
İşçi Sınıfına Yönelik Saldırılar Artıyor!
Her dönem halka yönelik saldırılar farklı biçimler almakla birlikte, “AKP’li yıllar”, emperyalistlerin çıkarları açısından bütün politikaların en yüksek düzeyde yeniden dizayn edildiği dönem olmuştur.
20 Ağustos 2025
TC devletinin faşist karakteri, kuruluşundan bugüne komprador burjuvazinin ikamesi için yoksul köylülüğün, küçük üreticinin, kamu ve özel sektörde çalışan işçilerin toprağını ve canını gaspetmesinden temel almaktadır. Her dönem halka yönelik aldırılar farklı biçimler almakla birlikte, “AKP’li yıllar”, emperyalistlerin çıkarları açısından bütün politikaların en yüksek düzeyde yeniden dizayn edildiği dönem olmuştur. Özellikle yeni bir emperyalist paylaşım savaşı ihtimali öncesi “iç cepheyi tahkim” eden komprador burjuvazi “Kürt sorununda silahsız çözüm” adımları atarken işçi sınıfına yönelik saldırılarını artırmış ve kendisini yeni yasalarla silahlandırmıştır.
Çocukların nitelikli istismarı: “Çocuk İşçiliği”
Kapitalizmin ilk birikim günlerinden bugüne özelde kimsesiz çocukların genelde ise işçi ve köylülerin çocuklarının sömürüsü en acımasız biçimlerde devam etmektedir. Bugün demokrasi havariliği yapıyor olsalar da “batılı emperyalistler”, kapitalizmin ilk birikim yıllarında kendi topraklarında sürdürdükleri çocukların nitelikli istismarını sömürge ve yarı sömürgelerde sürdürmektedir. Tarımda, sanayide, atölyelerde çocuk emeği hala sistemin en görünmeyen ama en vahşi çarklarından birisidir.
Çocuk işçiliği çoğu zaman kayıt dışı çalışmak demektir. Oyun, eğitim ve dinlenme hakkının yerini erken yaşta sömürünün almasıyla başlamaktadır. Bugün TC’de resmi bir sömürü aracı olan MESEM’ler ise çocukluğun bastırıldığı, ona zaman tanınmadığı bir hazırlık evresidir… Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu”nda çocukların kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz ve denetlenebilir iş gücünün parçası olduğundan bahseder. Yaşlarına değil, dayanıklılıklarına göre görevlendirilir; dinlenmeleri değil, üretmeleri beklenir. Çalışmazlarsa yoklukları “verim kaybı” olarak not edilir, çalıştıklarında ise sessizlikleri “avantaj” sayılır. Sendika kurmazlar, itiraz etmezler, sabrederler… Çocuklar, mevcut düzenin arka planı değil, onun bugünü ve yarınıdır.
TÜİK verilerine göre 2024 yılında 15-17 yaş arasında işgücüne katılma oranı yüzde 24.9 olarak gerçekleşmiştir. Buna göre yaklaşık 970 bin çocuk, kayıtlı işçi olarak çalışmaktadır. Bu verilere MESEM’lerde çalışan 504 bin çocuk da eklendiğinde sayı 1.5 milyona ulaşmaktadır. 2023-2024 yıllarında çalışırken hayatını kaybeden 14 yaşındaki Arda Tonbul sac büküm makinasına sıkışarak, 17 yaşında Alperen Enes Ural inşaatta doğalgaz borusu döşerken yüksekten düşerek, 17 yaşındaki Muratcan Eryılmaz inşaatta yüksekten düşerek, 15 yaşındaki Erol Can Yavuz üzerine sunta bloklarının devrilmesi sonucu, 17 yaşındaki Ömer ÇAKAR klima tesisatı döşerken 2. kattan düşerek, 16 yaşındaki Zekai Dikici inşaatta yüksekten düşerek, 17 yaşındaki Ulaş Dumlu atık havuzuna düşerek, 15 yaşındaki Alperen Kocayavuz inşaatta yüksekten düşerek öldüler. Bu ölümler çıraklık eğitimindeki ölüm olarak adlandırılamaz, Çocukların normalde çalıştırılmaları yasak olan işlerde çalıştırılırken meydana gelen ölümlerdir.
Bunlar elbette bu istismarın yalnızca kayıtlı olan kısmıdır. İş sırasında gerekli tedbir alınmadığı için işlenen cinayetler de çoğunlukla kayda geçmemektedir. İş kazalarında yaralanmaların ise tehdit ve rüşvet yoluyla kayda geçirilmediği herkesçe bilinen bir gerçektir. Bir tarafta “aile on yılı” söylemleri ile çocukları “cinsiyetsizleştirme politikalarından korumak”tan bahseden AKP iktidarı ve onun ortakları aslında çok büyük bir istismarın üzerini örtmeye çalışmaktadır. Mevsimlik tarım işçisi, küçük esnaf yanında çalışan, inşaatlarda çalışan, atık kağıt toplayan, seyyar satıcılık yapan ve kayıtlara geçmeyen yüzbinlerce çocuk her türlü tehlikeye açıkken “ailenin korunması” ancak nitelikli sömürünün devamı ve ucuz iş gücünün garantilenmesi demektir. Bu durumun son örneği geçtiğimiz günlerde Anamur’da bir dönerci dükkânında çalışırken iyi servis yapmadığı gerekçesi ile ustabaşı tarafından katledilen 12 yaşındaki Eyüp Can olmuştur.
Hak gasplarında turizm sektöründen sonra sıra kimde?
“İç cephe” tahkim edilirken “sınıf farklarının önemsiz olduğu” vurgusu sık sık yapılmakta ve “demokrasi” de böylesi bir ortamda inşa edilmeye çalışılmaktadır. 14 Temmuz 2025 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan yasa değişikliğiyle, turizm sektöründe çalışan işçilerin hafta tatili hakkı açıkça gasp edilmiştir. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından belgelenmiş konaklama tesislerinde çalışan işçiler, artık haftada 6 gün değil, ancak 10 gün çalıştıktan sonra 1 gün dinlenebilecektir. Bu değişiklik, işçilerin en temel haklarından biri olan dinlenme hakkını hedef almaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan belgeli konaklama tesislerinde çalışanları kapsayan bu düzenlemeyle, işçilerin hafta tatilinde çalıştırılmaları durumunda fazla mesai ücreti de ödenmeyecektir. Yani işçi hafta tatilinde çalışacak ama karşılığında hiçbir ek ücret alamayacaktır. Bu değişiklik sadece İş Kanunu’na değil, Anayasa’nın dinlenme hakkını güvence altına alan hükümlerine ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere de aykırıdır. Haftalık en az 24 saatlik kesintisiz dinlenme hakkı yalnızca yasal değil aynı zamanda insani bir zorunluluktur. Yeni düzenlemeyle bu hak fiilen ortadan kaldırılmakta, işçinin dinlenme hakkı patronun takdirine bırakılmaktadır.
Bu yasanın en dikkat çekici noktalarından birisi de ataerkiye karşı mücadeleden bildiğimiz rıza inşası meselesidir. Yasaya bir “demokrasi” ibaresi gibi eklenmiş olan ve bunun üzerinden savunusu yapılan “7. günden sonra işçinin rızasıyla 8, 9, 10 ya da 11. günde izne çıkması” gibi ucu açık bir ibarenin eklenmesi ezenlerin ezilenleri manipüle etmekteki ustalığını ispatlamaktadır. “Rızasıyla” denilen sistemin, işyerlerinde nasıl fiili bir zorunluluğa dönüşeceği açıktır. Turizm sektöründe uygulamaya geçilen bu hak gaspının hızla diğer sektörlere sıçrayacağı şimdiden öngörülmektedir.
Fiili grev yasakları: Grev erteleme
Grevler, işçilerin sermayeye karşı en büyük silahı ve kazanılmış temel haklarıdır. Şüphesiz ilk günden itibaren grevlerin yasaklandığı, grev hakkına yönelik saldırıların sürdüğü binlerce örnek yaşanmıştır. Ancak “AKP’li yıllar” grev yasaklarının da “demokratikleştiği” yıllar olarak tarihe geçmelidir. Anayasa referandumları ve torba yasalar ile binlerce gündemi Türkiye işçi sınıfının önüne bir anda getiren AKP, işçi sınıfına yönelik bu saldırıların tartışılmasının önüne her defasında geçecek başka gündemler yaratmıştır. Grevlerin milli güvenlik gerekçesiyle ertelenmesi şüphesiz işçilerin örgütlü ve kararlı duruşlarının kırılması anlamına gelmektedir. AKP iktidarında, geniş iş kollarında yapılması planlanan onlarca grev benzer bahanelerle ertelenmiştir.
Son olarak kamu işçilerinin grevi de benzer biçimde manipüle edilmiştir. Bu süreçte sendika ağaları bir taraftan işçilere “Ben de sokaktan geldim… Kararlıyım, sizi ezdirmeyeceğim” diyerek hikaye okurken diğer taraftan soluğu Erdoğan’ın yanında almış ve işçilerin greve çıkmasını önleyecek yeni oyunlar oynamışlardır. İşbirlikçiliği ile ün yapmış Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, bu oyunlarına devam ederken Türk-İş’e bağlı sendika merkezleri grev kararlarını ve uygulama tarihlerini duyurmaya başlamış tam da bu süreçte Maden-İş üyesi Eti Maden işçilerinin grevi Cumhurbaşkanı tarafından yasaklanmıştır.
600 bin işçiyi ilgilendiren kamu çerçeve protokolü (KÇP) masasına yüzde 90 zam talebiyle oturan Türk-İş ve Hak-İş, ilk 6 ay yüzde 24’e imza atmıştır. İkinci 6 ay ise 50 lira artı yüzde 11’de anlaşmışlardır. TC tarihinin en yüksek enflasyonu yaşanırken bu 50 liranın sadaka bile olamayacağı, olsa olsa işçilerle dalga geçmek olduğu bir gerçektir. Yıllık bazda ücret artışı orta vadeli programın (OVP) hedefleri doğrultusunda yüzde 30’da sınırlı kalmıştır. Taslaktaki talepten yüzde 66 taviz verilmesi sonrası kamudaki ortalama işçi ücretleri yoksulluk sınırının yarısında kalmıştır. Bu süreçte sendikal bürokrasi tarafından talepleri bastırılan, grevleri iptal edilen kamu işçileri tepkilerini “Aylarca oyaladılar, grevse grev eylemse eylem dediler ama şimdi önümüze kazanım diye çıkıyorlar. Hükümet de sendikacılar da bizimle dalga geçiyor. İşin başına biz geçmediğimiz sürece hiçbir şeyin değişmeyeceği açık” diyerek dile getirmişlerdir.
Bu süreçte Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticileri iş yerlerinde işçilere “bildirimde” bulunmak adı altında rıza inşası yapmışlardır. Hükümetin son teklifini aktaran sendika yöneticileri, sık sık hükümetin daha fazla vermemekte kararlı olduğunu ama yine de “greve gitmekle ilgili son kararı işçilerin vereceğini” tekrarlamışlardır.
Evrensel’in aktardığına göre Harb-İş üyesi bir işçi bu duruma “Bu sendikacılar bizi yine yarı yolda bıraktı. Önümüzdeki dönem çok zor geçecek. Bu sözleşmenin bir karşılığı yok. Ele toplu para geçecek, bu gözümüzü boyamasın. Ücretlerde üç beş kuruş artış yapıldı sadece. İki üç aya kalmaz yine geçinemiyoruz sesleri yükselecek” diyerek tepkisini dile getirmiştir.
Neo-liberalizmin en etkili taktiklerinden birisi olan “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” politikası AKP’nin ustalık döneminin en başarılı politikasıdır. Bu politikanın bir parçası olarak işbirlikçi sendika ağaları eliyle rıza inşası yapılırken işçilerin mücadeleye ve örgütlenmeye olan inançları da gaspedilmektedir. Ekonomik taleplerin çevresine sıkıştırılarak ekonomik taleplerin bile elde edilmesini engelleyen bu “sınıf politikası”, işçileri dünyayı yaratan ellerine yabancılaştırmaktadır.
Yanan ormanlar, elektrik şirketlerinin kâr marjı, madencilik ve imara açılan zeytinlikler
Madencilik ve enerji şirketlerinin önünü açan, birçok konuda yıkım getirecek olan yasa maddeleri geçtiğimiz Temmuz ayında torbalanarak geçirilmiştir. Başta köylüler olmak üzere toprağına, suyuna, havasına sahip çıkmak isteyen kitleler buna “işgal yasası” demektedirler. Ama tehlikenin boyutu karşısında “işgal” sözcüğü hafif kalmaktadır. Türkiye ve T.Kürdistanı coğrafyası sermayenin geri dönülmez tahribatına açılmıştır. 18 Temmuz 2025 tarihli Dünya gazetesinde yer alan “İliç’te ekonomik sorun… ‘Tüm tedbirler alınsın, maden üretime geçsin’ çağrısı” başlıklı haberde şöyle denilmektedir: “Erzincan İliç’teki Çöpler Altın Madeninin kapalı kalmasının bölge esnafından ihracata kadar birçok alanı etkilediği iddia ediliyor. Sektör temsilcileri, çevre ve iş güvenliği tedbirlerinin tamamlandığını belirterek, üretimin güvenli şekilde yeniden başlaması çağrısında bulundu.”
İliç’te yaşananlar kamera kayıtlarına yansımış olmasına rağmen şimdi burjuva partiler dört bir yandan yeniden “Liç yığını akmasına karşı tedbirler alınsın maden faaliyete geçsin. Bölgede esnaf işsiz kaldı” gibi manipülasyonlara başvurmaktadır. Oysa bölgede ve benzer maden facialarında liç yığını akması dışında birçok yıkım söz konusudur. İşsizlikten dem vurarak bölge halkını bir kez daha kandırmaya çalışanlar, “Yıllardır hayvancılık yapıyorduk. Artık meramız kalmadı. Bize meramızı geri verebilir misiniz?” diyen köylüyü elbette duymaktadırlar. Ancak esas olan peşkeş çektikleri araziden kendi ceplerine ne kadar akacağıdır.
AKP iktidarı İliç katliamının tek sorumlusu değildir. Bugün demokrasi süvarisi kesilmiş olan Özgür Özel önderliğindeki CHP ve diğer burjuva partileri de bu katliamın sorumlusudur. Zira CHP Erzincan Milletvekili Mustafa Sarıgül de geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı açıklamada, “İliç’te üretimin yeniden başlaması için çevre ve insan sağlığına dair tüm önlemler alınmalı. Kapalı liç yönteminin yüzde 99 oranında güvenli olduğu belirtiliyor. Tüm tedbirler sağlandıktan sonra üretim artsın ve emekçinin hakkı verilsin” demiştir. Oysa kapalı liç yöntemi dediği şey tamamen kandırmacadan ibarettir. Bu yöntemin uygulandığı yerlerdeki ekolojik katliam başka bir yazının konusudur.
Maden şirketlerinin önünü açan yeni torba ile zeytinliklerin de nasıl katledileceği aşikardır. “Ağaçların taşınması” söylemi sadece bir kandırmacadır. Zira mevcut ağaçların kaçı taşınacak, taşınanların kaçı yaşayacak, yaşayacak olanların kaçı eski veriminde olacak, bütün bu süreçte küçük üretici ne yaşayacak? Bütün bunlar hiçbir burjuva partinin gerçek anlamda gündeminde değildir.
Yine geçtiğimiz günlerde yaşanan orman yangınlarında 10 işçi göz göre göre yanarak ölmüştür. Burjuva partiler, onların tekeline girmiş olan meslek odaları ve sendikalar ise “ölenlere allahtan rahmet ve yakınlarına başsağlığı” dilediler. Yangınların nasıl çıktığı bir muamma gibi sunulsa da halka pikniği yasaklayan devlet, elektrik şirketlerinin bakım çalışmalarını denetlememesinden bahsetmemektedir. Sabah programları, ana haber bültenleri yangınların magazin boyutu ile uğraşırken elektrik şirketlerinin yapmadıkları bakım çalışmalarından yılda ne kadar kâr ettikleri, devletin neden yangın söndürme uçağı yapmak yerine savaş uçağı yaptığı, satılan mevcut yangın söndürme uçaklarından elde edilen geliri ve bu gelirin nereye gittiği özenle gizlenmektedir. Yangınların nedenlerini, ormanlarla birlikte yanan milyonlarca hayvanın yaşam hakkını ve bu yangınlarda yaşanan iş cinayetlerinin hesabını sormak için ortak eylem planlarını düşünmek ve harekete geçmek ise kitlelerin görevidir. Çünkü burjuvazinin işçilere, köylülere, dağa, taşa, toprağa, suya talan ve ölümden başka vereceği bir şey yoktur.
Kadın işçilere, ölümden beter koşullar
İşçi sınıfının emeğinin sömürüsü cinsiyetlendirilmiştir. Kadın emeği hem erkek emeğinden daha ucuz hem de kadın işçilerin uğradıkları sömürünün izleri daha kalıcıdır. Yeniden üretim emeğinin ücretsiz ve güvencesiz oluşu bunun elbette en önemli nedenlerindendir.
Hem kamuda hem de özel sektörde çalışan kadın işçiler, yeniden üretim emeğinden “doğal olarak sorumlu” görüldükleri için ev içindeki mesaileri işten sayılmamaktadır. Yeniden üretim emeğinin kolektifleştirilmemesi sonucu kadın işçiler sürekli evi, çocukları, yemeği, bulaşığı, çamaşırı düşünmek zorundadırlar. “Aile on yılı”nın üzerini örttüğü bir başka gerçek de kadın işçilerin hangi sektörde çalışırsa çalışsın, ne kadar maaş alırsa alsın yaşadıkları bu çifte sömürüdür. En “solcu”sunun dahi bunu “ev içinde sorumluluk almayan erkekler”in omuzlarına yüklemeye çalıştığı bir durum söz konusudur. Oysa bu durum ataerkil sistemin kadınların omuzlarına yüklediği yükün kendisidir. Ev içinde yaşayan erkeklerin yeniden üretim emeği konusunda sorumluluk alması elbette kadınların yükünü hafifletecektir. Ancak yukarda da dediğimiz gibi sorun, ataerkil sistemin kadınlara biçtiği rol ve yüklediği görevlerle ilgilidir.
Kadın işçilerin karşılaştıkları en önemli sorunlardan bir diğeri ise iş yerlerinde uğradıkları şiddetin küfür ve hakaret boyutuna varması ve sürekli işlerini kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalmalarıdır. Dersim’de bulunan Peri Tekstil’de işten atılan 15 kadın işçi, tekstilde kadınların uğradığı cinsiyetçi ayrımcılıkları, Türkiye’de tekstilde yaşanan krizin kadın işçiler üzerindeki baskısını, istihdam kısıtlılığının kadınlara yansımasını ve mobbinge itiraz eden işçilerin işsizlikte “terbiye” edilmesi gibi pek çok yapısal sorunun somut örneklerinden birisidir. Peri Tekstil işçilerinin talepleri adeta 150 öncesini hatırlatmaktadır; “Atılan işçiler geri alınsın! Baskı, mobbing ve hakaret son bulsun! Yıllık izin hakkı başta olmak üzere, gasp edilen bütün haklarımız verilsin!” şeklinde sıralanan bu talepler, söz konusu kadınlar olduğunda patronun ve ustabaşıların nasıl rahatça hareket edebildiklerini göstermektedir.
Gece vardiyaları, kadın sağlığını olumsuz etkileyen, kadın işçilerin ömründen çalan bir uygulamadır. Birkaç istisna hariç, ne yıpranma payı olarak görülmekte ne de ileride yaşatacağı sağlık sorunlarından sorumlu tutulmaktadır. Kadınlar işlerini kaybetme korkusuyla bu uygulamalara ses çıkarmazken, patron ve devlet, bu konudaki hak ihlallerini, kadının rızasıyla yaşanıyormuş gibi göstermektedir.
Gece vardiyasında çalışmanın özellikle kadınlar açısından sağlık sorunlarına yol açtığı, yüksek oranda tip2 diyabet, kalp krizi ve kanser riskini artırdığı kanıtlanmıştır. İngiltere’nin Surrey kentindeki Uyku Araştırma Merkezi’nde yapılan bir çalışma, gece vardiyasının insan vücudunda moleküler düzeyde değişikliğe sebep olduğunu ortaya çıkarmıştır. İnsan bedeninin gece uyumaya, gündüz etkin olmaya ayarlı olduğunu söyleyen bilim insanları, uyanık kalmak yüzünden meydana gelen hasarın oranı ve hızının şaşırtıcı bir biçimde şiddetli olduğunu saptamışlardır. Gece vardiyası pek çok hastalığa ve kanser gelişimine neden olmaktadır. Elbette gece vardiyasında çalışan kadınların sorunları bunlarla bitmemektedir. Gece vardiyası ısrarlı takip, sözlü ve fiziksel taciz gibi direkt olarak kadınları hedef alan cinsiyetçi saldırıların da en sık yaşandığı vardiyalardır. Bu vardiyalarda çoğu zaman denetimler yapılmamakta ve kaçak çalıştırma, gece vardiyasının ücretinin gündüz vardiyası ile neredeyse aynı olması, ek ücretin bordroya yansıtılmaması gibi birçok başka sömürü biçimine de açıktır.
8. Dönem Toplu Sözleşme görüşmeleri öncesinde KESK’li kadınlar bir basın toplantısı düzenleyerek “kadın temsilinin sağlandığı demokratik bir çalışma yaşamı, grevli toplu sözleşme istiyoruz” taleplerini dile getirmişlerdir. Grevli toplu sözleşme hakkı olmayan kamu emekçileri, taleplerini hayata geçirmekte büyük zorluk yaşamaktadırlar. Kamu hizmetlerinin durmasının yaratacağı etki, emekçilerin gücünü gösterebilirken; grev hakkının yokluğu bu gücü görünmez kılmaktadır. KESK’li kadınların kreş talebi ve bakım emeğinin paylaşımı, emzirme ve doğum dışında çocuk bakımı her iki ebeveyn için de izin gündemde olması, regl izni gibi talepleri çok dar bir kesimde kalmaktadır. Oysa kadın işçilerin yaşadıkları sorunlar göstermektedir ki, kadınların örgütlenmesi özgün politikaları gerektirmektedir. Bugün gelinen aşamada sendikaların ve meslek odalarının 8 Mart’ı kutlamaları, 25 Kasım’da bir afiş paylaşmaları vs. kazanım sayılsa da kadınların ataerkiyle gündelik hayatın her yerinde karşılaştıkları ve uğradıkları sömürünün katmerli olduğu gerçeği açıkça bilinmektedir. Türkiye işçi sınıfı içerisinde her ay daha da gerileyen genel sendikalaşma oranında kadınların çok daha hızlı biçimde örgütsüz kalmasının nedenleri de burada yatmaktadır. Kadınİşçi’de yayımlanan bir tabloya göre üç büyük konfederasyonda kadınların örgütlülük sayısı erkek işçilerin örgütlülüğünün yarısını bile bulmamaktadır.
Kadınİşçi’den Necla Akgökçe’nin cümleleriyle bu tablonun gösterdikleri “Görüldüğü üzere en temel ve en genel geçer işçi hakları konusunda bir araya gelemeyen konfederasyonlar cinsiyetçilik konusunda anlaşmış gibiler. Sendikaların hiçbiri kadınları yeteri kadar örgütleyemiyor. Kadınların sendikalaşma oranının düşük olmasının elbette onların daha küçük, daha düzensiz ve daha güvencesiz işyerlerinde ve işlerde çalışmalarıyla alakası var” şeklinde özetlenebilir.
Oysa işçi sınıfının 200 yılı aşan tecrübesi göstermektedir ki, özgün politikalar yaratılmadığı sürece erkeklerden farklı çıkarlara sahip olan grupların örgütlenmesi mümkün değildir. Kapitalizmin Türkiye’deki gelişimi toplumsal yapıyı büyük oranda değiştirmiştir. Bu değişime uygun toplumsal cinsiyet temelli politikalar üretmek gerekmektedir.
LGBTİ+lara çalışmak bile yasak!
“Aile on yılı” politikalarının bir numaralı hedefi LGBTİ’lar toplumun büyük bir kesimi tarafından henüz daha “dar” ya da “marjinal” bir grup sanılmaktadır. Oysa LGBTİ+ nüfusu toplumun hatırı sayılır bir kesimini oluşturmakta ancak bunların çok büyük bir çoğunluğu hayatı boyunca açılamamaktadır. LGBTİ+lara yönelik saldırılar, hedef göstermeler özellikle son süreçte daha da artmış ve kendini ifade etmek imkansız hale getirilmiştir. Kürsülerde, fetvalarda, medyada LGBTİ+lara yönelik nefret söylemleri daha da yaygınlaşmıştır. Özel olarak çalışma yaşamında yaygınlaştırılmaya başlanan güvencesiz çalışma, LGBTİ+lar açısından halihazırda bir norm halini almıştır.
Kaos GL Derneği, 14 yıldır özel sektörde ve kamuda çalışan LGBTİ+ların çalışma koşullarına ilişkin araştırmalar yapmaktadır. 2024 yılındaki araştırmanın verileri ise hem kamuda hem de özel sektörde LGBTİ+ların yaşadıkları ayrımcılık ve emek sömürüsü gözler önüne sermektedir. Türkiye’de Kamu Çalışanı LGBTİ+ların Durumu 2024 Yılı Araştırması’na göre; iş yerinde cinsiyet kimliği veya cinsel yönelimini açıkça beyan ettiğini belirten katılımcıların oranı yüzde 2.8’dir. Özel sektörde ise bu oran yüzde 22.5’dir. Kamu çalışanı LGBTİ+larla yapılan araştırmaya katılanların yüzde 29.6’sı iş yerlerinde LGBTİ+ çalışanlara yönelik ayrımcı tutum ve uygulamalara tanık olduğunu belirtirken yüzde 59.2’si nefret söylemiyle karşılaştığını ifade etmiştir. Bu oran özel sektörde ise yüzde 30.4’dür. Kamuda ayrımcılığa maruz kalan LGBTİ+lar, işten atılma ya da herhangi bir sonuç alınamayacağı düşüncesiyle hiçbir şikayet mekanizmasına başvurmamıştır. Ayrıca katılımcıların yüzde 23.9’u, ekonomideki durum nedeniyle işini kaybetmekten korktuğunu belirtmiştir. Özel sektörde çalışan LGBTİ+larla yapılan araştırmaya göre ise katılımcıların yüzde 44.2’si işe alım süreçlerinde ayrımcı tutum, davranış ya da uygulama ile karşılaşmadığını ifade ederken yüzde 53.6’sı bu tutumla karşılaşmamalarının sebebini cinsiyet kimliğini, cinsel yönelimini veya cinsiyet özelliklerini gizlemesine ya da bu özelliklerin belirgin olmaması olarak açıklamıştır. Çalıştığı özel kurumda ayrımcılığı önlemeye yönelik etkin kurallar veya kurullar olduğunu ifade eden katılımcıların oranı yüzde 18.4’dür. Bu mekanizmaların olduğu ve işlediği iş yerlerinde LGBTİ+ çalışanlar arasındaki tamamen açık olma oranı ise yüzde 43.2’dir.
Bu araştırmalara elbette Türkiye ve T.Kürdistanı’ndaki LGBTİ+ların çok çok küçük bir kısmının katıldığını belirtmek gerekmektedir. Bununla birlikte seks işçiliği yapan trans kadınların büyük bir kısmı başka hiçbir şekilde iş bulamadıklarından, iş bulsalar dahi kazandıkları paranın hormon terapisi ve cinsiyet uyum süreçlerine asla yetmediğinden seks işçiliği yapmaktadırlar. Türkiye’de doğrudan bir yasak olmasa da seks işçiliğinin daha karanlık yerlerde gerçekleşmesi, hak ihlallerini artırmaktadır. Zorunlu olarak yaptıkları seks işçiliği alanı güvencesiz bir alandır. Lezbiyen ve biseksüel kadınlar, heteroseksüel kadınlar gibi kadınların yoğunluklu çalıştığı alanlarda istihdam edilmektedirler. LGBTİ+ olduğu bilinen işçiler, -çoğunlukla daha görünür olduklarından kaynaklı translar- 15 gün çalıştırılıp sonra bir anda işten çıkartılabilmektedirler. Herhangi bir hak iddia etmeleri ise gün geçtikçe daha da imkansız hale gelmektedir.
Sınıf için, sınıfın içinde, sınıf ile birlikte sistemin dışında
Talan ve katliam politikaları sürerken elbette her kesim kendi durduğu yerden sermayenin saldırılarını hissetmektedir. “Bizim taleplerimiz vardı. Taban ücretler 1800 lira olacaktı, sonra yüzde 50 zam yapılacaktı. Bu taleplerimize ne oldu? Baştan beri eylemse eylem grevse grev dedik ama hiç oralı olmadılar. Yine bizi yoksul bıraktılar” diyen sağlık işçisi bu saldırıları kendi durduğu yerden hissederken; “Çok yorgun oluyorum ve uyuyup kalıyorum. Günlük uykum 5 saat var yok. Kaynanam iyi kötü çocukların önüne bir yemek çıkarıyor ama tam olarak güvenemiyorum. Gece çalışmak beni çok yordu. Sürekli aklım karışık. Bir şey yapacaktım ama neydi diye dolaşıyorum. Çocuklara tahammülüm azaldı. Serviste uyukluyorum. Adet kanamalarım düzensiz. Erken menopoz dedi doktor. Sonra ahbap yüzü görmez oldum. Bir de o balıkların kokusu sanki hiç çıkmıyor üzerimden” diyen Karanfil Hanım ise kendi durduğu yerden yaşamaktadır.
Sermayenin ideolojisi, yeni medya araçları ile her eve girip bu işçileri çaresiz hissettirmekte ve sınıf bilincinden yoksun yaşatmaktadır. Elbette işçilerin bu gündelik talepleri etrafında örgütlenmeleri mücadele okulunun birinci sınıfıdır. Ancak buralarda uğruna savaştıkları en insani taleplerini bile kazanamamaları işçilerde yılgınlık ve yorgunluğa sebep oluyorsa bu dünyayı yaratan ellerine yabancılaşmış olmalarından kaynaklanmaktadır. Sınıf bilincinin yeniden inşa edilmesi için illa bıçağın kemiğe dayanmasına ise gerek yoktur. Basın açıklamaları ve pankart asmalar ile sermaye bertaraf edilemeyeceği gibi sınıf bilinci de inşa edilemez. Bu nedenle işçilerin mevcut taleplerinden çok daha fazlasına muktedir olduklarını görmelerini sağlayacak dünya görüşüyle buluşmaları için daha fazla çaba sarfedilmelidir. Holding hissedarlarının ve Muzaffer Subaşı gibi işbirlikçi sendika ağalarının refah içerisinde ölmeleri işçilerin adaletin inşa edilebileceğine olan inançlarını zedelemektedir. Öyleyse Çalık Holding hissedarlarından da Ergün Atalay’dan da Türkiye işçi sınıfı adına hesap sormak da bu örgütlenme çalışmasının bir parçasıdır. Bu da ancak sınıf için, sınıfın içinde, sınıf ile birlikte sistemin dışında örgütlenerek mümkündür.