Heteroseksizme Karşı Mücadele Oportünizmle Mücadeledir!
LGBTİ+ların devrimci mücadele saflarında örgütlenmesinin araçları oluşturulmak zorundadır.
28 Ağustos 2024
Heteroseksizm ve ataerki ile mücadele söz konusu olduğunda gözler çoğunlukla şiddetin en kaba biçimleriyle mücadeleye dönse de bu iki düşman ideolojinin her çağda ve mekanda farklı biçimlerde ortaya çıktığını unutmamak gerekir.
Özel mülkiyetin ve ataerkinin ortaya çıkışı ile birlikte toplumsal ilişkiler buna uygun şekillendirilmeye başlamış ve devletin ortaya çıkışıyla da bütün bunlar merkezileştirilmeye çalışılmıştır. Heteroseksizm, köleci toplumun farklı coğrafyalarında farklı biçimlerde yaşanırken feodal toplumla birlikte daha merkezi bir hale gelmiştir. Ancak en üst boyuta kapitalizm ile ulaşmıştır.
Kapitalizm en yüksek aşaması olan emperyalizme geçtiğinde sermaye ve meta ihracının süreklileşebilmesi için ataerki ve heteroseksizmi kültürel hegemonyasının en önemli aracı olarak kullanmıştır. Şüphesiz işgalciliğin varlığından bugüne işgalciler işgal ettikleri yerlerde o veya bu biçimiyle kültürel hegemonya sağlamışlardır. Ancak emperyalizm çağında bu durum hat safhaya ulaşmıştır.
Emperyalizmin genel karakteri ile de bağlantılı olarak bu hegemonik ilişki çok kısa bir süre içinde birbirinden kopmaz hale gelir. Ancak bu kültürel hegemonya kendi topraklarında farklı sömürdüğü topraklarda farklı biçimlerde yaşanmaktadır. Yarı-feodal, yarı- sömürge ülkelerde bu anlamıyla oldukça çarpık bir gelişim söz konusudur. Ülkemizde de heteroseksizm tıpkı diğer ideolojiler gibi çarpık bir gelişim sergilemiştir.
Bir tarafta yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisinin kendini varetmek için sürdürdüğü fiziki ve kültürel soykırım devam ederken diğer tarafta Osmanlı Bankası vb. kurumlarıyla bu yeni gelişmekte olan burjuvaziyi kendi kontrolüne almaya çalışan emperyalistler bulunmaktadır. Halk kitleleri bu anlamıyla çifte bir saldırganlık altındadır.
“Halkın yararına” söylemlerle aydınlanmacılık dayatılırken diğer taraftan da yine aynı mekanizmalar tarafından milliyetçilik ve dincilik gibi gerici ideolojiler kışkırtılmaktadır. Bu sürecin en önemli özelliklerinden birisi kadının toplumsal cinsiyet rollerinin pekiştirilmesidir.
Zira Kemalistler için de kadınların bir parti kurup siyaset yapmaları yerine toplumsal, kültürel çalışmalara “yönlendirilmeleri” devletin esas görevlerinden birisidir. Anneliğin sürekli olarak kutsandığı bu süreçte kadın, “kendine yakışır mesleklere” yönlendirilmiştir. Kılık kıyafet yönetmelikleri ile de “başı açılmış” ve muassır medeniyetler seviyesine başı açık, evli ve çocuklu olarak ulaşmıştır.
Lezbiyen ve biseksüel kadınların varlığının esamesi bile okunmaz.
Kadınsa görevi bellidir. Sanayinin gelişimi, modern çiftlik ve fabrikaların artmasıyla kadınlar iş hayatına da katılmaktadır ama ancak evdeki görevlerini yani çocuk doğurma, ücretsiz bakım emeğini ve ucuz iş gücünün üretimini yerine getirmek şartıyla. Bir iki örnek dışında yeni kurulmakta olan faşist Cumhuriyetin kadın yüzü aşağı yukarı böyledir.
Erkeğin efemine hareketlerde bulunması asla kabul edilemez. Bu anlamıyla kadına oranla görece daha serbest olsa da erkeğin de erkeklik görevlerini yerine getirmesi esastır. Askerlik, evinin-eşinin ve çocuklarının- sahibi olması, ülkesini, ailesini ve mahallesini her türlü ahlaksız ve şeytani unsurdan koruması gibi görevleri bulunmaktadır.
Bu anlamıyla yeni kurulan Türk Devleti ataerkiyi ve heteroseksizmi muassır medeniyetler seviyesinde kışkırtmaya devam etmektedir. Türk Ceza Kanunu, Zanerdelli Kanunu olarak da bilinen 1899 İtalyan Ceza Kanunu kendisine model alır. Bu kanunda eşcinsellik bir suç ya da başka herhangi bir biçimde tanınmaz.
“Eşcinselliği bir suç olarak kayda geçmek dahi zararlıdır, ‘bu ağza alınmayacak ahlaksızlıkların (vizi innominabili) isimsiz’ bırakılması gerekir. Bakanlığın komisyon raporu da aynı sonuca ulaşır: ‘Bazı şeylerden ne kadar az bahsedilirse o kadar iyidir.’ Nitekim faşist İtalya’nın ceza yasası 1930 Rocco Kanunu da aynı gerekçeyle Zanardelli’yi takip eder. Bu cinsel rejimde baskı uygulaması genel ahlak gibi soyut gerekçelerle güvenlik polisi ve (toplumsal düzendeki işleyişi yeniden şekillendirilen) kilise ve yerel kontrol birimleri eliyle işler.” (Sinan Birdal, 100. Yılda Lubunyalar)
Sinan Birdal’ın da aktardığı gibi bu tipte bir kanun heteroseksizmin yeni kurulan Türk Devletinin politikalarında nasıl ele alınacağının temellerini oluşturur. Zira uzunca yıllar LGBTİ+ hareketi bu anlamıyla bir tanınma mücadelesi vermiş ve hareketin temel taleplerinden birisi tanınma olmuştur.
Anayasa’nın 10. Maddesine cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ifadelerinin eklenmesi için verilen mücadele bu anlamıyla Cumhuriyet tarihine de ışık tutmuştur. “Lezbiyen mezbiyen, yok öyle bir şey” diyen faşist Erdoğan aslında Kemalistlerden farklı bir şey söylememiştir. Bugün CHP her ne kadar kendi tutumunu farklı gibi göstermeye çalışsa da TC devletinin kurucu partisi olarak köklerine sadık kalmaya devam etmektedir.
Bir iki milletvekilinin tekil olarak bu konuya “duyarlı” olması gerçeği değiştirmemektedir. Ancak özellikle 2015 ile birlikte heteroseksizm farklı bir aşamaya geçmektedir. Bunun elbette tüm dünyada yükselen emperyalist saldırganlık, faşizm ve paylaşım savaşının hazırlıklarıyla doğrudan bir bağı vardır. Bununla birlikte faşist Erdoğan ve AKP’nin girdiği işbirlikleri de bu değişimi dayatmaktadır.
Kendi karakterine uygun olarak ilk günkü liberal söylemlerini bir tarafa bırakan ve zaman içerisinde liberalizmin gerçek yüzünü bir kez daha ispatlayan Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin bu gidişatı niyetlerle ilgili değildir elbette. Türk burjuvazisi içindeki klik savaşında kazandıkları mevzileri güçlendirebilmek için kendi kültürel ve toplumsal değerlerini oturtmaya çalışırken dinci ve milliyetçi gericilikle daha fazla işbirliğine girmek zorundadır.
Bu işbirliklerinin de getirdiği somut sonuçlar bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesinden çıkılmasının ardından 6284 numaralı kanuna da göz dikilmesiyle ortaya çıkan tartışma hala hafızalardadır. AKP’li Özlem Zengin bunu doğru bulmadığını ve kanunun iptaline karşı olduğunu belirttiğinde yaşanan tartışmalarla birlikte sözlerini geri almak zorunda kalmıştı. Son aylarda da sıkça gündeme gelen “Bahçeli, Erdoğan’ı tehdit ediyor” söylemleri böylesi bir iş birliğinin sonucudur.
AKP, MHP ve YRP gibi partilerle girdiği işbirliğinde her zaman alıcı taraf olmadı. Belirli çıkar ilişkilerinin yanında güç kaybetmeye başlamış olması da bu ilişkilere girmesini zorunlu kıldı. Bugün daha da zayıfladığı durumda işbirliği yaptı bu çevrelere daha fazla yakınlaşmak ve onların “bazı ricalarını” yerine getirmek zorunda kalacaktır. Bu demek değildir ki, AKP heteroseksizme karşıdır ya da aslında lubunyaları seviyorlar ama başkaları onları zorluyor.
Tam tersine kendi karakterine uygun işbirliklerine girmiştir. Girdiği işbirlikleri herhangi bir burjuva partisiyle girdiği işbirlikleri değildir. Ancak bu işbirlikleri ile birlikte heteroseksizmin güçlenmesi ve şekil değiştirmesi hızlanmıştır. Eşcinselleri ya da transları herhangi bir şekilde tanımayan, görmezden gelen TC aklı sonunda LGBTİ+ varoluşları kökten reddedecek ve bunu da yasallaştırmaya çalışacak bir boyuta ulaşmıştır.
Bugün mesele birilerinin iddia ettiği gibi “aşırı görünür olmakla” ilgili değildir. Şüphesiz LGBTİ+ hareketi 30 yılda hem nicelik hem de nitelik anlamında büyük bir gelişim göstermiştir. Gezi Direnişi sırasında da ve sonrasında örgütlenen 2013 ve 2014 İstanbul Onur Yürüyüşlerinde de yüz binleri kendi etrafında birleştirmeyi başarmıştır.
Ancak “Erdoğan bunu gördü ve bugün o nedenle LGBTİ+lara saldırıyor” demek hem gerçekçi değildir hem de LGBTİ+ kitleleri “görünür olmazsak hedef de olmayız” algısına yönlendirmektedir. Erdoğan ve şurekası bugün “artan sahipsiz başıboş köpeklerden” korktuğu için sokak hayvanlarına yönelik katliam yasaları çıkarmamaktadır. Bu yasanın amacı kendi çıkarlarıdır.
LGBTİ+lara saldırıların artması da tam olarak bu çıkarlarla ilgilidir. Kitlelerin aklını bulandırmanın yanında toplumda “katli vacip” zihniyetini oturtarak kendi kültürel şekillenişine uygun bir nefret toplumu yaratılmaktadır. LGBTİ+ların görünürlüğü ancak bu nefret politikalarını körüklemek için kullanmaya çalışacakları bir durumdur. Zira 80’lerde lubunyalara yapılan saldırıların görünürlükle hiçbir alakası yoktur.
Tam tersine görünmeyen bir lubunya toplumu varken devlet nefret politikaları amacıyla lubunyaları görünür kılmış ve saldırılarını meşrulaştırmıştır. Komprador burjuvazi için nefret en önemli silahlardan birisidir.
“Böl, parçala, yönet” politikaları TC tarihi boyunca devletin en sık başvurduğu politikadır.
Bu saldırılarla birlikte AKP ve şurekası ile devrimci veya demokratların arasındaki uçurum açılmaktadır. Bu saldırı esasta örgütlü ya da örgütlenme potansiyeli olan kitleleri bölmeye yönelik bir saldırıdır. Heteroseksizm tüm toplumda oldukça güçlü bir ideolojidir. Bu nedenle de LGBTİ+lara yönelik nefret saldırıları örgütlü kitleler içerisinde de bir cevap bulur. Çoğu zaman -hatta neredeyse her zaman- kitleler üzerindeki bu heteroseksist hegemonya LGBTİ+ların kazanılmış haklarının kurban edilmesiyle sonuç bulur.
Bunun için de kendisine “kitlenin hassasiyetleri” vb. kılıflar bulur. Aslında burada kazanan bir “kitle demokrasisi” değil heteroseksizmin kendisidir. Zira HDP’den Dem Parti’ye geçiş sürecinde bunun en somut örneği yaşanmıştır.
Heteroseksizme karşı mücadelede özneleşme, hesaplaşma ve kopuş ile başlar!
Heteroseksizmle mücadele ismi konmamış olsa da LGBTİ+lar için her zaman bir varoluş mücadelesi şeklinde vardı. Ancak genel olarak kitlenin bilinçlendirilmesi ve devrimci mücadelenin parçası haline getirilmesi henüz oldukça yeni bir konudur.
LGBTİ+ hareketi 30 yıldır örgütlü olarak varolduğu Türkiye ve T. Kürdistanı’nda bir dönem diğer örgütlü kesimlerle bir araya gelebilmeyi kendisine hedef olarak koymuş ve bunu da büyük bir oranda başarmıştır. Ancak son süreçte yaşanan gelişmelerin ardından oportünizm hastalığı nedeniyle heteroseksizmin saldırıları güçlü biçimde cevap bulmuş ve bu bir araya geliş büyük oranda darbe almıştır. Heteroseksizme karşı mücadelede özneleşmek devrimciler açısından bugün çok daha elzemdir.
Bunun böyle olmasının iki esas sebebi bulunuyor. Birincisi heteroseksizme karşı mücadelede aşılan ideolojik ve teorik eşik yeni hesaplaşmaları, kopuşları ve yolları dayatıyor. İkincisi ise faşizmin saldırılarının arttığı bu süreçte lubunyalar her şeye rağmen en yaratıcı eylem biçimleriyle sokakları terketmeyen bir irade sergilediler. Yüz binlerden oluşan yürüyüşler bugün ancak onlarca kişi ile birlikte yapılabiliyor. Çay içmek dahi yasaklanıyor.
Bununla birlikte devrimcilerin tutumu ancak “dayanışma” boyutunda kalıyor. Faşizmin her yükseldiği süreçte heteroseksizme bu kadar sarılmasında bir keramet olmalı. Bu keramet heteroseksizme karşı mücadelenin devrim ve demokrasi mücadelesinin esas taşlarından birisinin olmasının sebebidir.
Bu mücadele tek başına LGBTİ+lara “gelin bizde örgütlenin, sonra ne yapacağımıza birlikte karar verelim” gibi liberal bir yaklaşıma bırakılamaz. Özne yerine karar vermemek adına bu eşitsiz koşullarda kitlelerin kendiliğinden örgütlenerek bir de örgüt içerisinde mücadele vermesini beklemek ne kadar gerçekçidir?
LGBTİ+ların devrimci mücadele saflarında örgütlenmesinin araçları oluşturulmak zorundadır. Ajitasyon ve propaganda faaliyetleri dışında örgüt mekanizmaları içinde ve programlar düzeyinde lubunyaların örgütlenmesi için adımların atılması ve heteroseksizme karşı kültür devrimlerinin yeni demokratik devrimin programında yer alması bir zorunluluktur.