Uluslararası mali sermayeye bağımlı ülkemizin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısı giderek daha çetrefilli bir sürece yöneliyor. Öyle ki, mevcut sorunları çözemediği gibi daha müzmin boyutlara tırmandırıyor. Sistemin bizzat kendisinin ürettiği kriz giderek daha fazla sayıda kronik sorunu beraberinde getirmiştir. Bunun külfeti ise tümden emekçi sınıflara mal edilmiştir.
Bu durum ezen ve ezilen sınıflar arasındaki makas uçlarını daha açıyor. Daha saldırgan bir hatta giriliyor. Beraberinde Kürt ulusal sorunu da aynı rotaya sokuluyor. Sonuç olarak tüm sorunların daha keskin bir hatta yönelmesini beraberinde getiriyor. Amaç uygulanan baskı, zulüm ve tahakkümü daha artırarak toplumu gözdağı vermek, sindirmek ve etkisiz hale getirmektir. Mevcut sistemin ve devletin karakteri budur…
Bu çelişkilerin keskinliği beraberinde hem hakim sınıflar arasındaki çelişkiyi hem de genel olarak hakim sınıflarla halk arasındaki çelişkiyi daha da şiddetlendiriyor. Çelişki şiddetlendikçe bir yönetememe krizi ortaya çıkıyor. Yönetememe krizi çıktığı koşullarda halka yönelik saldırının kapsamı ve boyutu artıyor. Nitekim hakim sınıflar 15-20 Temmuz 2016 darbesiyle halka yönelik saldırısını daha tırmandırmıştır. Sistemi, devleti iyi tanıyan hareketler bu gerçeği görebilmeli, tavrını ve yerini, hattını doğru bir yerde belirleyebilmelidir. Ki bu doğrultuda verilecek mücadele uzun bir döneme tekabül edecektir.
Burada sorun başta sınıf bilinçli proletarya olmak üzere, tüm devrimci hareketlerin örgütsel konumlarıdır. Nesnel durum ne kadar iyi olursa olsun, sürece ve çelişkilere müdahale edecek öznel durumun da geliştirilmesi ve örgütsel hattın daha ileri boyutlara tırmandırılmasıdır. Devrimci hareketin bugünkü sorunu budur. Örgütsel yapı gerçekliği ile olması gereken arasında ciddi bir açık sözkonusudur. Dolayısıyla öznel güç olarak nesnel sürece müdahale etme görevini layıkıyla yerine getirilememektedir.
Elbette ki bunun birçok nedeni vardır. Ama en önemli nedenlerinden biri kadro eksikliğidir. Sürekliliği sağlanmış, ideolojik-politik ayakları tamamlanmış bir kadro politikasının örgütlenemeyişi devrimci hareketler açısından ciddi bir sıkıntıdır. Özellikle ideolojik-teorik-politik çalışmaların sistematiğinin sağlanmaması ve kendiliğindencilik, tasfiyecilik rüzgarının etkisini devrimci saflarda da iyiden iyiye hissettirmesine yol açmış, “örgütsüzlük”, “sivil toplumculuk”, “legalizm” vb. daha fazla yaşam hakkı bulmuştur.
“Küreselleşme” yaftası ve yol arkadaşları
Küreselleşme terimi uluslararası burjuvazinin ideologları tarafından formüle edilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Bilindiği gibi, 1960’lardan sonra Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa devletleri ile 1973’te Mao’nun ölümünden sonra Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletler, modern-revizyonizm kulvarında bürokrat devlet kapitalizmine dönüşmüşlerdi. Bu geriye dönüşler sonucu Rusya’nın başını çektiği sosyal-emperyalist kamp, ABD’nin ciddi rakibi olmuştu. Bir müddet bu kisveyle hareket eden Rus sosyal-emperyalizmi, 1989-91 yıllarında ABD karşısında havlu attığında, bürokrat devlet kapitalistleri artık sosyalizm maskesini atarak açıktan kapitalist devletler halini almışlardı. Böylece ABD önderliğinde emperyalist devletler tarafından uluslararası konjonktür yeni bir sürece sokulmuştu.
ABD bu fırsattan yararlanarak Rusya’nın güdümündeki Doğu-Avrupa ve Balkanlar’daki devletlerle, Uzakdoğu’da Vietnam, Kamboçya, Laos gibi ülkeleri kendi güdümüne çekmişti. Böylece yeni pazarlara sahip olmuş, tek kutuplu “dünya” ilan etmiş; Rusya ve Çin’in ise ülke sınırlarının dışına çıkmamasını dayatmıştı.
ABD emperyalizmi 2000’li yılların ortalarına kadar tek kutuplu tahakkümünü sürdürmüştü. Ancak Çin ve Rusya, özelliklede Çin; ABD ve diğer emperyalistler karşısında 2000’li yılların ortalarına doğru rakip bir blok olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bu gelişmelere paralel olarak sonucu emperyalist güçler, “neoliberal” ekonomik politikalar eşliğinde sosyalizme karşı ideolojik ve politik alanda da saldırı furyası da başlatmışlardı. ABD eliyle yönlendirilen burjuva ideologları tarafından sosyalizmin “tarihe gömüldüğü”, “kapitalizmin sonsuz ve süresiz sistem olduğu”, “küreselleşme”, “medeniyetler çatışması”, “tek kutuplu dünya” gibi nesnel gerçeklikten uzak tezlerle tarihi çarpıtma girişiminde bulunmuşlardı. Kapitalizmin ideologları üzerinden emperyalist kapitalizm “süresiz” ve dünyaya hükmeden “uygar” bir toplum olarak lanse edilmişti. Yaratılan bu sanal alemle “küreselleşme” yaftasıyla kapitalizm-emperyalizm sorunların “çözüm yolu” ve “alternatif” gücü olarak gösterilmişti.
Sınıfsal çelişkiler kamufle edilerek din, kültür ve medeniyetler arasındaki çelişkilerin öne çıkarıldı. “Gerici” medeniyete karşı emperyalist kapitalist sistemin küresel, “medeni”, yekpare güç olarak propaganda edildi. Burjuvazinin tanımıyla ifade edilen “küreselleşme” süreci elbette ki gerçeği yansıtmıyordu.
Sınıf ve sınıflar mücadelesi tüm hızıyla sürüyordu. Emperyalist kapitalist sistem kendi gericiliğini saklamak ve sermayenin daha rahat ve hızlı hareket etmesini sağlamak için, proletaryaya ve ezilen haklara ideolojik teslimiyeti dayatıyordu.
Bu süreç içerisinde “sosyalizm” maskeli modern revizyonizmin gerçek yüzünün ortaya çıkması ve girilen anti-komünist atmosfer, dünya çapında birçok hareketi olumsuz etkilemiştir. Modern revizyonizmin etkisi altında olan hareketlerin önemli bir bölümü ya kendini fesh etmiş ya da düzen sınırları içinde hareket eden reformist hareketlere dönüşmüşlerdir. Bunun sonucu Asya, Afrika, Latin Amerika’da verilen radikal mücadelelerin ciddi bir bölümü, düzen içi hareketlere dönüştüler. Bir dönemler mücadele eden devrimci ve ulusal hareketlerin önemli bir bölümü de devrim perspektifini terk edip uzlaşmacı ve reformist bir hatta kaydılar. Düzen içi hareketlere dönüştüler.
MLM hareketler ise uluslararası alanda ideolojik-politik olarak yapılarını korumuşlardır. MLM öğretisini genel anlamda savunmuşlardır. Reformist ve uzlaşmacı hareketlerle aralarına çizgi çekerek onlarla aynı kulvarda yer almamışlardır. Ancak Maoist hareketler de belli sorunlar yaşamışlardır. Bazı Maoist hareketler, pratikte daha ileri hat izlerken, bazı hareketler ise nispeten geri kalmışlardır. Bu hareketlerden de sosyalizme ve komünizme olan inancı yitirenler ve safları terk edenler çıkmıştır.
Yaşanan geriye dönüşler küçük burjuvazinin damgasını vurduğu hareketlerde örgütsel bir tahribat yaratmış ve sosyalizm ve komünizme olan inançta da zayıflamaya neden olmuştur. Bir nevi yenilgi döneminin tahribatlarını beraberinde getirmiştir. Bu durum ülkemizde de net bir şekilde yaşanmıştır. En çok da bir dönemlerin kadrolarında kendisini göstermiştir. Bu süreç örgütlü saflardan ayrılmaları da beraberinde getirmiştir. Radikal döneme kıyasla örgütsüzlüğü tercih edenlerin sayısı artış göstermiştir. Devrimci dalganın yüksek olduğu dönemlerde devrimci saflarda yer alanlar, günümüz sürecinde safları terk edip örgütsüzlüğü seçmiştir. Bir dönemler “savundukları” görüşleri reddederek düzen savunuculuğu yapar duruma gelenler olmuştur.
Kolektif yapının eksikliği…
Elbette ki eleştiri ve özeleştiri silahı kullanılarak tüm bu tartışmalar yapılmalı, sürecin ve gelişmenin önünde engel teşkil eden mantalite, dogmatizm, tasfiyecilik, idealizm, revizyonizm vb. akımlara karşı aktif bir tavır takınılmalıdır. İçteki ve dıştaki eksik ve yanlışlara karşı ilkeli mücadele edilmelidir.
Bu diyalektiğin evrensel yasasıdır. Elbette ki mutlak ve evrensellik bağrında özgül süreçler de barındırır. Bu, kolektif yapı için geçerlidir. Her kolektif yapı tarihsel olarak farklı noktalardan ve farklı dozajlarda dağınıklık ve örgütsüzlük süreçleri yaşayabilir. Geçen yüzyılın ilk devriminin olduğu Rusya’da da böylesi süreçler yaşanmıştır: “1905 Devriminin yenilgisi, devrimin ‘yol arkadaşları’ arasında çözülme ve yozlaşmaya yol açtı. Çözülme ve yozlaşma eğilimleri, aydınlar içinde özellikle güçlendi. Devrim dalgasının fırtınalı kabarışı sırasında burjuva çevrelerinden gelip devrim saflarına katılan ‘yol arkadaşları’, gericilik günlerinde Partiyi terk ettiler.” (Stalin, Eserler, Cilt 15, s. 122)
Günümüzde de çeşitli kurumlardan yozlaşan, çözülen ve inancı sarsılan kişiler devrimci safları terk etmişlerdir/edeceklerdir. Kimileri kolektif yapıdan, kimileri devrim çizgisinden kopmuşlardır. Küreselleşme maskesiyle kamufle edilen emperyalist sistemin manyetik alanına girmişlerdir.
Oysa artık emperyalizmin içine girdiği sistem tümden çatırdıyor. “Küreselleşme” kılıfıyla artık kitleleri aldatmak mümkün görünmüyor. Artık bu ülkelerin tekelci burjuvazisi eskisi gibi yönetemiyor. İçine girdikleri ekonomik ve siyasi kriz giderek derinleşiyor. Irkçılık ve faşizm yükseliyor.
Buna karşın işçi sınıfı, kafa emekçileri, emekçi kadınlar ve gençlik de yaşamlarından hoşnut değil. Bunun sonucu Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de, İtalya’da, Amerika’da yığınlar sokaklara dökülüyor, greve gidiyor, hoşnutsuzluklarını dile getiriyor. Emperyalizmin içinde bulunduğu durum, bu çelişkileri daha derinleştirecektir.
Burada eksiklik, kitlelerin kendiliğinden eylem ve tepkilerine önderlik edecek kolektif yapının zayıflığıdır. Çözülmesi gereken nokta burasıdır. Mevcut durum bunu her zamankinden daha fazla zorunlu kılıyor!
Bu durum ülkemiz için de geçerlidir. Girilen ekonomik ve siyasi kriz daha katmerli hal almıştır. Seçimler sonrası içine düştükleri durum, AKP/R.T. Erdoğan ve MHP kliğini kitlelerin gözünde daha fazla teşhir etmiş ve mevcut tepkiyi daha da tırmandırmıştır. Burada da en büyük eksiklik kitlelerin tepkisini ve hoşnutsuzluğunu örgütleyecek kolektif yapının yetersizliğidir. Önümüzdeki süreçte bu eksikliği gidermek için somut adımlar atılmalıdır. Ancak bu nokta da kavranması gereken temel husus, bu eksikliğin giderilmesinin yolunun dar bir örgütsel çalışmayla değil, -ki bu zaten işin doğası gereği olacaktır- tam aksine kitlelerin mücadelesi içinde giderileceğidir.
İşçi sınıfı, kadın, gençlik, ulusal ve inanç mücadelesiyle bağ kurmayan hiçbir politik yaklaşım kendisini örgütsel olarak da örgütleyemez, örgütsel eksikliklerini gidermek için adım atamaz. Bu noktada Kaypakkaya’nın öğrencileri olarak, onun yönteminden özelliklede işçi sınıfı ve kitlelerin mücadelesine yaklaşımından öğrenmemiz zorunludur.