Bizler Mecbur İnsanlarız!
“Devrimci hareketin zayıflamasının, kitlelerden, işçi sınıfından kopmasının önemli bir yerinde, bir hareketin siyaseti çok doğru olsa bile o siyaseti yaşama geçirecek, kitlelere taşıyacak kadrolar olduğu gerçeği hepimizin malumu. Dünya devrim tarihinin önemli bir sorunu olarak ele alındı kadro sorunu. Yani “devrimcileşmiş insan” sorunu.”
29 Nisan 2024
Bu yazıyı yazarken, elbette bir amaçla yazıyor olacağım ancak çok derinlerde hissettiğim sınıf mücadelesinin öznesi olan bizler açısından değişim ihtiyacının neye- kime hizmet ettiğini anlatmak gibi zor ve hassas bir konuyu nasıl daha doğru anlatabilirim kaygısını yoğun olarak yaşadığımı da ifade etmem gerekir.
Devrimci hareketin zayıflamasının, kitlelerden, işçi sınıfından kopmasının önemli bir yerinde, bir hareketin siyaseti çok doğru olsa bile o siyaseti yaşama geçirecek, kitlelere taşıyacak kadrolar olduğu gerçeği hepimizin malumu. Dünya devrim tarihinin önemli bir sorunu olarak ele alındı kadro sorunu. Bugün her zamankinden daha büyük bir sorun ve daha büyük bir ihtiyaç olarak duruyor karşımızda. Yani “devrimcileşmiş insan” sorunu. Yani “sürecin ihtiyaçlarına cevap olabilen, merkezine sınıf mücadelesini ve onun gerekliliklerini alan insan” sorunu.
Devrimci hareketin kadrosal olarak da oldukça daralmış olmasından kaynaklı kadrolar doğal olarak daha fazla sorumluluk ve görev almak zorundadır. O açıdan “kendi yaşamının” birazını değil tamamını, kendi yeteneklerinin ve potansiyelinin altında ya da yakınında değil, en üst düzeyde, zamanının bir kısmını değil tamamını mücadeleye vermek zorundadır.
Osmanlı’nın son döneminde bir bölgede toprak ağalarının köylülere uyguladığı zulme karşı çıkan bir eşkıya, bölgedeki ağaların büyük korkusu, halkın da kahramanı olmuştu. Toprak ağaları, bu eşkıyaya büyük miktarda para teklif ederek, bölgeyi terk etmesi halinde de canının bağışlanacağını söylemişlerdi. Eşkıya, bu teklifi reddetti. Sonradan bu olayı duyan köylüler merakla eşkıyaya neden teklifi ret ettiğini sorduklarında, aldıkları cevap “Mecburum” oldu. Yaşar Kemal bunun üzerine “Mecbur insanlar vardır” diye yazmıştı. Hayatı boyunca da mecbur insanların hikayelerini yazıp durdu.
“Mecbur olmak” gidebilecek başka yerinin ve yapılacak başka şeylerinin olmaması değil, tam da kapitalizmin insana sunduğu “binlerce-milyonlarca seçeneği” geride bırakabilmektir. “Mecbur olmak”, tüm seçenekler içerisinde birini alıp, diğerlerini dışarıda bırakmaktır. O seçenek ki, tüm seçenekler ona tabi olmak zorundadır: Sınıf mücadelesinin denizine atılmak! Mecbur insanı, Rosa Luxemburg’un da ifade ettiği gibi “Özgür insan, başka türlü karar verme imkanı olan insandır” derken özgürlük ile zorunluluk arasında kurduğu diyalektik bağı anlayabiliriz.
Peki biz mecbur bir insan gibi davranıyoruz?
Egemen sınıflar, sadece şiddet ve zor yoluyla kitleler üzerinde tahakküm kurmuyor. Aynı zamanda ve daha fazla kitleler üzerinde kültürel bir hegemonya yaratarak, kendi sistemleri için rıza üreterek yapıyor. Bu açıdan kapitalizmin insan üzerinde yarattığı etkileri ortadan kaldırmak, özellikle emperyalist-kapitalist sistemi yıkma gayesi olan bizler açısından daha derinlikli araştırmaya ve incelemeye yönelmeyi gerektirir. Kapitalizmin girdiği binbir kılığı genel-geçer söylemlerle tarif etmek, ona karşı mücadeleyi de genel geçer ve yüzeysel kılar. Bu açıdan yıkmak istediğimiz eski toplumla ve insanla birlikte aynı zamanda yaratmak istediğimiz yeni toplumu ve insanı daha iyi kavramak ve kavratmak gerekir. Bu kavrama durumu, kitlelere yönelik siyasetimizi belirlemedeki önemi kadar, kadro siyasetimiz üzerinde de önemli ve çok değerli katkılar sunacaktır.
Mecbur olmak bir ideolojik duruş, düşünüş ve davranışı gerektirir. Dönüp bir bakalım kendimize. Katılımımıza, duruşumuza, yaşamımıza, düşünüşümüze. Biz mecbur gibi mi davranıyoruz, yoksa mücadele, örgüt bize mecbur gibi mi hareket ediyoruz? Kapitalizmin kendi üzerimizdeki etkilerine biraz da böyle bakalım derim ben. Hiçbir dönemde olmadığı kadar bu dönemde birey, kolektiften “daha önemli ve esas” hale gelmiştir. Her şeyden ve herkesten daha önemli ve daha özel olduğumuz, biricik olduğumuz, kendimizi sevmemiz ve kendimizle barışık olmamız üzerine o kadar çok şey yazılıp çiziliyor, videolar çekiliyor ki! “Sıradanlığa savaş açmış” gibi görünüp, her şey ve herkes o kadar sıradanlaştırılıyor ki! Bilgiye ulaşmak çok rahat hale getirilirken bilgisizlik öyle artıyor ki! Kapitalizm tüketim kültürünü, milyonlarca alternatif üzerinden yeniden üretirken, aslında her şey ne kadar da tektipleşiyor. Kalabalıklar artarken, insanlar her geçen gün daha fazla yalnızlaşıyor. Ve yalnız kalmak, yalnızlık, bu sistemden rahatsız olanlar için iyi bir alternatif olarak sunuluyor. Devrimciliğin devrimci olmanın artık “eski çağda kaldığı”, reformizmin ise “revaçta”, “popüler” olduğu yalanına inandırılmaya çalışılan bir dönemden geçiyoruz. Daha az okuyor, daha çok izliyoruz. Birkaç sayfa yazı okumak bize daha sıkıcı geliyor. Bir şeyi okumamız için ve ilgimizi çekmesi için birkaç cümleyi geçmemesi gerekiyor. Ve her şey giderek basitleşiyor. Bu basitleşme, bizlerin tüm dünyasını etkisi altına alıyor. Kişiliklerimiz duygu ve düşüncelerimiz, sosyal medyanın ana sayfalarındaki akış gibi sürekli değişiyor. Düşünce ve davranışlarımız arasındaki fark daha fazla açılıyor. Bir saatimizle diğer saatimiz birbirini tutmuyor, duygularımız arasındaki geçiş, çok hızlı olabiliyor. Her şeyi hızlı yaşıyor, çabuk öldürüyoruz. Değerler sistemimiz giderek zayıflıyor. Çabuk tüketiyor, çabuk uzaklaşıyor, değerlerimizi çabuk hiçleştirebiliyoruz. Kapitalizmin kitlelere dayattığı sürekli tüketme, harcama, bitirme ve yeniden satın alma odaklı bu kısa vadeli yaşam tarzı, insanların tüm ilişkilenmelerinde istikrarı, kalıcılığı ve sürekliliği öldürüyor.
Her şey bu kadar basitleştirilirken, kişiliklerimiz de daha zayıf oluyor. Goethe, “Kendine yapabileceğin en büyük kötülük, zorluklara karşı koymamak zayıflığından gelir” derken tam da bu konuya dikkat çekiyor.
O zaman soru şu: Biz mecbur insanlar olarak, kendimizdeki değişimleri, mücadelenin ihtiyaçlarına göre mi ele alıyoruz, yoksa kapitalizmin pazar ihtiyaçlarına göre mi? Duygu ve düşünce dünyamızı dolduran devrimin sorunları ve ihtiyaçları mı? Yoksa piyasanın ihtiyaçları mı? Bir şeyi okurken, izlerken, severken ya da nefret ederken, yoldaşlarımızla ya da kitlelerle ilişkilenme tarzımızı belirlerken ölçümüz, yaratmak istediğimiz yeni insanın ölçüsü mü yoksa kapitalizmin bireyci bencil insan ölçüsü mü? Elbette ki mücadele yürüten herkes esasta bizi uğraştıran meşgul eden şeyin devrimin sorunları ve ihtiyaçları olduğunu söyleyecektir. Ancak üzülerek söyleyebilirim ki, bu gerçeğin çok az bir kısmını tanımlıyor.
Yoğunlaşmamız, meşguliyetimiz daha çok öznel dünyalarımızdır. Artık sevdiğimiz şeyler, daha çok kapitalist sistemin önümüze sürdükleri oluyor. Yoldaşlarımızla, kitlelerle ilişkilenmelerimizin ölçütü kapitalizmin yarattığı insan tiplemesine daha yakın. Giderek devrimin sorunlarından daha çok kendi sorunlarımıza bencilliklerimize odaklanıyoruz. Mücadelenin ihtiyaçlarından daha çok kendi ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı esas alıyoruz. Yanlışa doğru değişimimiz daha çokken, doğruya doğru değişimimiz daha zor oluyor. “İnsan, değişme yeteneği olduğu için özgürdür” (Karakter aşınması yeni kapitalizmde işin kişilik üzerindeki etkileri-Richard Sennett) sözünde olduğu gibi özgür olmayı kendi kişisel çıkarlarımız üzerinden değil, devrimci olmayan özelliklerimizi değiştirmeyi tercih ederek kullanabilecek yetenekte olduğumuz için özgür olduğumuzu kavramamız gerekiyor. Şimdi her zamankinden daha fazla kendimizle ve yanıbaşımızdaki yoldaşlarımızla daha cesurca yüzleşmeli ve hesaplaşmalıyız. Özgürlüğe ilk adımı, kendi bireysel bencil dünyalarımızdan çıkarak atarak başlayabiliriz.
Son olarak bu adımı cesurca atmış, mecbur insanlara kulak verelim.
“Adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da. Kalmamış da olsa şu dünyada mezarım. Hatırlayıp tek canlı gelmese de başucuma. O müjdeyi ben doğadan alacağım. Nasırlı ellerle yaratılan o görkemli bayrama. Hiç kimse fark etmeden ben de katılacağım.” (Mustafa Özenç)
“Bizler için mutluluk kavga demekse eğer, bu kavgada düşmana ne denli zarar verebilirsek, mutluluğumuz da o denli yoğunlaşacaktır.” (Emre Bilgin)
“Önümüz kış, kardelen çiçeği gibi olabilmek gerek. Onursuz bir yaşam yerine onurlu bir ölüm çok daha güzeldir. Geleceğe bir resim, bir fotoğraf bir yazı ile ulaşamayız. Geleceğe bir yürekle ulaşılır. Böyle bir dünyada yaşamanın anlamı nedir sence? Hiç görmediğin insanlar için bile ölebilmektir gerektiğinde.” (Fethi Özdemir)
“Kolay değildir zora karşı zoru örgütleyip dişe-diş cenkleşmeyi sürdürmek. Kolay değildir, bu zorlu yolda sağa-sola yalpalamadan Marksizm-Leninizm-Maoizm biliminin bilinçlerde yarattığı enerjiyle sonuna dek yürüyebilmek. Kolay değil buz kesmiş ellerle, silahı sıkı sıkıya kavramak, donmuş parmakla tetik çekmek. (Süheyla Dağdeviren)”
“Ve şimdi ben büyüyen kavgamızın ihtiyaçları artmışken vardığım aşamayla yetinmeyi aklımın ucundan geçiremem. … Vur eskiye yıkılsın omuz ver yeniye yeşersin.” (Barış Aslan)