Faşist dalga ülke boyunu aşarken denizin romantikliğini seyreden “şaşkın” olmaktan kurtulalım, zor’u “yol üzerinde” karşılayalım!

Bir süredir gündemde olan ve ayak sesleri bile egemenleri tedirgin etmeye yeten metal işçilerinin grevine tahammül edemeyen AKP, daha ilk gününden “grevi erteleme” kararı aldıklarını duyurdu. Normal şartlarda Bakanlar Kurulu tarafından alınabilecek bir karar olan “grev erteleme” kararı toplanmayan bir Bakanlar Kurulu tarafından aynı gün verilebildi. Ve Resmi Gazete’de yayımlandı. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın grevleri “milli güvenliği bozucu nitelikte” görüldüğü için yasaklandı!

Yeri gelmişken, AKP’nin iktidar olduğu süreçte 10. grev erteleme kararı verdiği metal grevi gündemdeyken, “grev erteleme nedir”, onu biraz incelemek yerinde olacaktır. Çünkü her ne kadar tabirin içinde “erteleme” geçse de, bu kararın “yasaklama” olduğu, devlet tarafından ismi manipüle edilerek servis edildiği, 1983 yılından bu yana uygulanan “grev erteleme” kavramının hileli bir kavram olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Tek partili CHP ve sonrasında Demok-rat Parti döneminde grev yasak kapsamındaydı ve işçilerin grev yapması ağır cezalarla cevaplanıyordu patronun korumalığını üstlenen devlet tarafından. İşçilerin “grev hakkı olduğu” yasal anlamda 27 Mayıs sonrasında 1961 Anayasası’nda belirtilmiş, bu anayasada grev, anayasal bir hak olarak tanınırken lokavt ve “grev erteleme”ye de yer verilmemişti. 1963 yılında çıkarılan 275 sayılı yasada grev ertelemesi Anayasa’ya eklendi. Ancak bu dönemde ertelenen grevlere erteleme süresi sonunda devam edilebiliyordu. Danıştay ise bir hafta içinde yürütmeyi durdurma talebi konusunda karar vermek zorundaydı.

12 Eylül Askeri Faşist Cuntası, grev hakkının bu haline göz koyarak 1982 Anayasası’nda grev hakkı yanında dünyanın hiçbir ülkesinin anayasasında olmayan bir şeye, lokavta yer verdi ve Yüksek Hakem Kurulu’nu oluşturdular. Ki bu kurul grev erteleme ve yasaklama mekanizması olarak işletilen bir kurumdur. Artık patronların lokavtı ve grev erteleme istekleri devlet tarafından anayasal bir hak haline getirilmiş ve güvence altına alınmıştı. Elbette bununla da yetinilmedi ve darbe koşullarında, 1983 yılında 2822 yasa ile grev erteleme mekanizmasının ayrıntıları düzenlendi ve AKP döneminde düzenlenen sendikal yasalar içerisinde dokunulmayan kısımlar olarak bu düzenlemeler sabit kaldı. Özellikle AKP’nin 2012’de hazırladığı 6356 sayılı yeni bir sendikal yasa, değiştirmediği darbe yasalarıyla birleşerek “grev erteleme”yi erteleme görünümlü grev yasağına çevirdi. Buna göre ertelenen grevler 60 günlük sürenin ardından devam ettirilemiyor. Eğer 60 gün içinde Danıştay yürütmeyi durdurma kararı vermezse sendika ya patronla uzlaşmak veya Yüksek Hakem Kurulu’na başvurmak zorunda bırakılıyor. Danıştay’ın AKP dönemindeki tüm grev erteleme örneklerine baktığımızda artık “yürütmeyi durdurma kararı vermediği” ortadayken, “grev erteleme” çok açık bir grev yasağına dönüştürülmüş oluyor.

Ancak Birleşik Metal-İş Sendikası’na bağlı 2 bin 200 metal işçisini ilgilendiren TİS görüşmelerinin olumsuzlukla sonuçlanması üzerine verilen grev kararına sahip çıkan işçiler, yaptıkları toplantıların ardından “grevin ertelenmesi kararını tanımadıklarını” belirterek grevi sürdüreceklerini duyurdular. Anayasayı da, yasaları da, devlet ve patron ablukasını da dağıtacak olan işçilerin kararlılığı ve direnişi olacağı açıktır. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

 

Ekonomik kriz “gerçek dışı ve gülünç” boyutta!

Her ne kadar grev yasakları, patronların emek sömürüsünden elde ettikleri kârı bölüşmemek, işçinin alınterine bir lira daha fazla değer biçmeyerek onu da kendi cebinde tutmak amaçlı devlete yaptırdıkları bir uygulama olsa da, bugün TİS masasında patronların sendikayla anlaşamaya yanaşmamasının bir nedeni de ekonomik krizin ciddi bir şekilde fırtınaya dönüşecek olması olduğu açıktır. Patronlar, bu kriz dönemini kârlarını sabitleştirebilecekleri, köklerini sağlamlaştırabile- cekleri ve fırtınadan en az etkilenecekleri bir süreç olarak değerlendirmek istiyorlar.

Egemenler ne açıklama yaparsa yapsın büyük bir fırtına kapıda ve artık ertelenemez durumda. 2008 sonu krizinin kendisini teğet geçmesiyle övünen AKP, emperyalist-kapitalist sistem tarafından sermaye, yabancı fonlar ve yatırımlarla “geçici park yeri” olarak kullanıldı. Ancak 2013 ortalarından bu yana bu durumda ciddi bir değişiklik yaşanmaya başladı.

Uluslararası sermaye, özellikle ABD’deki büyüme-yüksek faiz sinyalleri ile Türkiye’den o tarafa kaymaya başlayınca AKP’nin epeyce üzerinden yükseldiği ekonomideki sahte tablo tersine dönmeye başladı. Gezi İsyanı, Rojava Devrimi ve Kobâne serhildanları, Kürt kentlerine kuşatma ile Türkiye Kürdistanı’nda başlayan ve ardından tüm ülkeye yayılan OHAL ve Suriye’deki iç savaşta yaşanan gelişmelerle Türkiye’nin ekonomik, politik ve jeopolitik riskleri hızla derinleşmeye başladı. 2016’nın son çeyreği ve 2017’nin içinde bulunduğumuz Ocak ayı içerisinde ise riskler çok keskin bir şekilde kendini gösterdi.

Diğer yandan TÜİK gibi devletin oldukça güvenilmez olan, gerçek rakamları manipüle etmekle meşhur bir kurumunun bile açıkladığı veriler, yaklaşmakta olan fırtınanın en net göstergesi durumundadır. TÜİK’in açıklanan 2016 yılı Ekim ayı İşgücü İstatistiklerine göre Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2016 yılı Ekim döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 500 bin kişi artarak 3 milyon 647 bin kişi oldu. Bu sayının 1 milyona yakınının yüksek öğrenimli işsiz olması üzerinde durulması gereken bir konu… İşsizlik oranı ise 1,3 puanlık artış ile yüzde 11,8 seviyesinde gerçekleşti. Aynı dönemde; tarım dışı işsizlik oranı 1,5 puanlık artış ile yüzde 14,1 olarak belirlendi.

Elbette Türkiye’de yaşananlar bir bütün emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik ve siyasi krizinden bağımsız değildir. Ancak krizlerin “küçük balık” olarak görülen sermaye grupları ve esasta da emekçi dünya halkları için kriz demek; ölüm, savaş, zulüm, faşizm olduğu gerçekliğini de es geçmemek gerekiyor. Keza geçtiğimiz günlerde İsviçre’de gerçekleşen ve Davos Zirvesi olarak bilinen Dünya Ekonomi Forumu’nun (WEF) düzenlediği toplantıda sunulan İngiltere merkezli Oxfam’ın sunduğu rapor, dünya üzerinde artan gelir eşitsizliğini, uçurumu yeniden gözler önüne serdi. Oxfam bile bu raporunu “gerçek dışı ve gülünç” olarak tanımladı ve dünyanın en zengin 8 kişisinin* sermayesinin, yoksulluk içinde yaşayan dünya halklarının mal varlığı ve elinde tuttuğu sermayesinin % 50’sinden daha fazla olduğunu açıkladı.

Karanlık evinde kaybettiğini sokak lambasının altında aramak

Kaosun böylesine derinleştiği, dünyada ve ülkede suların durulmak şöyle dursun yeni ve oldukça çatışmalı, savaş dolu bir sürecin kapıda beklediği bir süreçte yaşananları görmek, tespit etmek tek başına yeterli değildir elbette. Komünistler bu kaosa göre şekillenmeyi, bu süreci kendi çıkarları için fırsata çeviren egemenlerin aksine, kaosu ezilen halklar nezdinde fırsata çevirecek politikalar üretmeyi, bunu hayata geçirmeyi başarmak zorundadır. Politikasızlık, bu faşist dalganın içinde boğulmaya gönüllü olmak anlamına gelmektedir ve değil kendisine komünist diyenin, demokrat tanımlaması yapanın bile bu süreçte böyle bir hakkı yoktur, sürecin kimseye böyle bir hak tanımayacağı da açıktır.

Lübnanlı şair ve düşünür Khalil Gibran, devrim ve demokrasi mücadelesini bir yola benzeterek şunu söyler: “Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil; asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır. Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal… ‘En doğru yol, dikensiz olandır’ diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma…” Yolunu çizemeyen, yolunu şaşıran ve bu süreçte politikasız kalarak farkında olmadan yoluna dinamit döşeyen yolcular bir an önce bu hedefsiz, amaçsız hallerinden kurtulmak ve “karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlık” hallerinden silkinmek zorundadırlar! Buna “aldırmadan” yürüyenler, yol’un zorluklarıyla karşılaşacaktır elbette ama dalga ülke boyunu aşarken denizin romantikliğini seyreden “şaşkın” olmaktan kurtulacak, tarihsel sorumluluğu için “deniz kenarında” değil, “yol üzerinde” karşılayacaktır zorlukları!

 

* 8 kişi Microsoft’un kurucusu Bill Gates, İspanyol giyim firması Zara’nın kurucusu Amanico Ortega, Berkshire Hathaway holdingi sahibi Warren Buffet, Meksikalı telekomünikasyon şirketi sahibi Carlos Slim Helú, Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, ABD’li şirket Oracle’ın patronu Larry Ellison ve Bloomberg’in sahibi Michael Bloomberg olarak açıklandı.