin (Hizbullah) bir tüzüğü hem de Arap İslam devletinin “Anayasa”sı olarak ortaya koyacaktı. Medine, belli oranda toprağa bağlı bir ekonomik sisteme geçtiği için Mekke’ye oranla görece daha “huzurlu” bir kentti. Aynı zamanda bu kentte yaşayan kabilelerin çoğunluğunun Hıristiyan ve Yahudi dinlerinden etkilenmeleri nedeniyle “Tek Tanrı fikrine” ve hoşgörüye daha açıktı. Üretim ilişkilerinin gelişmesine bağlı olarak belli bir hiyerarşiye bağlı örgütlenmenin varlığı, devletin temellerini oluşturuyordu. Ama bu kentteki kabileler Mekke’deki kabile federasyonunun şeflerine haraç ve vergi vermek zorundaydılar, aynı zamanda da yaşadıkları topraklar üstündeki zenginlik kaynaklarına sahip olmak için kendi aralarında çatışma halindeydiler. Bu durum üretimin düşmesine ve kabileler arasındaki savaşların daha da kızışmasına neden oluyordu.
Öz olarak bu durumda olan Medine, kendisine hakemlik yapacak ve yönetecek tarafsız bir soylu bekliyordu. İşte Mekke’den Medine’ye göç eden Muhammed bu kente aynı zamanda bir hakem sıfatıyla geliyordu. Gerçekten de öyle oldu; Medine’deki kabilelerin tümü Muhammed’e biat ederek onun peygamberliğini ve getirdiği İslamiyet’i tanıdı ve Muhammed tarihte kurulan ilk İslam devletinin başına geçti ve Muhammed, devlet anayasasının başlangıcı olan 47 maddelik “Medine Devleti İslam Anayasası” ile tek hiyerarşili bir örgütlenme (tek Allah tek peygamber) fikriyle “Medine İslam Devleti”nin temellerini atmakla birlikte kendisini de peygamber olmaktan başka “devlet reisi”,”ordu komutanı” ve “hâkim” olarak ilan edildi.
Muhammed’in İslamiyet teorisi yeni olarak yarattığı orijinal bir teoriden çok Arap toplumun gelenek-göreneklerinin derlenmesi ile ve kendisinden önceki dinlerin harmanlamasıyla oluşturulmuş sentez bir dindir. İslam dini, bütün Arap kabilelerinin ortaklığının yakalanması gibi ekonomik, toplumsal bir ihtiyaçtan doğdu. Bu ihtiyacı keşfeden tüccar Muhammed, ilk başta toplumdaki başıbozukluğu, anarşiyi gidermek amaçlı bazı kurallar ileri sürdü. Bunlar toplumun daha “olumlu” bir işleyişe kavuşması amaçlıydı. Nitekim mevcut olandan daha ileri olmalarından dolayı toplumca kolay benimsendiler. İşte o andan itibaren Muhammed kendini “Allah”ın yeryüzündeki dördüncü ve son elçisi ilan ederek kendisinden önceki diğer dinleri (Musevilik, Hrastiyanlık vs.) “hak din” ilan etti.
Böyle basit bir doğuş ile kısa bir sürede Arap Yarımadası’nı etkisi altına almıştır. Bu gelişimini Hicret ile Medine’ye taşımış orada “Medine Vesikası”nı yayınlayarak feodal Medine devletini kurmuştur. Artık o tarihi andan itibaren Arapların da bir devleti olmuştur. Büyük oranda köleciliği ve kabileciliği tasfiye ederek feodalizmin hâkim olduğu despotik bir devlet kurmuştur. Devletin kurulması ile birlikte hukuk, kültür vb. üst yapı kurumlarını oluşturarak İslamiyet’in tamamıyla Arap toplumuna egemenliğini sağlamıştır.
Burada özellikle bir şeye dikkat çekmek gerekir. İslam dini belli bir topluluğun (Arap) sosyal -ekonomik ihtiyacından doğmuş ve o ihtiyaca cevap veren bir üstyapı kurumu olmuştu ve bu haliyle Arap Yarımadası’nda feodal toplumun manevi dünyasını oluşturuyordu. Yani geniş anlamıyla feodalizmin ideolojisi dar anlamıyla da Arap Yarımadası’ndaki feodal düzenin üstyapı kurumuydu.
Feodal toplum kendi doğasında olan talancılık, yağmacılık, savaş seferlerine dönüşünce İslam dini de bu seferlerle birlikte Arap ordularının ayağını bastığı topraklara ulaşmış oluyordu.
Çoğu yerde zorla İslamiyet’i dayatmış kabul ettirmişlerdir. Özellikle büyük dinlerden oluşmayan “puta taparlar”, Zerdüştlere vb. zalimce uygulamalarla İslamiyet kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Büyük dinlerden olan topluluklarla karşı karşıya gelmemek için işgal ettikleri topraklarda bu dinlerden olanlara dokunmamışlardır. Bu durumu İslamiyet’in hoşgörüsüyle açıklamaya çalışsalar da bu amaçlı savaşları nasıl izah ederler? İslam orduları konumlarını sağlamlaştırdıktan sonra saldırgan, zorla İslamiyet’i benimsetmek tavırlarına girmekten kaçınmamışlardır.
ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE ŞERİAT DÜZENİ
Bu alt başlığımızda şeriatın çeşitli ülkelerde aldığı biçim, değişme ve gelişmelerin yönüne değineceğiz.
Dünya nüfusunun 5/1’ine sahip olan İslam âlemi içinde hepsinin tek tek incelenmesi yazımızın kapsamı ile mümkün olmayan bir araştırma olacaktır. Fakat İslamcı bu ülkelerin ortak karakterlerinden hareketle bunları sınıflandırmak öne çıkanlar şahsında diğerlerini anlatmak işimizi daha da kolaylaştıracaktır. İlk olarak İslam dünyasında önemli bir yere sahip olan Suudi Arabistan’dan başlamak yerinde olur.
SUUDİ ARABİSTAN: 17. yüzyılda şeriat, S. Arabistan’da yeniden canlandırıldı. Önce 1745 yılında Muhammed İbni Vahhab tarafından Necd ovasında küçük bir prenslik şeklinde, daha sonra Muhammed İbni Suud tarafından bütün Arabistan’a yayılacak, Vahhabiler diye anılacak olan yorumu geliştirildi. Vahhabilerin düşüncesi İslam’ın Sünni, yorumu ile aynıydı. Yani Kuran’ı esas alan sünnete dönüşü savunan, Allah’a ibadetten alıkoyan tüm sapkınlıkları reddeden bir yorumu olarak gelişti.
1900’lü yıllarda, 1. Dünya Savaşı öncesi Doğu Arabistan’ın büyük kısmı İngilizlerin elindeydi. Ve İngilizlerle işbirliği halinde olan İbni Suud hanedanlığı tarafından yönetiliyordu. 1902’de El Suud hanedanlığı tarafından Ihvan diye anılacak (Müslüman Kardeşler) silahlı mücahitler örgütlenecekti. Bu yolla düşüncelerini bütün Arabistan’a yayıp Arabistan’ı ele geçirecekti. 1930’larda Arabistan’da petrolün bulunmasıyla devreye Amerika’da girdi. Araplarla Amerika’nın arasında ortak şirket (AMACO-ARAMCO) kuruldu. Bu şirketin merkezleri vasıtasıyla diğer Müslüman ülkelerde anti-emperyalist mücadelelere karşı Müslüman Kardeşler selefi hareketler vb. gibi akımları destekleyerek, Arabistan ve diğer petrol zengini ülkelerde Amerikancı İslam’ın yerleşmesinin dayanakları oluşturuldu.
1928-30’lu yıllarda bağımsızlaşan ve El Suud ailesine de başkaldıran Ihvan’ın devamı olarak 1970’li yıllarda aynı soydan gelen Guheyman, Ihvan’ı yeniden örgütledi ve Faysal’ın krallığını, Suudi yönetenleri şu şekilde eleştirdi: Kuran ve sünnete göre ülke yönetilmiyor. Ahlaksızlık içine girmiş olan El Suudi ailesi kâfir hükümetlerle işbirliği yaparak içerde ve dışarıda zulüm uyguluyor. 1979’da İran devriminden etkilenerek Mekke’deki kutsal mescidi basarak eniştesi Muhammed Abdullah El Kahtani’yi mehdi ilan etti. İki haftalık beklemeden sonra sağ yakalanan Guhheyman ve taraftarları 9 Ocak 1980’de başları kesilerek idam edildiler. Aralarında 4 Suudi Arabistanlı, 10 Mısırlı, 6 Güney Yemenli, 3 Kuveytli, 1 Kuzey Yemenli, 1 Sudanlı, 1 Iraklı vardı.
Suudi Arabistan’daki yönetim ABD ile işbirliği halinde petrole dayalı bir kapitalizmle yaşar ve emperyalizme olan bağımlılığından dolayı ABD’li İslam’ın diğer Müslüman ülkelerde de yerleşmesi için İslamcı muhalefete maddi-manevi destek sunmaktan geri durmaz.
Dünyadaki Müslüman ülkelerde Kuran Kursları açtırma, din adamları yetiştirme, din kitapları gönderme, mescit ve cami yaptırmak gibi vb. faaliyetlerle İslam ülkelerinde kendilerine destek bulma uğraşısı içindedir. Bundan dolayı çok sayıda İslami örgüte parasal ve siyasal destek vermekteler. Bu faaliyetin merkezi bir tarzda yürütülmesi amaçlı kurulmuş olan RABITA’nın görevi; İslam karşıtı görüşlerle mücadele etmek ve İslami görüşleri dünya çapında yaygınlaştırmaktı. Bu amaçla cami ve mescit yaptırma ile uğraşan 6.5 milyon Suudi Riyali tutarında yıllık bütçesi olan dünya mescit yaptırma meclisi yine yıllık 15 milyon riyal bütçesi ve binin üzerinde profesyonel gezici görevliler ve dua meclisi, Kuran Araştırma Enstitüsü, yılda 4 milyon Kuran basıp bedava dağıtan Kuran Dağıtma Heyeti gibi kolları bulunuyor.
Kendi sınıf çıkarlarını korumak amaçlı 6. yüzyıldaki dini cezalandırma yöntemlerini (kelle ve kesme, taşlayarak öldürme vb.) kullanırlar. Bunun yanında İslamiyet’e ters olmasına karşı kendi yoz, çirkef zevklerini tatmin etmekten de geri durmuyorlar. Bu konuda da İslamiyet’in gerekleri, sadece emekçi yığınların daha fazla sömürülmesi ve baskı altına alınması amacına hizmet ettiği oranda hatırlanır/uygulanır. Yani anlaşılacağı gibi çıkarları gereği yeri gelir 6. yüzyıl karanlığına göre hareket eder, yeri gelir 20. yüzyıldaki kapitalist-emperyalist kokuşmuşluğa, çirkefliğe göre hareket eder.
Suudi Arabistan’da iktidarda bulunan El Suudi ailesi ülkenin tek hâkimi durumundadır. Ülkenin doğal petrol kaynaklarının ABD emperyalizmine peşkeş çekilmesi sayesinde asalakça bir yaşam sürdürmekteler. İslamiyet’i yayma çabaları sadece kitlelerin daha rahat sömürülmesi ve İslamiyet’e inanan kitlelerin daha rahat yanıltılması dışında bir amacı yoktur. Asıl amaç İslamiyet’i yayma adı altında ABD emperyalizminin egemenlik alanlarını genişletme çabalarıdır. İslami örtü bu çabaları gizlemeye hizmet etmekten başka bir şeye hizmet etmiyordur. Afgan mücahitlere yapılan parasal yardımlar, ABD’nin Afganistan’da egemenlik kurma amacının S. Arabistan eliyle yapılmasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde 12 Eylül döneminde cami imamlarının maaşlarının RABITA tarafından ödenmesi, ABD’nin “ılımlı İslam”, “yeşil kuşak” planlarını hayata geçirmek içindir. Suudi Arabistan’da uygulanan İslamiyet, “en katı”, “en saf” İslamiyet olarak bilinmesine rağmen “kâfir” olarak görülen emperyalist devletle girdiği ilişkiler ve onların Ortadoğu halklarını daha rahat sömürmesi, zenginlik kaynaklarının İslamiyet eliyle emperyalizme peşkeş çekilmesi; İslamiyet’in halkları kurtuluşa götürmeyeceğinin en canlı örneklerini oluşturmaktadır. Bu olgu sadece yoz Suudi Krallığı’na has bir olgu değildir. Bütün İslami devletlerde değişmez bir gerçektir. İslamiyet’in uygulanışındaki nicel farklılıklar (Sünni yorumu, Şii yorumu) bu gerçeği değiştirmiyor.
CEZAYİR: Cezayir’de İslami hareketin gelişimi, sömürgeciliğe karşı savaş içinde olmuştur. İslami ideolojinin kökleri çok eskilere kadar uzanmasına karşı bizi ilgilendiren 1950’li yıllardan günümüze kadar olan tarihsel süreçtir. Fransız emperyalistlerine karşı sürdürülen ulusal kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazinin sınıfsal karakteri gereği; Cezayir halkını kendi etrafında birleştirecek olan İslamiyet’i kendisine temel aldı ve İslami ideolojiden beslenerek onun yoluyla, çeşitli sınıf ve katmanları birleştirerek mücadeleyi boyutlandırdı. Kazanılan “bağımsız”lık burjuva önderliğin sınıf karakteri gereği yeniden emperyalizmle ilişkilerin geliştirilmesini, sömürge ülkenin bir yarı-sömürgeye dönüştürülmesi dışında kitlelere yeni bir şey vermedi.
İktidarın yeni sahipleri; gerek toplumsal konumlarını güçlendirmek gerekse de, kapitalist-emperyalist dünya ile bütünleşmek için daha liberal ve laik bir tutum sergiledi. Kitlelerin gözünü boyamak için bunun adını koydukları “İslam sosyalizm”ine karşı tepkilerin yoğunlaşmasına neden oldu. Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemine önemli bir etkinliğe sahip İslamcıların kitlelerin bu hoşnutsuzluğunu düzene karşı yönlendirmesi sonucu önemli bir güç durumuna geldiler.
Adı “İslam sosyalizmi” kendisi kapitalizm olan uygulamaların yarattığı ekonomik-siyasi krizlerin yarattığı ortamdan yararlanan ve güç toplayanlar İslamcılar oldular. İslamcıların gelişip, güç toplamasından paniğe kapılan Cezayir egemen sınıflarının tavrı daha çok baskı zulüm ve daha fazla İslamcıyı hapse atmak oldu. Akabinde iktidara gelen Sezli Bin Cedid ekonomik ve siyasi krizin doğurduğu çıkmazdan kurtulmanın yolunu, IMF ve Dünya Bankasına sığınmakta buldu. Bilindiği gibi IMF ve Dünya Bankası’nın Cezayir halkına dayattığı reçeteler kitlelerdeki hoşnutsuzluğun daha fazla artmasına İslamcıların gücünün daha da artmasına neden oldu.
Gerek Cezayir egemen sınıfları gerekse, diğer Müslüman ülkelerde laik geçinen egemen sınıflar İslamcıları, devrimci ve komünist güçlerin önünü kesecek bir barikat olarak görüp İslamcıların gelişmesine ses çıkarmamış ve desteklemişlerdir. Ne zamanki kendilerine alternatif bir güç olup karşılarına dikildiğinde İslami “gerici”liğin farkına varmışlardır. Cezayir’de olanlar da bundan farklı değildir. Yıllarca güç biriktiren düzenin yarattığı sömürü ve zulümden beslenen İslamcılar, Ekim 1988’de ayaklanmaya başlayan halk muhalefetinin başına geçerek, birçok taviz kopardılar. Bunların en önemlisi de tek partiden çok partili sisteme geçişin sağlanması olmuştur. Siyasi partilerin kurulmasına olanak sağlayan yasa değişiklikleriyle, İslamcılar, İslami Selamet Cephesi’ni kurdular. 1991’de yapılan yerel seçimleri ezici bir farkla kazanan İslamcıların, genel seçimde iktidara gelen olasılığına karşı ordu darbe ile yönetime el koyarak İslamcıların önünü kesmeye çalıştı. Bu durum İslamcılar ile Cezayir egemen sınıfları arasındaki savaşı kızıştırmaktan ve İslamcıların silahlı mücadeleye atılmasından başka sonuç vermedi.
1991’de yapılan darbe ile birçok önderi tutuklandı ve yasaklandı. Buna rağmen illegal yollardan faaliyetlerine devam ediyor, en büyük muhalif güç olma özelliğini korumaktadır. Çokça korkulan İslami Cephenin önde gelenlerinden Ahmed El Merrani’nin cephenin amacını tanımlayışına bakarsak onların mevcut düzeni değiştirmek gibi bir niyetleri olmadığını çok iyi görürüz.
“…iktidarı almak diye başlı başına bir hedefi yoktur cephenin. Hatta iktidar alınsa bile, reform ve yine reform (düzeltme için bir araç olarak kullanılacaktır) iktidarı ele geçirmek değil, iktidara ortak olmak diye bir amacımız vardır.”
Bundan da görüleceği gibi; Cezayir’deki şeriatçıların tek amacı iktidarı “düzeltme aracı” ve “ortak olma”dır. Bu durum sadece Cezayir’e has bir olgu değildir. Genelde bütün şeriatçı güçlerin konumlanışını da ifade etmektedir. İslamcıların bu konumlanışlarının ekonomik-siyasal nedenlerini yazımızın ileriki bölümlerinde işleyeceğimiz için geçiyoruz.
İslami Cephenin yasaklanması ardından da başladığı silahlı mücadele; yukarıda aktardığımız siyasi-ideolojik konumlanışlarına uygun bir biçimde sürmektedir. Sürdürülen silahlı mücadele, iktidara gelmekten düzeni değiştirmekten öte, Cezayir egemen sınıflarını ve ordunun halk üzerindeki etkinliğini kırmak ve yıpratmak için başvurulan bir araçtır. İslami Cephe’nin silahlı saldırıları, sadece ordu ve devletin diğer kurumlarına yönelik saldırılarla sınırlı değildi. Özellikle görüşlerini benimsemeyen kitleleri korkutmak, yıldırmak içinde kitlelere karşı vahşi ve bağnaz saldırılarda bulunmaktadır. Her ne kadar Cezayir devletinin kontr-gerillası tarafından yapılan katliamlar İslami Cephenin üzerine yıkılmaya çalışılsa da şeriatın farklı düşüncelere yaklaşımı dikkate alındığında yapılan kitle katliamlarının birçoğunun İslami cephenin işi olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür.
İslami Selamet Cephesi’nin birçok önderi öldürülmesine, tutuklanmasına, içteki bölünmelerine, kitle katliamlarıyla uğradıkları güven yitimine karşı, hala en büyük muhalefet odağını oluşturan güç durumundadır. Silahlı, silahsız sayısız örgüt üyesi kırda ve şehirde devlete karşı mücadele etmektedir. İslamcıların uluslararası destek aldıkları da bilinmektedir. En başta İran ve Sudan olmak üzere birçok ülkede maddi-manevi destek almaktadır. Diğer taraftan “kâfir” olarak değerlendirdikleri batılı emperyalist ülkelerle el altında ilişkiler geliştirmekteler. Emperyalistler ise İslami Cephe’nin iktidara gelme olasılığını değerlendirerek, açıkta kalmamak için ikili oynamakta, bir taraftan Cezayir egemen sınıflarını “şeriat tehlikesine” karşı uyarırken diğer taraftan İslami Cephe’nin iktidar olduğunda çıkarlarını zedelememesi için ilişkilerini koparmaktan çekiniyorlar.
Cezayir’deki İslami Cephe’nin gelişmesi, esasta Cezayir egemenlerinin uyguladıkları politikalardan kaynaklanmaktadır. Sömürünün, talanın had safhaya varması, bu ortamda yönetime her gelenin cebini doldurmaya çalışması, rüşvetin, yiyiciliğin kitlelerde devlete karşı yarattığı güven bunalımını iyi değerlendiren İslami Cephe, tek muhalefet odağı haline gelmesine neden oldu. Devrimci bir muhalefet odağının yokluğu kitlelerin İslamiyet’e kaymasına neden olmaktadır. Güçlü bir devrimci muhalefet odağı üzerine düşen tarihsel sorumluğa sahip çıkmadıkça bu boşluğu gerici ideolojiler tarafından doldurulacaktır.
İRAN: 1878’li yıllara gelindiğine halk muhalefeti doruk noktasına ulaşır. Şah yönetimine karşı çıkış, siyasi ve iktisadi yönden sürmektedir. Ülkede petrole dayanan cılız bir sanayi, lüks tüketim malları, yoksulluk, yiyicilik dinsel muhalefet için uygun bir zemindir. Kentlerdeki sefil yaşam koşulları, hastalık işsizlik, açlık, rüşvet, yolsuzluk, iktisadi dengesizlik, petrol gelirlerinin küçük bir azınlık ve emperyalistlerce yağmalanması İran’daki çöküntünün boyutlarını göstermektedir. İran devrimi her ne kadar İslam devrimi şeklinde lanse edilmeye çalışılsa da aslında Şah’ın monarşist diktatörlüğü altında inleyen bütün bir halkın eseriydi. Aynı şekilde kitleleri sokağa döken iktisadi, sosyal ve siyasal koşulların yarattığı etkiydi. Yoksa Humeyni’nin sihirli parmağı değildi. Devrimin gerçekleşmesinde önemli bir gücü ve rolü üstlenen işçi sınıfı, yoksul köylülük ve geniş halk yığınları, bilinç ve örgütlülük konusundaki zaaflarından dolayı devrime sahip çıkıp derinleştiremediler. Bunun yanında devrime dini rengini veren mollaların camilerden gelen örgütlülükleri ve orta sınıfın gerici kanadı ve toprak ağalarının devrimin derinleştirilmesi ihtimalinden duydukları korku hepsini bir ortak payda da bir araya getirdi. Aynı şekilde Humeyni ve gerici güruhunu istemeyen emperyalistler bile işçi sınıfı ve geniş halk yığınlarının bu tehditkar duruşu karşısında el altından Humeyni’yi desteklediler. İşte bu koşullarda Humeyni, Beni Sadr kliğiyle ortaklaşa iktidarı aldılar.
İran devriminin en önemli görüngülerinden bir anti-emperyalist görüngüsüdür. Şah rejimi ve onun efendisi olan ABD emperyalizminden iliğine kadar baskıyı hisseden geniş halk yığınları, anti-emperyalist bir duruş içindeydiler. Güçlü bir anti-emperyalist duygu yüklüydüler. Devrimin öncülüğünü eline geçirmiş olan mollalar, geniş halk yığınlarının anti-emperyalist duygularını iktidar olmak için kullandılar. Öyle ki Şah rejimini devirmek isteyen bir güç ister istemez onun efendisi ABD emperyalizmi ile karşı karşıya gelmek zorundaydı. Mollaların anti-emperyalistliği, tek bir emperyalist güçle sınırlı güdük bir anti-emperyalistlikti. Ki daha iktidara gelmeden diğer emperyalist güçlerle el altından yardım alması, ittifak arayışları tamda bu niteliğinin bir sonucudur. Mollaların keşfettikleri kitlelerin anti-emperyalist duygularını daha sonra iktidarlarını sağlamlaştırma ve ortağı liberal Beni Sadr’da saf dışı etmede büyük bir rol oynamıştır. Aynı zamanda gelişen devrimci-komünist muhalefetin bastırılmasında önemli bir işlevi olmuştur.
İktidarı tek başına ele geçiren mollaların yaptıklarının en başında dinsel dogma ve fantezilerle afyonladıkları işsiz ve lümpen müritlerinden oluşturdukları gerici bir ordu, “devrim muhafız” ile halkın ve devrimcilerin üzerine saldırtmak, en temel hak ve özgürlük talepleri için düzenlenen gösterileri kanla boğmaktı. “Dinsiz”, “imansız”, “kâfir” ilan ettikleri devrimcileri katledip hapislere attılar. Devrim öncesi köylülere verilen toprak reformu sözü bilinmez bir tarihe ertelendi. Kürtlere verilen özerklik sözü Napalm bombalarıyla katliamlarla telafi edildi. İran Devrimi ve sonrası gelişmeler bugün tarafımızdan iyi bir şekilde tahlil edilebilirse bugünkü şeriatçılığın gelecekte vaat ettiği “adil düzen”in ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bunun için mollaların icraatlarına bakmakta fayda vardır.
Mollaların istedikleri “düzeni” inşa etmeleri içi öncelikle önlerinde en büyük engel olan devrimci muhalefetin bastırılması gerekiyordu. Devrimci güçler ne kadar saf dışı edilirse kendi düzenlerini daha rahat inşa etme şansına sahip olacaklardı. Devrimci muhalefetin kan ile katliamla bastırılması çok zamanlarını almadı. Ondan sonra insanlık dışı uygulamalar yürürlüğe sokuldu. Üniversiteler-okul, radyo ve televizyonlar birer birer kapatıldı. Müzik yasaklandı. Bunların yerini ilahiler, dini demeç ve vaazlar, dini dogmalar ve fantezilerle dolduruldu.
Toplumda kadın-erkek ilişkisine el atılarak kadınlar aleyhine birçok çağdışı uygulama yürürlüğe sokuldu. Kadın yeniden kara çarşafa ve eve kapatıldı. Sakal kesmek yasaklanıp tıraş bıçağı üreten fabrikalar kapatıldı. Bu uygulamaların İslam adına yapıldığı 6. yüzyıla duyulan derin bir özlem ile yapıldığı düşünülürse, bu tür uygulamalara şaşılmaz aksine doğal karşılanır(!) bu durum İslam ideolojisinin duruşudur. İslamiyet her ne kadar bir dönem görece ilerici bir rol oynamışsa da bu dönem çok gerilerde ortaçağda feodalizmin miadını doldurduğu dönemde kalmıştır. Bugün toplumun ileriye dönen tekerleğini geriye çevirmeye çalışmak mantıkla izah edilemez bir gericiliktir.
Bugün geriye dönülüp bakıldığında, İran’da gerçekleşen İslami devrim toplumu ileriye taşımak yerine daha geri konumlara götürmüştür. Eski düzeni değiştirmek yerine bu düzeni daha da sağlamlaştırmıştır. Sömürüyü ortadan kaldırmak bir yana eski sömürücü sınıfların (Şah) yerine kendileri (mollalar) geçirmişlerdi. Emperyalizmi ülkeden kovmak yerine emperyalizme bağımlılığı daha ince ve daha gizli yöntemlerle sürdürmüştür. Ezilen ulus milliyetlerin ulusal haklarını tanımak bir yana bu hak istemlerini kanla bastırmıştır. Kısacası sömürü düzeninin bütün ilişkilerini olduğu gibi korumuşlardır.
MISIR: Mısır halkı, benzer diğer yarı-sömürgeler gibi, egemen ideolojinin etkisiyle uyuşturulmuş, kaderci ve kendiliğindenci bir yaşam tarzına sahiptir. Mısır’ın yüzyıllar boyuncu sömürgeci yönetimler altında bulunması, İslamiyet’in uyuşturucu, pasifleştirici etkileri ile birleşince Mısır halkının kültürel, siyasal, vb. şekillenişinde olumsuz bir yapının oturmasına, neden olmuştur. Bütün ezilen ve bağımlı ülkelerde olduğu gibi Mısır’da da dini akımın (İslam’ın) gelişmesine zemin oluşturan faktör ekonomiktir. Mısır’ın yoksulluğu, sefaleti, ezilen halk kitlelerini bu olumsuz koşulları eleştiriye tabi tutan İslam’a yöneltmiştir. Geniş emekçi kitleleri kendi etrafına toplayan İslam gerçekte onların mevcut yaşamlarından daha iyisini göstermiyor.
Bugün Türkiye’de Refah’ın kullandığı “Adil Düzen”, “Faizsiz Bankacılık” vb. söylemler Mısırlı İslamcılar tarafından da kullanılmaktadır. İslamcıların ileri sürdükleri bu tezler kitlelerin taleplerini karşılamak için değil, kendi ceplerini doldurmak için kullanılıyor. Bizdeki banker skandalına benzer bir durum Mısır’da da El Reyya Menkul Değerler adlı İslamcı firmanın yarattığı skandalla yaşandı. 1970’lerde Enver Sedat’ın komünizmin önünü kesmek için İslamcılara tanıdığı ayrıcalıklarla birçok İslamcı -ki en radikal geçinen Müslüman Kardeşler (İhvan)- zenginleşip “düzeni değiştirmek” fikrinden vazgeçerek ılımlı bir İslam devleti kurma düşüncesini savundular. Bu süreçten sonra ezilen İslamcılar ile zenginleşen (ezen) İslamcılar arasında düşüncedeki farklılaşmaya bağlı olarak aralarındaki çelişkiler arttı.
Mısır’daki İslamcılar arasındaki sınıf farklılaşması şu gerçeği iyice su yüzüne çıkarttı; sınıf kavgasını reddeden İslamcılar arasında adeta toplumsal yasaların işlediğini suratlarına çarptı. Sınıf farklılaşmasından sonra düzen karşıtı eylemlerine devam eden “yoksul” İslamcıları düzen içine çekme ve yaşamlarına razı gelmeleri konusunda en büyük çabayı harcayanlar yine zenginleşen, sınıf değiştiren İslamcılar olmuştur. Mısır’ın tarihini irdelediğimizde, daha önceleri İhvan içinde örgütlü olan Cemal Abdülnasır 1952’de Hür Subaylar Hareketi adlı bir Arap milliyetçisi subay darbe ile kralı devirerek krallığa son verirler. Daha sonra en büyük muhalif olan İhvan’a yönelik sert polisiye yöntemlere başvurur. İhvan’ın Nasır’a yönelik başarısız bir suikast girişimi Nasır’ı daha da pervasızlaştırır. Bundan sonra İhvan’ın birçok önderini ya astırır ya da ağır hapis cezalarıyla içeri attırır. Nasır’ın sosyalizme yaslanması; sosyalizmin revaçta olması ezilen kitlelerin sosyalizme sempatilerini kendi etrafında toplamak içindir. Nasır dönemin koşullarına uygun bir şekilde ABD emperyalizmine karşı Rusya’nın desteğini alır.
Nasır’ın ölümüyle iktidara gelen Sedat ise Rusya yerine Batıcı, ABD’ci bir siyaset izler. İlk hedefi demokrat ve sosyalist geçinen kesimleri tasfiye etmektir. Bu tasfiye içinde İslamcılara yeniden çeşitle örgütlenme olanakları sunar ve bu kesimin yardımıyla önemli oranda başarılar kazandı. Nitekim Nasırca zindanlara atılmış İslami liderlerin serbest bırakılması tamda bu dönemde gerçekleşmiştir. İhvan’ın Enver Sedat ile işbirliği yaptığı ve onun yedeğinde varlığını sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu İhvan’ın da işine gelmiş, daha da genişleyip güçlenmesini sağlamıştır. Bu kadar genişleyip büyüyen bir İslami akımın hedefi hiçbir zaman iktidarı devirmek onu eline almak olmamıştır. O hep mevcut sistemin korunması, onunla barışık yaşamayı tercih etmiştir. Bunun nedenlerinden biri İslam’ın düzen içiliğinden, yani ideolojik duruşunda kaynaklanmaktadır. İhvan mensuplarının (liderleri) sınıf atlamaları, elinde ciddi bir ekonomik gücü bulunduran sınıfın örgütü olmasındadır. Geniş ekonomik güce sahi bu sınıf, maddi olanaklarını kullanarak, radikal İslamcı (düzen karşıtı) gençleri düzen içine çekmek için kullanmıştır.
Enver Sedat ülkedeki etkinliğini yitirdiği oranda İslamcılığa daha çok sarıldı. 1981 anayasasına İslami kuralları koydurmasına karşın İhvan’ın partileşmesine hiçbir zaman izin vermedi. Fakat bu bile ezilen emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun önünü kesmedi. Artan sömürünün yarattığı kitlelerdeki öfke kabarmasının önünü kesmek için Enver Sedat’ın ılımlı İslamcıları (İhvan) kullanması kitlenin öfkesini durduramadı. Ilımlı İslamcıların giderek teşhir olmasına, kitleler gözündeki saygınlığının iyice yitirilmesine neden oldu. Bu durumu çok iyi değerlendiren radikal İslamcılar 1980 ile ’90 yılları arasında büyük gelişme sağladılar. 1980 ile ’90 arası on yıllık süreç devlet ile hesaplaşma süreci oldu. Özellikle radikal İslamcıların uyguladıkları silahlı eylemlere karşı bir barikat oluşturmak için devlet yine İhvan’ı (ılımlı İslam) muhatap alıp onların yasal partilerle işbirliği yapıp parlamentoya girmelerine müsaade etti. Sırasıyla ’84, ’87’de yapılan genel seçimlerde 10,34 milletvekili parlamentoya soktular. 1992’de yapılan yerel seçimlerde oyların % 15’ini aldılar. Bu süreçten sonra Mübarek döneminde devletin tüm kurum ve kuruluşları İslam’ı ciddi bir tarzda benimsedi. Herkes söylemiyle İslamcı kesildi. Asıl patlama bundan sonra başladı. Sınırsızca bir cami, mescit, İmam Hatip Okulu, Kuran Kursları vs. kuruldu. Bu kurumlarla Mısır’daki yoksul gençliği İslam’a kazandırdı. İslamiyet’in Mısır’da üstlendiği rol hem muhalefet hem de iktidardır. Toplumu sarıp sarmalayan ve denetim altında tutan tek ideoloji durumundadır. Bütün bu olgulara rağmen ekonominin emperyalizme bağımlılığından kaynaklanan açmazları, yoksulluk, sefalet, işsizlik sürgit devam etmektedir. İslamiyet’i kullanma geçici bir dönem halk kitlelerini uyutmayı başarsa da, onun ihtiyaçlarını karşılama yeteneğine sahip olmadığını anlayacak ve esas rotaya kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadeleye atılmaya yönelecektir.
TÜRKİYE’DE ŞERİATIN GELİŞMESİ
TC’nin önceli olan Osmanlı İmparatorluğu hilafetin, saltanatın hükümranlığını sürdürdüğü ortaçağa ait despotik bir din devleti idi.
Yaşadığı dönemle örtüşen feodal ideolojiyi topluma güçlü bir biçimde enjekte etmiş ve buna dayanarak yaşamaya çalışmıştır. Örneğin 1840’lardan sonra gelişen yenilenme hareketlerinin önünde barikat oluşturan Osmanlı İmparatorluğunun kökleşmesinde büyük etkileri feodal ideolojiydi. Yenilenme hareketlerinin üzerindeki uyuşturucu etkisindedir. Bu yapısıyla 1920’lerde tarih sahnesinden alaşağı edilen Osmanlı İmparatorluğu yerine onu hiçbir zaman aratmayacak komprador patron-ağaların devleti olan TC kuruldu.
TC’nin kuruluşuyla hilafet ve sultanlık lağvedildi. Yerine tek partili (CHP) faşist diktatörlük kuruldu. Kurulan diktatörlük günün koşullarına uygun bir kurumlaşmaya giderken önünde engel oluşturan işçi-emekçi-köylü kitlesine kan, katliam terör estiriyordu. Diğer yandan da eski Osmanlı’nın savunucusu, hilafetçi dini faaliyetleri de yasakladı. Bu dönemde TC’nin merkezileşme faaliyetleri ile egemenliklerinin sona erdiğini düşünen yerel feodal otoritelerin önderlik ettiği ayaklanmalar TC’nin kan ve katliam siyaseti ile kısa sürede bastırıldı. TC’nin kurulmasına, bütün kurumlarıyla merkezileşmesine ayak direyen feodallerin örgütlendiği yerler olan tekkeler, zaviyeler ve tarikat cemaatlerinin örgütlendiği yerler kapatıldı.
TC’ye karşı fiillere girişenlere ağır cezalar vererek zindanlara kapattı. TC’nin ilk kurulduğu dönemde başvurduğu bu önlemler kimi burjuva akıl danelerinin söylediği gibi laik niteliğinden kaynaklanmıyor. Kemalistlerin İslamcıların üzerine gitmesi; feodal ideolojinin (dolayısıyla İslam’ın) toplumun bütün gözeneklerine hâkim olmasında kaynaklanıyor. Yeni kurulan bir TC’nin hâkimiyetini perçinlemesi için bu ideolojinin kültürel alandaki etkilerini geriletmesi gerekiyordu. Fakat bu durum şu yanılsamaya yol açmamalıdır. Kemalistler feodalizme tamamen karşı değillerdi. Onlar sadece feodalizmin toplumun gelişmesine engel oluşturan yanlarına, çağın çok gerisinde kalan yanlarına karşıydılar. Kaldı ki Kemalistler içinde feodal ağalarda vardır, bunların ittifakı sonucu TC kurulmuştur.
Aldıkları önlemlere bakıldığında bu rahatça görülebilir; “Harf Devrimi” (Latin alfabesine geçiş), ezanın Türkçe okunması, diyanet işlerinin kurulması, “Kılık Kıyafet Devrimi” vb. gibi feodalizmin TC’nin önündeki küçük engelleri kaldırılmaya çalışılmıştır. Kemalistler feodalizmin toplumun gelişmesinin önündeki en büyük engelleri kaldırmak bir yana feodalizmin ekonomideki, siyasetteki etkilerini sürdürmüşlerdi.
İkincisi; dünya kapitalizminin gelişmesi bağlı olarak kapitalist dünyanın bir üyesi olan TC’nin de kapitalizmle bütünleşmesi için, kapitalizmin pazarda rahatça dolaşması için feodalizmin bu etkilerinin kaldırılması gerekiyordu. Kemalistlerin ilk andaki kurumsallaşmaya olan ihtiyaçlarından dolayı İslamcılara “yönelmesi” Kürtleri, işçi ve emekçilere yönelmesi gibi kanlı olmamıştır. Sadece siyasetten uzaklaştırmış ve kültürel alandaki kimi dayanaklarını kesmiştir. İslamcılar ise kısmen geri çekilerek, güç biriktirerek tarikatlar ve cemaatlerde örgütlenerek ilerisi için hazırlık yapmışlardır.
Dincilerin kısmi geri çekilişi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar sürdü. 1946’lara kadar siyasette fazlaca ağırlığı hissedilmeyen dinciler, içte ve dışta savaşın güç dengelerini değiştirmesiyle, çok partili sisteme geçişle birlikte Demokrat Parti içinde siyaset yapmaya başladılar. Bunda DP’nin dini söylemle yığınlara gitmesi de etkili olmuştur. DP bu yolla siyasetten uzak duran, Kemalistler tarafından küstürülen geniş bir kitleyi arkasına alarak hükümet olmuştur. Bundan sonra dinciler siyasal arenada kendilerini sürekli ifade eder oldular.
1946 yılında 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda en karlı şekilde çıkmış olan ABD emperyalistlerinin yayılmacı emeller doğrultusunda çeşitli ülkelerde kendisine bağlı uşaklara “Marshall yardım”ı çerçevesinde ilişkiler kurarak hegemonya yarışında öne geçme yıllarıydı. ABD bir taraftan yeni pazarlar peşinde koştururken, diğer taraftan Sovyetlerden gelecek “Komünizm tehlikesine” karşı kırmızı kuşağı yeşil kuşakla engellemek siyasetini adım adım yürürlüğe koydu. ABD’nin ülkedeki hâkimiyetini ifade eden DP, komünizme karşı iktidara getirildiğini gizlemeye ihtiyaç duymadan açıktan, devrimci ve komünistlere yöneldi. Devrimci hareketi kanla-katliamla boğarken, yakaladığı devrimcilere onlarca yıllara varan cezalar vererek zindanlara attı. ABD’nin “komünizm tehlikesi” siyaseti doğrultusunda tekkelerin, zaviyelerin, tarikatların açıktan örgütlenmesine olanaklar hazırladı. Bu sayede dinci gericilik on yıllık DP iktidarı döneminde iyice kökleşti.
1960’larda DP iktidarına karşı rahatsızlığını ve öfkesini arkasına ordu, 27 Mayıs darbesi ile iktidara el koydu. Ordunun yönetimi CHP’ye teslim etmesine karşı “Yeşil Kuşak” projesi olduğu gibi uygulandı. Bu dönemde DP’nin yerini alan Adalet Partisi 1965’te seçimleri kazanarak hükümet oldu ve tarikatlar büyük tavizler verildi. Öyle ki Kuran Kursları, İmam Hatip Liseleri bu dönemde açılmaya başlandı. Bu gelişen devrimci hareketin önünü kesmek için özellikle emperyalistler tarafından uygulanması istenen bir politikaydı. Bu politikanın bir ürünü olarak ’60-’70’li yıllarda sayısızca dinci, tarikatçı örgüt ve yayın çevresinin ortalığı kapladığı dönem oldu. Devletçe geliştirilen dinci-gerici güçlerle devrimci hareketin özellikle anti-emperyalist gençlik hareketini bastırmak ciddi bir araç olarak kullandı. MİT’in, polisin desteği ve provokasyonu ile birçok gençlik eylemine saldırıldı, birçok devrimci katledildi. Örneğin bugün hoşgörü imajı çizen M. Şevket Eygi, 6. Filo’ya karşı gösteri yapan devrimci gençliğe ağızda salyalar akıtarak saldırıyordu. Kanlı pazarın birinci derecede sorumlularından biridir.
Devrimci hareketin durdurulamayan gelişimi karşısında egemen sınıflar yeni taktiklerle dinci gericiliği devrimcilerin karşısına çıkarttı. Bu yolla devrimci hareketin gelişimini engellemeyen egemenler 12 Mart Askeri Faşist Darbesi’yle devrimci hareketi durdurmaya çalıştı ve bu dönemde TOBB başkanlığı seçiminde AP (Demirel) ile yolları ayrılan Erbakan’ın siyaset sahnesine yerleştiği kendisine özgü bir yer edildiği dönemdir.
Her ne kadar siyasi hayatı Milli Nizam Partisi ile başlasa da siyasi arenaya ağırlığını koyduğu dönem 12 Mart Darbesi sonrasıdır. 12 Mart generallerinin İsviçre’den getirerek Milli Selamet Partisi’ni kurdurttuğu Erbakan’ın üstlendiği rol kitlelerin din afyonu ile uyuşturulmasıydı. Bu politika doğrultusunda 12 Mart’ın hemen ardında “Karaoğlan”la hükümet ortaklığı kurarak bu görevi yerine getirmeye başladı.
Devrimci hareketin 12 Mart yenilgisinin yaralarını sararak düzeni tehdit etmeye başladığı 1978’lerde dinci gericiliğin eski görevini bu sefer sivil faşistler almıştı. Sivil faşist güçler devrimcileri silahlı saldırılarla sindirmeye çalışırken, Erbakan ve partisi MSP’yi önemli oranda kitlesel bir güç durumuna geldi. MSP kendisi ile ülkücü faşist hareket arasına “sınır” çekerek Ortadoğu’da birçok İslamcı örgüt ve devletle yeni bağlantılar içine girdi. Devrimci hareketin iktidarı tehdit ettiği bir dönemde sivil faşist güçlerce hazırlanmış sağ-sol çatışması provokasyonu bahane eden 12 Eylül Askeri Faşist darbesi gerçekleştirildi.
12 Eylül ile birlikte devrimci hareket bir kez daha yenilgiye uğratıldı. Bütün sendikalar, partiler kapatılarak, en küçük bir hak arama kanla bastırıldı. Kapatılan partiler içinde MSP’de vardı, fakat MSP’nin gerek uluslararası bağlantıları gerekse de 12 Eylül generallerinin yeni uygulamaya soktukları politikalar MSP’nin gelişme yollarını açıyordu. Partilerin kurulmasına izin verildiği dönemle birlikte MSP’nin devamcısı olan RP kısa sürede önemli bir gelişme ivmesi yakalamıştır. Generallerin iflas eden Kemalizm’in kitleleri uyutamayacağını gördükleri -ki ABD direktifiyle olmuştur- için kitleleri etrafında toplayacak yeni bir ideolojiye ihtiyaçları vardı. Bunu da Türk-İslam sentezi ile giderdiler.
Bu ise İslamcı kesimin gelişip güçlenmesini hizmet etmiştir. Böylece dinci şeriatçılığa keskince karşı çıkan “has Kemalist” ordu bile gelişen devrimci hareketin önüne set çekilmesi için ılımlı İslam (Türk-İslam Sentezi) teorisine olumlu bakan olmuştur. Nitekim 12 Eylül Cuntası geldiğinde devrimci harekete karşı “toplumsal uzlaşma”, “Barış-huzur” adına dinci gericiliğin gelişmesinin önünü açtılar. Dini açıktan savundular. Türk-İslam sentezini devletin resmi ideolojisi ilan ettiler. Toplumun her kesimine Türk-İslam sentezini pompaladılar. Bu en çokta dinci gericiliğin işine geliyordu. Onlarda kollarını sıvayıp cuntayı meşrulaştırma uğraşısı içine girdiler. Cuntanın gerekliliği üzerine fetvalar verdiler.
Kürdistan’da PKK’nin gerilla savaşını başlatmasıyla birlikte Türk-İslam ideolojisini öne çıkararak Kürt coğrafyasında dini kullandılar. PKK’nin kitle tabanının dinden önemli oranda etkilendiği, dinin etkilerini üzerinden atamadığı görülürse, Kürdistan’da dinin devlet tarafından PKK’ye karşı kullanılmasının önemi daha iyi görülür. Cunta bununla da yetinmedi. Toplumu kan, katliamla üç yılda susturduğuna ikna olduğunda demokrasi peçesini yeniden taktı.
Nakşibendi tarikatından ve geçmişte de MSP’nin milletvekili adayı olan Turgut Özal’ın ANAP’ı iktidara oturdu. Nitekim bu gelişmeler Nakşibendi tarikatından (Turgut Özal) bir ferdin devletin başına geçmesi (cumhurbaşkanı) ile İslamiyet’in devlet tarafından kullanılmasının doruk noktasına ulaşmış oluyordu. Bu aynı zamanda devleti yönetme yeteneğini kaybeden Bu aynı zamanda devleti yönetme yeteneğini kaybeden Kemalizm’in yerine Türk-İslam sentezinin resmi ideolojisi olarak kabul edilmesi oldu. Türkiye’de İslami gelişmeye baktığımızda; İslamcıların hiçbir zaman devlete karşı bir faaliyet içinde olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Nakşiler, Nurcular, Süleymancılar vb. çeşitli tarikat ve cemaatler sürekli devlet destekli gelişmiş faaliyetleri ise devlete karşı değil, devlete hizmet eder tarzda olmuştur.
Kitlelerin beyinlerinin uyuşturularak devlete bağlanması karşılığında iyi bir ücret almışlardır. İslami sermayenin gücü buradan gelmektedir. Bu kadar geniş bir avantaj ve olanaklarına sahip İslamcılar, sosyalizmin Rus emperyalizminin yıkılması şahsında uğradığı prestij kaybı İslamcıların gelişmesinin de önünü açmıştır.