Bu soru Diyarbakır’da soruldu. Bir anneye, sabaha karşı ansızın evi basılırken soruldu. Ev, özel harekat polislerinin işgalinde ve oğlunun gözünün önünde, hakarete uğrayıp, darp edilip ve yere yatırılıp ters kelepçe takılırken… Annenin o an ne dediğini, verdiği yanıtı bilmiyoruz. Muhtemelen o esnada, gördüklerini, yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışıyor ve evladına ne yapılacağının merakı içinde onu korumanın telaşını yaşıyordur… Soruyu soran bir yetkili, “Emniyet” yetkilisi ve silahlı… Soruyu kibarca, anneden yanıt bekler halde sormadığı muhakkak. Yanıtlansın diye değil sanki orada kalsın, evin içinde sürekli bir uğultu, çınlama olarak dursun diye sorulmuş.
Bu yetkilinin “oğlunuz neden başka bir meslek dalında uzmanlaşmayı tercih etmedi de bu alana yöneldi?” ya da “Oğlunuzu bu mesleğe neden yönlendirdiniz, onun gazeteci olmasını siz mi istediniz, basın sizin için bu kadar önemli mi?” şeklinde entelektüel bir merakla meseleye yaklaşmadığı aşikar. Nereden mi biliyorum? İlki bu sorunun sorulduğu atmosferden. İkinci olarak, aynı anda, eş zamanlı olarak diğer yapılanlardan. 25 Aralık’ı 26’sına bağlayan gece İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararıyla İstanbul’da Birgün gazetesi çalışanı Mahir Kanaat, Diken yazarı Tunca Öğreten, DİHABER muhabiri Metin Yoksü, Gazete Yolculuk İmtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü Eray Sargın, Ankara’da ETHA sorumlu Müdürü Derya Okatan gözaltına alındı. Söz konusu gözaltılar sırasında ve sonrasında polislerin gazetecilere yönelik tutumu Diyarbakır’dan alınan DİHA haber müdürü Ömer Çelik’e yapılandan farklı değildi.
Kabul etmek gerekir ki, gözaltılar konu olduğunda, “güvenlik” güçleri son derece hassas ve özenli hareket ediyor. Ciddi derece farklılıkları olsa da, gözaltına alınan gazetecilere yönelik bir standart ve oturmuşluktan söz edilebilir. Sabaha karşı savaşa gider gibi yapılan baskın, dehşet yaratmak adına olabildiğince gürültü, kötü muamele, darp, ters kelepçe… Oysa bu kişiler ifadeye çağrılıp savcı ya da hakimin karşısına kolayca çıkarılabilirdi. Ama öyle olsaydı, başarılı bir operasyon kamuoyunun vicdanında hak ettiği karşılığı bulmaktan çok, mesaj layıkınca adresine ulaşamayacaktı.
Gazetecilerin, “RedHack isimli hacker grubunun gayri yasal bazı faaliyetlerinin sosyal medyada propagandasını yaptıkları ve algı yönettikleri” iddia ediliyordu. Türkçe mealen, RedHack ile ilgili, onun açıkladığı belge ve bilgileri haberleştirmekten yargılanıyorlar/yargılanacaklar. Hatırlanacağı üzere, yakın zamanda Berat Albayrak’ın kimi icraatlarının hiç de masum olmadığı ortaya çıkmış, bu durum da siyasi iktidarın hoşuna gitmemişti. Ömer Çelik’in annesine sorulan sorunun nedeni hakkında artık “az da olsa” bir fikir sahibiyiz. Ancak objektifimizi bu soruya odaklayıp biraz daha derine inmekte fayda var.
“Karabulutlar..!”
Karşımıza çıkan resmin iç açıcı olmadığı bir gerçek. Basının, aydının, yazar ve gazetecilerin tepesinde karabulutlar dolaşıyor şu sıralar. Aslında bu durum yeni değil ancak 15 Temmuz’dan sonra bulutların doğal olarak havanın hızlıca bozulduğu, kar ve tipiye çevirdiği, gök gürlemelerinin eksik olmadığı hepimizin malumu! Bu felaketlerin, ana akım olarak tabir edilen, iktidarın borazanı medyaya mensup olmayanların; sosyalist, yurtsever ve daha geniş yelpazede muhalif basının başına musallat olduğu da…
Cumhuriyet gazetesi yazarı Aydın Engin’in ölümle tehdit edildiği, Cumhuriyet kantin işletmecisi Şenol Buran’ın “Erdoğan’a çay vermem…” dediği için tutuklandığı günlerden geçiyoruz. Birgün gazetesi yazarı Seray Şahiner’in başına gelenler ise ifade özgürlüğünün durumunu özetler nitelikte. Bir yazısında Bilal Erdoğan’a “üstün zekalı” ifadesi kullanan Şahiner’in Bursa’da kaldığı otelin odası erkek polislerce basılarak didik didik arandı. Senaryo ekibinde yer aldığı diziden, ATV’deki işinden kovuldu. Baskı, gözaltı ve tutuklamaların rutine dönüştüğü sosyalist ve yurtsever basının yaşadıkları ise ayrı bir tez konusu. Onlarca çalışanı, yazı işleri müdürleri tutuklanan DİHA, yazı işleri müdürü Aslı Ceren Aslan’a 2 yıl 6 ay ceza verilen Özgür Gelecek; kapatılan özgür radyo, İMC, Hayat TV vd, vd… listeyi uzatmak mümkün ve de çok kolay!
İçişleri Bakanlığı’nın basına yansıyan açıklamalarına göre 6 ayda sosyal medyada işlenen suçlarla ilgili 3 bin 710 kişi hakkında işlem yapıldı. 1656 kişi tutuklandı. 10 bin kişi hakkında da soruşturma ve adli süreçler devam ediyor. Bu rakamları, son 6 ay içinde kapatılan 18 TV, 23 radyo, 3 haber ajansı, 45 gazete, 115 dergi ile işten çıkarılan 25000 gazeteciyle birlikte düşününce tablo daha da ağırlaşıyor.
Hakaret, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek, algı yaratmak, örgüt propagandası yapmak vb. kavramların içeriği, gelinen aşamada olabildiğince geniş bir şekilde yorumlanmakta ve bunun üzerinden adli ve hukuki işlemler yapılabilmektedir. Suriye’deki gelişmeler, başkanlık tartışmaları, nedense hep aynı şirketlere verilen ihaleler vb. konularda konuşurken iyice düşünmemiz salık verilmektedir. Zira, gizli mesaj dışarısı ile içerisi arasındaki mesafenin bir tüy kadar olduğudur. Hüsnü Mahalli örneğinde olduğu gibi, başbakan tarafından “sizi yurtdışında tedavi ettirelim” tekliflerine muhatap olup birkaç ay sonra hem de savunduğunuz görüşler neredeyse iktidarın resmi politikası olarak kabul edilirken soluğu hapishanede alabilirsiniz!
“Abdülhamit yasakları!”
Siyasi erkin, Osmanlı’dan günümüze, hazmetmediği, bir türlü barışamadığı kavramlardır, ifade ve basın özgürlüğü! Demokrasinin serilip büyüyeceği, gelişeceği ekonomik altyapı yoksunluğu kendi siyasi erklerin, ifade-basın özgürlüğüne duyduğu düşmanlıkta dışa vurmaktadır. Bu bakımdan istikrarlı bir çizgiden, gelenekten söz edilebilir. Yaşadıklarımıza benzer dönemleri geçmişte arayıp bulmak zor değil.
Sözgelimi, 34. Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamit (1842-1918) bu alandaki zengin deneyimleri ile bize “ışık” tutuyor. Bilindiği üzere 2. Abdülhamit tahta çıktıktan sonra 23 Aralık 1876’da Osmanlı’nın ilk anayasası olan “Kanun-i Esasi”yi ilan ederek 19 Mart 1877’de “Meclis-i Mebusan”ı topladı. “Kanun-i Esasi’nin” 12. Maddesi, basına “kanun dairesinde” özgürlük tanıyordu. Yazarlar ise bu “sınırlı özgürlüğü” kabul etmiyordu. Dönemin karikatüristlerinden Thedor Kasapı “Hayal” isimli mizah dergisinde bu durumu elleri ayakları zincirle bağlı Karagöz’e Hacivat, “Nedir bu hal?” diye soruyor ve “Kanun dairesinde serbesti!” yanıtını alıyordu. Sultan, anayasayı aşağıladığı gerekçesiyle Theodor Kasap’ı 3 yıl hapse attırdı.
Tahta çıkışının üzerinden geçen kısa sürede aydın ve yazarların evlerine baskınlar, sürgünler adliye-i vakadan olmuştu. Buna sansürün eşlik ettiğini ise söylemeye gerek yok herhalde. Örnek vermek gerekirse yasaklanan sözcükler arasında “büyük burun” başta geliyordu. İddia o ki, Sultanın büyük bir burnu vardı. “Tahtı kurun” şeklinde anlaşılabileceği için “tahta kurusu”, “hal (sultanın tahttan indirilmesi)”, “dinamik-dinamit”, “Müsavat (eşitlik), istibdat, suikast” de yasaktı. Kendisinden önce tahttan indirilen 5. Murat’ı çağrıştırdığı için “Murat ve Muradiye” sözcükleri de “rağbet” görmüyordu. Bursa’daki Muradiye Camisi’nin adı “Cami-i Şerif” yapılmıştı. Yıldız Sarayı’nın adındaki yıldızdan dolayı bu sözcük yasaktı.
Dr. Beşir Ömer Paşa, “Servet-i Fünun” dergisindeki bir yazısında “su” konusunu işlemek istemiş ve “bir adamın çeşme başında dua ettiğini” yazmıştı. Ancak sansür heyeti, “Duanın Müslümanlar açısından kutsal olduğu, bu yazıdan işimiz duaya kaldı anlamı çıktığı için” yasaklamıştı. Hatta durum o kadar abartılı bir hal almıştı ki, devletin resmi gazetesi olan “Takvim-i Vakayi” bile bir dizgi hatasından dolayı 1879’dan itibaren 12 yıl boyunca kapalı kaldı. Aradan geçen yüzyılı aşkın sürede bu konularda, basın özgürlüğü anlamında bir mesafe alındığı doğruysa da bunun bir arpa boyu kadar olduğuna şüphe yok!
“Özgür basın olmasaydı…”
Sorunun nedenini çözmek üzere başlattığımız tartışmada tersten bir akıl yürütmede bulunmak bize yardımcı olabilir. Birkaç örnekle aktardığımız duyarlı, demokrat, ilerici, sosyalist, yurtsever ve daha geniş bir ölçekle muhalif basın olmasaydı, yaşadığımız coğrafyanın, insanlarının, ideolojik-politik, ekonomik ve kültürel dünyası da bambaşka bir mecrada akıyor olacaktı! Söz gelimi 28 Aralık 2011’de Şırnak’ın Uludere İlçesi Roboski köyünde yaşanan bombardımanda 19’u çocuk 34 kişinin yaşamını yitirdiği, sonrasında “kaza” olduğu açıklanan katliam, birkaç satırla geçiştirilecek sıradan bir gelişme olacaktı.
Kasım 2016’da, kız çocuklarının kendisine tecavüz eden adamlarla evlendirilmesine yönelik düzenleme kimse tarafından duyulmayacak, sessiz sedasız yasalaşacak ve on binlerce, yüz binlerce kız çocuğu için hayat bir cehenneme dönecekti. Soma’da yüzlerce maden işçisinin hayatını kaybettiği iş cinayeti katliamı “takdir-i ilahi”, “işin fıtratı” denilerek örtbas edilecek, unutturulacaktı.
Türkiye ekonomisinin sanayi üretiminde 29 yılın en kötü noktasında olduğunu, asgari ücrete sıfır zam yapılmak istendiğini, hazırlanan bütçede eğitim ve sağlığa ayrılan payın savaşa ayrılan pay karşısında giderek eridiğini belki öğrenemeyecektik. Kamu emekçilerinin yaşadıkları hak gaspları ve mücadelesini, TEKEL örneğinde açığa çıkan işçi sınıfının adeta bir kasırgaya dönüşen direnişi, gazete sayfalarına küçük fontlarla aktarılacaktı.
Artvin Cerattepe’de, Kazdağları’nda, Mersin Akkuyu’da, doğa ve çevre kıyımları ve buna karşı gelişen direniş, kendi sesinde boğulacaktı. Kotalarla tohumda oynanan oyunları her gün toprağından biraz daha uzaklaştırılan köylünün çığlığı gökyüzünde yok olup gidecekti. Veyahut beş yıldır Suriye’de yaşanan çatışmaların nedeni, seyri sonuçlarına dair bilgisizlik sınırları penguen medyası tarafından çizilecekti. El Bab’ta IŞİD’in iki askeri yaktığına dair görüntülerin yarattığı sarsıntı bile basının önemini yeterince anlatıyor.
Kuşkusuz, özgür basın söz konusu başlıklarda sorunu çözmek, doğrudan müdahale etmek ve buna dair olası bir süreci yönetmekle mükellef değildir. Basın -ki özgür olanı- perde arkasını, görünmeyeni, söylenmeyeni, halkın yararına olanı analiz etme, halkın haber alma hakkını savunma ve ona kendi meşrebince çözümü göstermekle görevlidir. Ötesi, siyasi öznelerin işidir. Özgür basın, emekçilere, halka, umudun ve geleceğin dilinden seslenir. Karanlığa bir mum yakar!
Evet, tam da yalnızca bir kısmını açtığımız, açabildiğimiz, çoğaltılabilecek sayısız nedenden dolayı, sosyalist, ilerici ve yurtsever basın özgürlük ve demokrasi mücadelesinin önemli bir parçası ve gücüdür! Başa, tartışmanın başladığı yere, Diyarbakır’a ve soruya dönersek “Oğlunu neden gazeteci yaptın?” bu çerçevede anlam kazanıyor. Annenin sorana ve soruya okkalı bir yanıt verdiğine şüphe yok.
Özgür Gelecek Gazetesi tutuklu çalışanı Toğay Okay
Kaynak: www.ozgurgelecek1.net