Faşizmin ne olduğu, ne olmadığı, nasıl tanımlanacağı ya da tanımlanmayacağı üzerine konuşulmasını gerektiren pek çok örnek günlük yaşamda karşımıza çıkıyor. Eşyanın doğası gereği ona adıyla hitap etmenin gerekliliğinin ötesinde “politik” olarak objektif ve isabetli olmak, komünist bir tavır sergilemek bilinciyle faşizmi doğru tanımlamak gerekiyor. Eğer tanımlamamızın yaşamda karşılığı yoksa ya da doğru bir karşılığı bulunmuyorsa politik, örgütsel hata yapmak kaçınılmaz olur. Doğru olmayan politik tespitler, doğru olmayan konumlanmayı beraberinde getirir, doğru olmayan politik ittifaklar yapmaya, stratejik ve taktik hatalar yapmaya neden olurlar. Bu hatalar doğallığında ideolojik sapmalara neden olurlar. Bütün bunlar da komünist öncü ve önderlik sorununu beraberinde getirir/sorgulanmasına sebep olur.
Faşizmin ne olduğuna, nasıl örgütlendiğine, iktidara nasıl geldiğine ilişkin tarihsel olarak, özellikle 2. Paylaşım Savaşı sonrası pek çok tartışma yapıldı. Faşizm denilince akla iki ülke gelir: Almanya ve İtalya. Bu ülkeler klasik faşizm denen faşizmin yaşandığı ülkelerdir. Bunlarla beraber Japonya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Finlandiya, Endonezya, Vietnam, Pakistan, Hindistan, Yunanistan ve tabii ki Türkiye de faşizmle birlikte anılan ülkelerdir. Buradaki listeden de anlaşılacağı gibi faşizm çok çeşitli tarihsel süreçlerde, çok çeşitli ülkelerde iktidara geldi. Kiminde ezildi ve yok edildi, kiminde hala iktidarda. Faşizmin bu ülkelerde iktidara geliş biçimi, her ülkenin kendi objektif durumuyla ilintilidir. Kimi ülkede aşağıdan yukarı doğru, kimi ülkede bir darbe ile, kimi ülkede ise kuruluşuyla birlikte faşizm iktidara gelmiştir.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası faşizmin ne olduğuna dair yapılan tartışmalarda; faşizmin bir lidere ya da birkaç lidere dayandırıldığı, küçük burjuvazinin bir hareketi olarak, ulusların özgünlükleri sonucu olarak, özellikle Almanya özgülünde Holocaust merkezli, totaliterlik temelli faşizm tanımlamaları ve tartışmaları gerçekleştirildi. (Faşizm Üzerine-Önlenebilir Yükseliş, Yordam Kitap)
Liderlik temelli faşizm tartışmalarında, her şey tek bir kişinin ya da birkaç kişinin birlikte hayata geçirdiği söylenir. Örneğin Almanya’daki faşizm, Hitler şahsında tanımlanır. Faşist iktidar boyunca yapılan her şeyin, Hitler’in kişiliğinden kaynaklandığı anlatılarak; çocukluğu, sağlık sorunları vs. aktarılarak Almanya’da faşizminin nedenleri “ortaya çıkarılmaya” çalışılır!
Küçük burjuvazinin hareketi olarak tanımlayanlar –verili tarihsel koşullarda sosyo-ekonomik sorunlardan kaynaklı olarak orta burjuvazi ve küçük burjuvazinin hızla yoksullaşmaya ve proleterleşme “tehlikesiyle” karşı karşıya kaldıkları için “bir tür küçük burjuva radikalizmi” veya bir “orta sınıf aşırılığı olarak” tanımlarlar faşizmi.
Ulusal özellikler üzerinden faşizmi tanımlayanlar; Almanya özgülünde değerlendirmeler yaparak Almanya’nın kapitalistleşme sürecindeki geri kalmışlığını vurgularlar. Sanayileşme ve uluslaşma sürecindeki gecikmenin burjuva demokratik kurumların yeterince gelişmemesine neden olduğu, bundan dolayı da diğer ülkelerde (İngiltere, Fransa) izlediği normal olan yolundan burjuva kalkınması ve modernleşmenin saptığını söyleyerek faşizm tahlili yaparlar.
Alman faşizmini, soykırıma uğrattığı Yahudiler ve toplama kampları merkezli bir faşizm tanımlaması yapanlar ve “Holocaust merkezli” faşizm tanımlaması yapanlar olarak gruplanır. Bu merkezli faşizm tanımı yapanlar Yahudilerin uğradığı vahşi katliam ve soykırımı ön plana çıkarırken; katledilen, yok edilen Slavlar ve Çingeneleri neredeyse yok sayarlar. Katledilen komünistler, sosyal-demokratlar, eşcinseller ve toplumun diğer unsurlarının uğradıkları vahşet neredeyse görünmez. Holocaust merkezli tanım yapanlar, faşizmle ilgili her şeyi Holocaust ile tanımlar, Holocaust’un nedeni ve sonucu olarak ele alırlar.
Sovyetler Birliği’ne ve komünizme düşmanlıklarını gizleyemeyenler ise totaliterlik üzerinden faşizm tahlili yaparak, komünizmi faşizmle eşitlerler ve öz itibariyle benzer olduklarını ve “aşırılığın” biçimleri olduklarını ifade ederler. Komünizmin de faşizmin de demokrasiye tehdit oluşturdukları, demokrasiyi de serbest piyasa ekonomisine, “dolayısıyla da özel mülkiyete dayanan parlamenter demokrasi olarak tasavvur” ederler.
Türkiye açısından günümüzde bakıldığında ise AKP ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan üzerinden bir faşizm tanımlaması yapılmakta ve “AKP faşizmi”, kavramı kullanılmaktadır. Hatta geçmişte “Kemalizm faşizmdir” doğru önermesinden hareketle, şimdilerde Kemalizm’in yerini İslamcı ideoloji aldığı ileriye sürülerek, “İslamcı faşizm” tanımı kullanılmaktadır. Bu bir yanıyla kitlelerin kavrayışı açısından anlaşılabilir bir politik söylem olarak tartışılabilirse de, kavramın sadece AKP’yle ve dolayısıyla İslam’la sınırlandırılması tehlikesini içermektedir.
Denebilir ki günümüzün “en iyi” Kemalistleri AKP’lilerdir! Çünkü TC devletinin kurucu ideolojisi olarak Kemalizm’e, onun bazı kaba yönlerini -örneğin laiklik meselesinde- törpüleyerek alan açmışlardır. Kemalizm, TC devletinin kurucu ideolojisidir. İşçi sınıfı ve halk düşmanlığıdır. Emperyalizme uşaklıktır. Anti-komünizmdir. En küçük demokratik talebe bile tahammülsüzlüktür. Kürt ve -Alevi düşmanlığıdır. Kadın düşmanlığıdır. Liste uzatılabilir. AKP’nin Kemalizm’in özellikle işçi sınıfı ve halka yönelik uygulamaya koymuş olduğu kimi kaba ve biçimsel yönlerine itiraz etmesi, mağduriyetler üzerinden popülizm yapması kimseyi yanıltmamalıdır. Şu net olarak ifade edilmelidir. AKP İslamcılık adı altında Kemalizm’i yeniden üretmiştir. 12 Eylül’ün faşist generallerinin Türk-İslam sentezinin yerini İslamcı Türk paradigması almıştır vb. vb..
Yukarıda kısa özet olarak sunduğumuz bu tanımlamaların hepsi faşizmin sınıfsal karakterini görmezden geliyor, çarpıtıyor, gizliyor. Faşizmin toplumsal işlevinin gizlenmesine de hizmet ediyor. Kimi sadece faşizmi, kitleler üzerinden, kimi uygulamaları üzerinden, kimi görünen lider, faşizmin temeli olan sınıfın görünen temsilcisi/sözcüsü üzerinden tanımlama yapıyor, kimi de Sovyetler Birliği’ne ve onun üzerinden komünizme olan kini üzerinden faşizm tanımı yapıyor.
Faşizm: Bir Sınıfın -Burjuvazinin- Yönetimi!
Komünist kadın önder Clara Zetkin, 1923 yılı Komintern Yürütme Komitesi’ndeki konuşmasında “Kapitalist ekonominin ve burjuva devletinin çözülmesini” faşizmin köklerinden biri olarak tanımlıyor ve konuşmasının devamında “Başından itibaren burjuvazi durumu çok net kavramış ve faşizmden sağlayabileceği yararı görmüştür. Neyin peşindedir? Kapitalist ekonominin yeniden inşa edilmesinin ve kendi sınıf egemenliğinin korunmasının” diyerek faşizmin öz itibariyle ne olduğunu ve amacının ne olduğunu, hangi sınıfın çıkarına olduğunu 1923 yılında ortaya koymuştu. Bununla birlikte burjuvazinin bu diktatörlüğünün karakterini ve neler yapabileceğini ve bunu nasıl yapabileceğini Clara Zetkin şöyle tanımlamıştır: “Burjuvazi sınıf tahakkümünü güvenceye almak için artık sadece devletin sıradan güçlerine bel bağlayamaz… yasa ütesi bir iktidar yapısına ihtiyaç duyar.”
1935’te Komintern’in 7. Kongre’sinde Dimitrov, faşizmi “finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü” olarak tanımladı. Bu tanım faşizmin sınıfsal karakterini, kimliğini, uygulamada gösterebileceği vahşetin sınırlarını/sınırsızlığını, saldırganlıktaki ölçüsüzlüğünü vb. çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu tanıma bakıldığında “tekelci kapitalist” olmayan bir ülke faşist olamaz mı diye sorulabilir. Yanıt, “evet olur”dur. Dimitrov, sömürge, yarı-sömürge ülkelerde “faşizmin büründüğü” biçimlerin “oldukça özel iktisadi, siyasi ve tarihsel koşulların” araştırılması gerektiğini belirtmiştir. Buradan da anlaşıldığı gibi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde faşizmin olabileceği, komünistler için net bir doğrudur.
“Faşizmin tehlikesi niçin geçici bir tehlike değildir? Çünkü birincisi Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde zayıf ve güçsüz burjuvazi halkın mücadelesini daima kanla ve zorbalıkla bastırmaya ve bu şekilde ayakta kalmaya çalışır. Yani burjuvazinin zayıf ve güçsüz oluşunu onu faşizme iter. İkincisi, toprak ağalarının mevcudiyeti burjuva demokrasisine feodal bir karakter verir. İktidara ortak olan toprak ağaları, ‘feodal demokrasi’nin kanunu olan sopayı ve cebiri, burjuva özgürlüklerin yerine geçirmek için sürekli bir çaba harcarlar. Türkiye’de ‘demokrasinin’ ta başından beri faşizan ve feodal bir karakter taşımasının sebepleri bunlardır” diyen İbrahim Kaypakkaya, sömürge, yarı-sömürge ülkelerdeki yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerin de faşist karakterli olabileceğini/olduğunu belirtmiştir.
Kaypakkaya “Dimitrov yoldaş, ‘burjuvazinin bir takım özel tarihsel, ekonomik ve politik sebeplerle elinde olmadan faşizme sürüklenmesi gerçeği’nin ‘Balkan ülkeleri ve Macaristan’da … daha fazla geçerli olmasının temel sebeplerini; bu ülkelerde, ‘burjuva demokratik devriminin henüz tamamlanmamış olması ve bu ülkelerin ‘emperyalizmin birer yarı-sömürgesi durumunda bulunmasına bağlıyor. Yani feodalizmin mevcudiyetine ve burjuvazinin zayıf ve güçsüzolmasına bağlıyor” diyerek Dimitrov’un Faşizme Karşı Birleşik Cephe kitabından yaptığı alıntılarla ve yaşadığı coğrafyanın özelliklerine ve özgünlükleriyle birleştirerek “tekelci kapitalist” olmayan ülkelerin de faşist olabileceğinin bir çözümünü ortaya koyuyor. (İ. Kaypakkaya, s. 432-433)
Bunlarla birlikte faşist bir ülkede parlamento olup olmayacağına ilişkin bir soru da akla gelebilir. Komünist ustalar bu soruya “evet bulunabilir” diye yanıt verirler. Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe adlı kitabında “Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez” diyerek (aktaran İ. Kaypakkaya, s. 387-388) parlamentonun bu tür ülkelerdeki niteliğini belirtir. Bu uydurma parlamento, faşizmin maskesi olarak işlev görür. Faşist devlet gerek duyduğunda bu maskeyi takar, gerek duymadığında ise bu maskeyi çıkartır.
Buraya kadar 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonucu faşizmin çeşitli çevreler tarafından nasıl tanımlandığını ve buna karşın komünistlerin faşizm tanımını ortaya koymaya çalıştık. Her başlık ayrı ayrı ele alınabilir, ancak vurgu yapmak istediğimiz konu, yukarıda belirttiklerimizin ışığında A partisi faşist, Cpartisi faşist vs. tartışmalarının genel anlamda ve özel anlamda olduğundan kısa ve dar tuttuk.
İktidar biçimi olarak faşizmle toplumdaki belli bir kesimin ırkçı, şovenist yönelimi ve faşizm olarak tanımlanan karakteri farklı farklı şeylerdir. Toplumun belli bir kesiminin yönelimi ile iktidar olarak faşizm birbirinden ayrı şeylerdir. Bununla birlikte, toplumun faşist karakterli tutumu belli bir siyasi partide temsil edilebilir, somutlanabilir. Devlet biçimi olarak faşizm ile bu karıştırılmamalıdır. Eğer karıştırılırsa hedef sapmasına, toplumsal tabakaların yanlış kesimleriyle ittifak yapılmasına ve yenilgiye neden olur.
“… Faşizmin iktidara gelmesi bir burjuva hükümetini bir diğerinin takip ettiği sıradan bir intikal değil, burjuvazinin sınıfsal tahakkümüne ait bir devlet biçiminin –burjuva demokrasisinin başka bir biçimle- açık terörist diktatörlükle yer değiştirmesidir.” (Dimitrov) Dimitrov’un bu belirlemesindeki üzerinde durulması gereken yer, “faşizmin bir devlet biçimi” olduğu ve bir başka devlet biçimi ile yer değiştirdiğidir.” Eğer hükümetteki parti adıyla A partisi, C partisi, M partisi faşist denilirse faşizmin bu “özü”, “devlet biçimi” olduğu gözden kaçırılmış olur. Hükümet değiştiğinde de “faşizmin” ortadan kalktığı söylenir. Bu durum da MLM devlet teorisiyle çelişir.
İktidar ile hükümet MLM teorisinde birbirinden farklı iki şey olarak tanımlanır. Devlet, bir sınıfın başka bir sınıfı baskı altında tutmasını sağlayan “zor mekanizması”dır. Hükümet ise hakim sınıfların hangi kliğinin var olan devlet olanaklarından, ihalelerinden emperyalist “yardım komisyonlarından vb. öncelikle yararlanmasının belirlendiği yerdir. Bundan kaynaklı olarak hükümetler gelip/geçen şeylerdir. Bir seçimden bir başka seçime değişebilirler. Böylelikle bir dönem hakim sınıfların bir kliği hükümet ederken, bir başka dönem bir başka kliği hükümet eder. Bu da o kliğin temsil edildiği A partisi ya da C partisi veyahut M partisi üzerinden olur. Eğer duruma böyle bakmazsak hükümete gelen parti üzerinden devletin sisteminin değiştiğini söylersek yanılırız. Hakim sınıflar hiçbir zaman uysal bir şekilde hakimiyetlerinden vazgeçmezler, kaldı ki, kapitalist-emperyalist bir sistemde bu asla mümkün değildir.
Faşizm, bir devlet biçimidir. Partilerle karıştırılmamalıdır. Bir grup, bir parti faşist ideolojik şekilleniş içinde olabilir. Bu ideolojiye sahip partiler iktidar ya da iktidar ortağı olabilirler; bu partiler ihtiyaç duyulduğunda burjuvazi/egemenlerin işine gelmediği zaman hükümetten el çektirilirler. Çünkü faşizm “proletaryanın devrimci hareketine karşı, mayalanma içindeki halk kitlelerine karşı saldırının bir partisi olarak iktidara gelir…” (Dimitrov, Komünist Enternasyonal, 7. Kongre Raporu)
Yaşadığımız coğrafyada M. Kemal döneminin “tek parti”li faşizm dönemi ortadadır. Dahası yakın tarih olarak 1971 Muhtırası’yla ve 12 Eylül’le birlikte parlamento maskesi bir anda çıkarılmış, atılmış ve devlet çıplak yüzünü göstermiştir. Çünkü, yaşanan toplumsal hareketlilik, işçi sınıfının uyanışı, proleter devrimci hareketin, devrimcilerin hızla güçlenmesi, hem uluslararası hem de yerel egemenlerin ekonomik-siyasi kriz içerisinde olmaları ve Clara Zetkin’in dediği gibi “Kapitalist ekonominin yeniden inşa edilmesinin ve kendi sınıf egemenliğinin korunması” için faşist devlet örgütlenmesi, yüzündeki “parlamenter maskeyi atmış ve gerçek yüzünü göstermekte biran bile tereddüt etmemiştir. Çünkü faşizm “Türkiye ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşist komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür.” (İ. Kaypakkaya, s. 427) ve kuruluşundan itibaren böyledir. Durum böyle olduğu için zaten tüm uygulamalar faşist karakterlidir. Konjonktür gereği bazen “açık” bazen “yarı-açık” bazen parlamenter maskeli bir görünüm arz eder. Uygulamalarda faşist karakter hissedildiğinde şaşırmamak ve hükümetteki parti adı ile, örneğin AKP faşizmi, CHP faşizmi ya da MHP faşizmi ya da otoriterizm vb. tanımlamalar yapmamak gerekir. Görünenin altına “öz”e bakmak doğru olandır.
Faşizmin “içsel bir çürüme ve çözülme sürecine mahkum” olduğunu söyleyen Clara Zetkin, faşizmden kurtulmanın yolunu şöyle tanımlıyor: “Ama yine de bir estetikçi gibi bilgili bir gözlemci rolüne bürünüp çözülmenin gerçekleşmesini beklememiz bizim açımızdan ölümcül olacaktır. Tam tersine elimizdeki tüm araçları kullanarak bu süreci ilerletmek ve hızlandırmak bizim asli görevimizdir.”