“Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit, elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindendir.” (Kemal Tahir)
Her soru ve yanıt, yaşamsal bir tecrübeye işaret eder. Bu tecrübe, bir sosyal pratiğin ürünüdür. Dolayısıyla kişiler, düşünce tarihi açısından basit ya da karmaşık bir teorik çerçeveye dayanacağından kendine mahsus soru ve cevapları olan birey olarak öne çıkarlar. Alınan her tavır, bir birikimi ifade eder. Her pratik ise alınacak tavır ve bunların neticesinde ortaya çıkan yeni birikimleri ifade eder.
Bahsetmek istediğimiz şey yaşamda yer tutmanın ya da mevcuda katılmanın sürecidir. Dolayısıyla birey ancak icat ettiği oranda gelişir. Mevcut olanın zamanına dahil olup onun içinde debelenmek bir anlamda kendilik yapısının da parçalanması anlamına gelir. İcat edildikçe eşitlilik ve bilimsel duruş kazanılır.
Öyleyse bir kişinin belli bir zamanda ortaya koyduğu üslup, o kişinin hayata yanıtıdır-duruşudur. Kendini o evrede verdiği yanıtlar ve koyduğu tavırlarla icat eder; kendine ait olanı temsil eder. Fikri tutumu, temsili bir yapıya büründüğünde ise kişi emsal olur ve temsil edilir. Ancak bu temsiliyetin varlığı oldukça ağırdır. Zira temsiliyet, bu emsal düşüncenin güncel gelişmelerde varlık bulması ve sürekli bir yenilenme içinde olmasıdır.
Tarih boyunca düşünürler taklit edilmiştir. Dolayısıyla çokça bahsini duyduğumuz sıradanlamış sözlerden arınmak, temsili olunan şeyin tecrübesine sarılmaktır. Zira tecrübe, kavramsal olarak anlam çıkarma-çevirme, makul olacak şekilde idrak seviyesine ulaştırma kabiliyeti demektir. Bu açıdan taklit, tekrar vb. tutumlar, temsil edilenin tecrübesinin silikleşmesine ve unutulmasına neden olur. Temsil edilen, saf bir kalıba dökülür. Hal böyle olunca taklit eden kişi veya grup, kalıba döktüğü tecrübeyi hem fikri hem de tasarruf düzeyde ne anlama geldiğini bilmeden biçim ve işlevini dikkate almaya başlar. Öz kaybolur ve geriye sadece temsile yüklenen sembolik değer kalır. Bu tutum düşüncenin selefiliğidir, bu tutum sadece kendini var etme kaygısıdır.
Mevlana’nın sözündeki gibi aşka uçamadıktan sonra kanatlar neye yarar… Aşka uçamadıktan sonra kanatlar aczi hüzün halidir. Peki, bu aczi hüzün hal ne yapar? Kalıba döktüğü tecrübenin tarihsel sembolik değerlerinden beslenir. Onun için esas olan onun muhtevasından çok, yaratacağı etkiden alabildiğine yararlanmaktır. Bu durum kabul görüp değiştirilmediği sürece debelenme ve tarihe gömdüğü tecrübe ile tarihte kalma halini ortaya çıkarır. Mevcut tutum tanrısallaştırılır, duygusal bir hatta çekilir. Amaç akla değil vicdana seslenmektir. İdraklere seslenmek değil ihsasları uyarmaktır ki bu da insanın en ilkel, en arkaik özelliğine sesleneceğinden oldukça etkilidir. Dolayısıyla bu iptizal tutumun en büyük düşmanı karanlık mahzene ışık tutan bireylerdir. Bu açıdan felsefi mirasımızı yeni girilen süreçte dikkatle okumak gerekir. Amacımız tek başına tecrübeyi ayakta tutmak değildir. Tecrübe zaten kendi birikimi ile ayakta kalacaktır. Bizim amacımız, tecrübeyi bugüne doğru yürütmek ve güncelde yeni manifestolar yazmaktır.
47 yıllık meşaleyi alazlandırmak!
Ölümsüzlüğünün 46. yılında Kaypakkaya’yı anmak onun ve yoldaşları ile yarattığı müfrezeyi, 47 yıllık ihtilalcı meşaleyi alazlandırmaktır. Başından beri bahsetmeye çalıştığımız tecrübe, Kaypakkaya yoldaşın ve onun ideolojik çizgisinin varlığıdır. Dolayısıyla bu süreçte, Kaypakkaya’nın kalıplara sıkıştırılmasına dair bir dizi tasarruftan arınmak ve onu güncelin bir pratiği haline getirmek gerekmektedir. Bir düşünce belli bir evrede güncelle kaynaştırılmadığında kutsallaşmaktadır ve kutsalın ihtiyacı da övgüden ibarettir. Kaypakkaya yoldaş geçmiş tecrübenin romantizminden arınmış ve onu güncele taşımıştır. Daniel de Foe’nin belirttiği gibi “Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?” (Daniel De Foe’den aktaran Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları s. 27)
Kaypakkaya yoldaş, düşüncelerini ortaya koyarken bu düşüncelerin oldukça geniş bir kesimi yerinden fırlatacağını biliyordu. Onun iz bırakmasındaki esas neden hakikati söylemesinden ve ona dönük bir tasarruftan da geri kalmamasından ileri gelmektedir.
İçinde bulunduğumuz süreç, Kaypakkaya yoldaşın hakikati söyleme ve örgütleme cüretini kuşanmayı şart koşmaktadır. Zira Kaypakkaya yoldaşa ve onun çizgisine dönük en büyük saldırı onu romantizme mahkum etmek, kalıplara sıkıştırmaktır.
Kaypakkaya yoldaşın çıkışı da böylesi bir çıkıştır. Onun için esas olan duyguları coşturan belirsizliklerle hapsolmak değil belirsizlikler içinde hayatı pahasına gerçeği bulmak, düşünceleri tahlil etmek, denemek, rahatsız etmek ve hatta sıkıntıya sokmaktır. Ali Şeriati’nin İslam düşüncesine açtığı bayrakta kullandığı söz gibi “Sizi rahatsız etmeye geldim” demektir.
Açık bir şekilde ifade etmek gerekir ki; bizlerin ihtiyacı günceli yakalayan, onu Kaypakkaya yoldaşın tecrübesine ekleyen, tarihselleştiren ve geleceğe dönük bir tasarrufa dönüştüren eylemselliktir. Bu Kaypakkaya yoldaşı ve onun ihtilalcı çizgisini politik bir özneye dönüştürmektir. (Bir Partizan)