“Arap Baharı”nın fırtınaya dönüştüğü ülkelerden biri Suriye oldu. Ayaklanma başarıya ulaşmayınca, 2011 yılında ABD, selefi/cihatçı örgütlemeler eliyle başlattığı iç savaşla Esad hükümetini devirip Suriye’de hakimiyetini kurmak istedi. ABD’nin Esad rejimine yönelik bu saldırısını Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler de desteklediler.
Esad, askeri güç olarak giderek zayıflamaya başladığı bir aşamada Rusya’yı Suriye’de konuşlanması için davet etti. 30 Eylül 2015 tarihinde askeri birlikleriyle Suriye’ye yerleşen Rusya’nın iç savaşa dahil olmasıyla Suriye’de dengeler değişmeye başladı. Değişen dengeler kendisini iki yönlü ortaya koydu. ABD destekli selefi/cihatçı örgütlenmelerin zayıflaması ve savaşçılarının giderek DAİŞ ve El Nusra gibi örgütlenmelere kayması ve bu güçlerin askeri kapasitelerinin sınırlandırılması ve püskürtülmesine yol açtı. İkincisi; Rusya Suriye’de Esad adına her şeyi belirlemeye başladı. ABD karşısında eli oldukça güçlenen emperyalist Rusya Ortadoğu coğrafyasında “artık ben de varım” diyerek ABD ve diğer emperyalist güçlere karşı durdu.
Suriye iç savaşının 8. yılında değişen güçler dengesi ortaya yeni güç odaklarını ortaya çıkardı. Suriye’de Rusya ve İran’a karşı oluşan diğer güç odakları ABD, İngiltere ve Fransa’dır. Türk devleti bir Rusya’nın bir ABD’nin yanında olduğunu açıklayıp Efrin işgali ile birlikte bir diğer güç odağı olarak Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmak için çalışıyor.
Kim Suriye’den Ne İstiyor?
ABD emperyalizmi 2011 yılında başlayan iç savaşta desteklediği “ılımlı muhalifler” adı verilen cihatçı/selefi güçlerle kısa sürede Esad’ı devirerek kendisine teslim edeceğini bekliyordu. Ancak bu güçler başarılı olamadığı gibi, yer yer kontrolden çıkarak DAİŞ ve El Nusra gibi “radikal” cihatçı örgütlenmelere dönüştüler. ABD emperyalizminin sahada bu planı tutmayınca, bu kez taktik değiştirerek önce Türkiye’yi kendi vekalet savaşı için kullanmaya başladı. ABD’nin PYD ve YPG’yi de hedefine koyduğu projesine çıkarları gereğince sıcak bakmayan Türk devletiyle çelişkiye düştü. ABD, Kürtlerin Kobanê ve Rojava’da elde ettikleri statü sonrası PYD ile bir ittifak içinde girdi.
ABD, Tabka ve Tanf olmak üzere 15 askeri üs kurmuş ve üs üslerde 2 bin asker konuşlandırmış bulunuyor. ABD’nin Suriye’deki hedeflerinden biri de burada bulunan petrol kaynaklarına el koymaktır. Nitekim, Deyr Ez Zor ve çevresindeki petrol kaynaklarını elinde bulunduran ABD’nin gelecekte bu kaynakları işletmek için Rusya’ya baskı yapacaktır. ABD’nin, Suriye’deki bir diğer hedefi de, İran’ın etkisini kırmaktır.
ABD bir süre önce Suriye’den çıkacağını ileri sürdü. Bunun yeni bir manevra olduğu kısa süre de ortaya çıktı. Önce Suudi Arabistan’a “para verirseniz kalırım” diyen Trump, daha sonra, yaptıkları bir mizansenle, “Esad kimyasal silah kullandı” diyerek, İngiltere ve Fransa ile ortaklaşarak Suriye’ye bomba yağdırdı. ABD’nin artık Suriye’den kolay kolay çıkmayacağı bu hava bombardımanları sonrası daha da netleşti.
Fransa, eski sömürgesi Suriye üzerinde sürekli bir “hakkı” olduğunu ileri sürercesine başından itibaren Esad’ın devrilerek kendisine de bir pay düşeceğini hayal etmektedir. Fransa şu anda 800 civarında bir askeri güçle işgal ettiği Suriye’de, ABD ile birlikte Suriye ve Rusya’ya karşı bir hakimiyet mücadelesi veriyor. Fransa da, tıpkı ABD gibi, İran’ın bölgede zayıflaması ya da rejimin yıkılması için çalışmaktadır.
İngiltere, Avrupa Birliği’nde bulunduğu süre içinde tek başına hareket etmekten oldukça rahatsızdı. AB’den çıkmaya karar veren İngiltere, Thresa May başbakanlığında yeniden Ortadoğu’da etkin bir güç olmak için ABD’yle güçlü bir ittifak içine girmek istiyor. İlk adım olarak da, ABD ile birlikte Nisan 2018 tarihinde Suriye’ye füze saldırısı gerçekleştirmek oldu.
Suriye’de en etkin aktör Rusya’dır. 2015 tarihinde Suriye iç savaşına dahil olan Rusya, 3 bin askeri gücüyle Suriye’nin geleceğini tayin etmede Esad’dın da sözcüsü durumundadır. Rusya, Suriye’nin geleceğini tayin etmede, enerji kaynaklarına sahip olmasıyla büyük bir ticari kazanç elde etmeyi ve Suriye’deki nüfuz alanlarını genişletmeyi planlıyor. Rusya daha önceden elinde tuttuğu Tartus’ta deniz ve Lazkiye’de Hmeymim hava üssünde konumunu tahkim etti.
İran, yaptığı nükleer anlaşma ile üzerindeki ablukayı kırdıktan sonra, bölgede daha etkin bir güç olmak için Rusya’yla birlikte hareket etmektedir. Devrim Muhafızları ve işbirliği içinde olduğu Hizbullah güçleriyle Esad’a destek veren İran, Suudi Arabistan ve İsrail karşısında güçlü bir konuma gelmek istiyor.
Faşist Türk devleti başından itibaren Esad’ın devrilmesi için, önce selefi/cihatçı örgütlenmelere sonra IŞİD ve El-Nusra’ya verdiği silah ve para desteğiyle “bağımsız” bir aktör gibi hareket etti. 2012 tarihinde Kürtlerin Kobanê’de elde ettiği statünün yıkılması için tüm gücüyle cihatçı çeteleri destekledi. Bunda başarılı olmayan Türk devleti kah ABD’nin yanında kah Rusya’nın yanında yer alarak Kürtleri ezmek istedi. Kürtleri ezmede fazla başarılı olmayan Türk devleti, Cerablus işgali ve ardından Efrin işgaliyle zorba bir güç olarak, burada elde edeceği avantajla Kürtleri sahneden silmek istiyor.
Suriye iç savaşında en başarılı konumda olan Kürtlerdir. Kürtler tarihi bir fırsatı lehlerine çevirerek Rojava’da önemli bir statü elde ettiler. Bunu korumaya kararlı olan Kürtlerin “başına yeni bir felaket” gelmediği sürece Rojava’da ilerleyecekleri açıktır.
Rojava’da gerçekleşen bir devrim midir?
19 Temmuz 2012 tarihinde Kürtlerin Esad rejiminden Kobanê’yi almaları sonrasında bunun bir devrim olup olmadığı tartışılmaya başlandı. Bazı çevreler Rojava’daki bu değişimin bir devrim olduğunu savunurken, bazı kesimler ise bunun bir devrim olmadığını savundular. Kürtler ise her iki tanımlamayı da ret ederek buna “üçüncü yol” dediler.
Tüm bu yaklaşımları tartışmadan önce bölge hakkında bazı bilgileri vermek, Kobanê’nin nasıl ele geçirildiği ve IŞİD’ten nasıl kurtarıldığını kısaca belirtmek konuyu daha da anlaşılır kılacaktır.
Suriye Kürdistanı yani Kürtlerin ifadesiyle Rojava (Kürtçe batı demek), coğrafi olarak üç bölgeden; Cizire, Kobanê ve Efrin’den oluşuyor.
Cizire Bölgesi; Derika, Hemko, Tırbespiye, Girke Lege, Amude, Dirbesiye, ve Heseke şehirlerinden oluşuyor. Cizire bölgesinin 3/4’ü Kürtlerin denetiminde. Bölgede yaklaşık 2 milyon insan yaşamakta. Cizire bölgesi Suriye Kürdistanı’nın en zengin bölgelerindendir ve tarım olarak da zengin olan bu bölge Rimela bölgesindeki petrol bakımından da en bol kaynaklara sahiptir.
Kobanê bölgesinde, Til Ebyad, Eyn İsa, Menbeç, ve Cerablus bulunuyor. Bölgenin toplamında 500 bin kişi yaşamaktadır. Cerablus şu anda Türk devletinin işgali altındadır.
Efrin Bölgesinde ise 500 bin kişi yaşamaktadır. Bölge şu anda Türk devletinin işgali altındadır.
Suriye devleti, Kürtleri asimile etme politikasıyla, geçmişte iki alana Arapları yerleştirerek, Suriye Kürdistanı’nı 3 bölgeye bölüp, aralarındaki bağı koparmıştı. Savaş sürecinde Kürt Ulusal Hareketi, ilan ettiği “kantonlar” arasındaki çeşitli ulus ve milliyetlerden halkı uzun uğraşlar sonucu ikna edip birlikte hareket etmeyi sağlamaya çalışmış, Cizire ile Kobanê bölgesini (“Kanton”larını) birleştirebilmiştir. (Demokratik Suriye Güçleri isimlendirmesi bunun sonucu oluşmuştur.), Kobanê ile Efrin arasındaki bölgeyi birleştirme sürecinde ise TC devleti Cerablus ve civarını işgal ederek bunu engellemiştir. Dolayısıyla bu her iki bölgenin doğrudan doğruya birbirleriyle bağları koparılmış durumdadır.
2011 yılında Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte Kürtler iç savaşa dahil olmadılar. Emperyalistler, Esad’ı devirmek için silahlandırdıkları, -önce “ılımlı cihatçılar” sonra IŞİD ve EL-Nusra gibi cihatçı çeteleri-, kendi vekalet savaşlarını yapmaları için savaş cephesine sürdüler. Esad, tüm cephelerde savaşamadığı için belli bölgelerden çekilerek daha stratejik alanlarda savaşmaya devam etti. Esad Rojava alanını savunacak durumda olmadığı için bu bölgeyi terk etmiş, böylece önce “ılımlı muhalif”ler sonra IŞİD’e karşı savaşmayı Kürtlere bırakmıştı.
Kürtler her ne kadar iç savaşa dahil olmasalar da, tehlikenin bir gün kapılarına dayanacağını bildikleri için, kendi hazırlıklarını buna göre yaptılar ve öz savunma güçlerini oluşturdular. Esad’ın bu bölgeyi terk etmesiyle birlikte, 19 Temmuz 2012 tarihinde Kobanê, PYD’nin eline geçti. PYD’nin, Kobanê Kantonunda özerklik ilan etmesiyle birlikte, IŞİD ellerindeki mevzileri korumak ve Kobanê’yi ele geçirmek için saldırıya geçti. Türk devleti Kobanê’nin düşmesi ve böylece bağımsız bir Kürt devletinin ilan edilmemesi için IŞİD’e tüm gücüyle yardım etti. Bizzat T. Erdoğan “Kobanê düştü düşecek” dilek ve temennisini dile getirdi.
Ancak başta Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi, onunla dayanışma içinde olan Türkiyeli devrimci komünist örgütlenmeler ve enternasyonal dayanışma ve yine uluslararası kamuoyunun tepkisi ve etkisi nedeniyle koalisyon güçlerinin hava bombardımanı vb. vb. Kobanê’de DAİŞ’in yenilmesine yol açtı. Ardından ise Kürt Ulusal Hareketi’nin önderliğinde bölgede askeri kazanımlar elde edildi. DAİŞ bölgeden önemli oranda temizlendi. Bu süreçle birlikte, Rojava’da yaşananlar kamuoyunda daha fazla tartışılmaya başlandı. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin SGD’yle birlikte, “Rakka Hamlesi”nde, ABD emperyalizminin öncülüğünde koalisyon güçleriyle geliştirdiği ittifak, özellikle hafif silah ve cephane olmak üzere askeri yardımıyla birlikte, bölgenin DAİŞ’ten temizlenmesi vb. vb. beraberinde Rojava’da yaşananların “bir devrim olup olmadığı” tartışmasını daha da arttırdı. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin emperyalizm işbirlikçisi bir konuma evrildiği suçlamaları bu süreçte daha da arttı. Bu nedenle Rojava’da yaşananlara dair kısaca olsa görüşümüzü açıklamak meseleye yaklaşımımızı ifade etmek iyi olacaktır.
Devrim nedir?
Devrim; doğada, toplumda ve düşüncede diyalektik gelişmenin en önemli değişim ve gelişmelerinden köklü bir dönüşüm, ani ve sıçramalı olarak bir niteliksel durumdan bir başka niteliksel duruma geçiş demektir. Doğada ve düşüncede olduğu gibi, toplumsal devrimden bahsedilebilir. Ekonomik alanda, siyasal alanda, sosyal alanda, kültürel alanda vb veya bunların bütününü kapsayan bir devrimlerden bahsedilebilir. Hangi anlamda kastedilecekse o ifade edilebilir. Devrim kavramı her zaman ileriyi de ifade etmez. Toplumu ileri götüren devrimler olduğu gibi, toplumu geriye götüren devrimler de vardır. Karşı-devrim terimi de bu nedenle ortaya çıkıyor.
Her devrim sözcüğünün geçtiği yerde bir toplumsal yapıdan başka bir toplumsal yapıya zorla-şiddetle geçen bir devrim anlaşılamaz.
Örneğin, Engels yoldaş, özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve ana hukukunun yıkılarak kadının köleleştirilmesi sürecini anlatırken, ana hukukunun yıkılışını bir “devrim” olarak ifade eder. Tabi ki olumlama anlamında değil.
Engels, şöyle diyordu: “…Fakat soy zinciri ana hukukuna göre hesaplandıkça, bu mümkün değildi. Dolayısıyla onun değiştirilmesi gerekiyordu; ve değiştirildi de. Bu, bugün bize göründüğü kadar güç olmadı. Çünkü bu devrimin– insanlığın geçirdiği en köklü devrimlerden biri- bir gensin yaşayan üyelerinden bir tekine bile dokunmasına gerek yoktu. Onun tüm üyeleri, daha önce ne iseler, öyle kalabilirlerdi. Sadece gelecekte erkek üyelerin çocuklarının gens içinde kalacağı, kadınlarınınkinin ise buradan çıkarılarak babanın gensine geçeceği basit kararı yeterliydi. …” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, bold bn.)
Feodal otokrasi koşullarında gelişen burjuvazi teknikte, ekonomide bir çok devrimler gerçekleştirdi. Ekonomik yapıda önemli gelişmeler ve etkinlikler sağlasa da, siyasal devrimi (siyasal iktidarı) her kalkışmasında ele geçiremedi. Bir çok yerde birkaç el değiştirmeden sonra ancak burjuva demokratik devrimi gerçekleştirebilmiştir.
Komünistler önderliğinde 1918 Kasım’da Alman devrimi ayaklanması başlatılır. Birçok kent işçiler tarafından ele geçirilir. Kiminde bir hafta, kiminde 15 gün, kiminde 3 hafta, Ren’de ise bir buçuk ay iktidar elde tutulur ve ilk kızıl ordu oluşturulur. Bavyera eyaletinde 3 ay civarında iktidar ele geçirilir. Ama dönemin sosyal demokrat hainlerin desteklediği burjuvazi bu devrimleri karşı-devrimle bastırdı. 1919 Macaristan devrimi oldu, 3 ay 15 gün sonra sosyal demokratların desteğindeki burjuvazi karşı devrimi gerçekleştirdi. Devrim yenilgi aldı.
Rusya’da 1905 devrimi denilir. Bir işçi, köylü ayaklanmasıdır ve devrim başarılamamıştır. Güçler dengesinden dolayı yenilgi alındığından demokratik devrim başarıya ulaştırılamamıştır. 1917 Şubat devrimi burjuva demokratik devrimidir. Ekim 1917 bir proleter sosyalist devrimdir vb. vb.
Lenin, Stalin, Mao vb. uluslararası komünist hareket, 1905 İran devriminden bahseder. 1908 Jön Türk hareketini tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrim hareketi olarak ifade eder. 1911’de Çin hanedanının yıkılmasına tamamlanmamış burjuva demokratik devrim denilir. Humeyni önderliğinde, İran Şahı’nın 1979 Şubat’ında devrilmesine İran devrimi denilir. Vb vb.
Toplumsal devrimlerden bahsedilince burjuva devrimleri/ burjuva demokratik devrimleri var. Ulusal kurtuluş devrimleri var. Demokratik halk devrimleri var. Proleter sosyalist devrimler var. Sosyalizm sürecinde kendi içinde tarımda, sanayide, teknolojide, eğitimde, sağlıkta, kültür-sanat-edebiyat vb alanlarında birçok devrimler olacaktır. Genel olarak her ülkenin devrimlerinden tarihsel, toplumsal ve siyasal olarak farklı farklı özellik veya özgünlükler olacaktır. Gelişmişlik derecelerine ve bulunduğu tarihsel koşullarına göre farklılıkları olacaktır vb. Bunun, Balkanlardan Doğu Avrupa’ya, Asya’dan Latin Amerika’ya birçok farklılıklar ve zengin deneylerini görürüz…. Çin’deki kültür devrimi, parti içindeki yeni burjuvazinin ele geçirdiği siyasi iktidarın, yani kaybedilmiş iktidarın yeniden ele geçirilmesidir. Dolayısıyla kültür devrimi, siyasal üst yapıda, ekonomik alt yapıda, ideolojide, siyasette, kültür-sanat-edebiyat vb. her alanda yürütülen bir devrimdir. Mao, ideolojik uyanıklığı ve dönüşümü sistemli bir şekilde sağlamak için belki 10 yılda bir kültür devrimine ihtiyaç vardır demektedir.
Devrim denilince sadece proletarya önderliğindeki demokratik halk devrimleri ve sosyalist devrimler anlaşılmaz. Burjuvazi önderliğindeki devrimler (burjuva demokratik veya burjuva demokratik ulusal kurtuluş devrimleri) vardır. Dışımızdaki olgulara gözlerimizi kapayamayız veya bakış açımıza göre değilse onu görmemezlikten gelemeyiz ve yok sayamayız. Küçük burjuvazi önderliğindeki devrimler vardır, proletarya önderliğindeki demokratik halk devrimleri vardır. Proletarya önderliğindeki sosyalist devrimler vardır. Bunların hepsini aynı kefeye koyamayız.
Sınıfsal, siyasal ve toplumsal devrimlerden bahsedeceksek, devrim mevcut düzenin şiddet yoluyla yıkılarak başka bir sınıfın eline geçmesi eylemidir. Mülkiyetin el değiştirmesidir. Tarihsel olarak devrimler beli başlı özellikleriyle değişik biçimler göstermiştir. Feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde “ilerici bir sınıf” olarak burjuvazi bir dizi burjuva demokratik devrimlere önderlik etti. Siyasal bir devrime önderlik eden burjuvazi hiç bir zaman toplumsal kurtuluşa önderlik edememiştir. Feodalizmin yıkılması ile, özel mülkiyet olduğu gibi kalmış ve devlet burjuva bir devlet olarak, tüm üretim araçları burjuvazinin elinde toplanmıştır. Lenin, bu değişimi kısaca şöyle izah etmektedir: “Şubat-Mart 1917 Devriminden önce devlet iktidarı Rusya’da, eski bir sınıfa, başında Nikola Romanov’un bulunduğu feodal toprak sahiplerine aitti. Bu devrimden sonra iktidar, başka bir sınıfa, yeni bir sınıfa, burjuvaziye ait bulunuyor. İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, sözcüğün salt bilimsel anlamıyla olduğu kadar, politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin birinci, başlıca ve esas belirtisidir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, s. 23-24)
MLM ideolojinin devrime yüklediği anlam tam olarak; “zora dayanan devrim olmaksızın burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır. Proleter devletin kaldırılması, yani tüm devletin ilgası ise, ancak ‘sönme’ yoluyla olacaktır.” (Lenin, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sf 28) şeklindedir.
Emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında burjuvazi tüm ilerici özelliğini kaybetmiş ve bu görevi proletarya üstlenmiştir. Proletaryanın gerçekleştirdiği her devrimin içeriği aynı zamanda siyasi ve toplumsal devrimin birlikte gerçekleştirmesi eylemidir.
Çağımızda, proletarya devrimlerinin yanında ulusal demokratik devrimlerde sürmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve alt üst oluşların hedefi bakımından Lenin şöyle demektedir; ”Elbette kapitalizmden komünizme geçiş de, siyasal biçimler bakımından, büyük bir bolluk ve geniş bir çeşitlilik göstermekten geri kalamaz; ama hepsinin özü, zorunlu olarak aynı kalacaktır: Proletarya diktatoryası” (Lenin, age., sf. 42)
Rojava’da yaşanan da bir devrimdir. Bu devrim sürecinin kimilerinin iddia ettiği gibi “komünist”, “proleter” vb. olmadığı çok açıktır. Ki bu devrime önderlik edenlerinde böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Bu devrim, ulusal baskı altındaki bir ulusun bir “ulusal kurtuluş” devriminin özgün bir biçimidir. Bir ulusal demokratik devrim sürecinden bahsettiğimiz bilinmelidir. Ve henüz bu devrimin nereye evrileceği tam belli değildir. Ulusal Hareketin çizgisi, içindeki sınıfsal ve siyasal eğilimler ve güç dengelerinin yanı sıra, uluslararası durum, bölgenin durumu vb. gidişatına ciddi bir etki yapacağı açıktır.
Rojava’da yaşananları bir devrim olarak tanımlamayan anlayışın esas dayanak noktası ise, mülkiyet ilişkilerinin tümden ortadan kaldırılmaması ve gerici Esad rejiminin tümden yıkılıp ortadan kalkmamasıdır. Bu nedenle Rojava’da bir devrimden bahsedilemez denilmektedir. Bu yaklaşım devrime sadece ve sadece mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması anlamı yüklediği için meseleye dar bakmakta ve devrim kavramını darlaştırmaktadır. Bu anlayışa göre devrim ancak ve ancak proleter devrimdir. Proletaryanın önderlik ettiği bir devrim varsa ve bu devrim mülkiyet ilişkilerini kökten değiştiriyor ve gerici devleti ortadan kaldırıyorsa ancak o devrimdir. Bu yaklaşım açıktır ki “kargadan başka kuş tanımam” yaklaşımıdır.
Kürtler ise tüm bu tanımların dışında başka bir yaklaşım sergilemektedirler. Onlara göre Rojava’da yaşanan devrim, ”üçüncü yol” ve bu ”üçüncü yolun” politik ifadesi olarak da, “Demokratik Konfederalizm” demektedirler. Bilindiği gibi’ “demokratik konfederalizm” Abdullah Öcalan’ın ulus devletten vazgeçerek, bunun yerine “Demokratik Konfederalizm Özerk Bölge Yönetimleri” anlayışını geliştirdiği bir tezdir. Bu teze göre; “devlet yoktur. Devletin yerine özerk yönetimler almakta ve ekonomi merkezden değil yerelden örgütlenmektedir.”
Adına “Üçüncü yol” denilen bu yeni anlayışı, İbrahim Okçuoğlu, “Rojava’da Devrim Ve Yaşam” adlı araştırmasında, PYD’nin yaklaşımından hareketle, “Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez” olarak açıklamaktadır.
Öncelikle şunu belirtelim. Devrim meselesinde bir üçüncü yol yoktur. Nihayetinde bir ikiye bölünmektedir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, yaşanan herhangi bir devrim ya da devrim süreci ya proletaryanın ve ezilen halkların devriminden yanadır ya da değildir. Bunun dışında bir yaklaşımı savunmak komünistler açısından mümkün değildir. Bu nedenle komünistler içinde bulundukları çağın (emperyalizm ve proleter devrimler çağı) özelliğinden hareketle devrimleri ve süreçleri değerlendirirler. Devrimler ya da yaşanan süreçler proletaryanın ve ezilen halkların safında mıdır yoksa değil midir? Meseleye böyle bakılmalıdır. Her süreç bu ilkeden hareketle ve somut koşulların somut tahliline dayanılarak değerlendirilmelidir. Rojava’da yaşanan süreçte bu genel yaklaşımdan bağımsız değildir ve olmamalıdır.
Rojava’da halkın yönetime dahil edilmesi demokratik bir işleyiş olarak ileri bir durumdur. Ancak merkezi devlet olmadan, sadece yerel yönetimlerle toplumsal bir dönüşüm sağlamak mümkün değildir. Her devrimin temel hedefi iktidarın ele geçirilmesidir. Genel bir kural olarak devlet sönene kadar varlığını korur. Ulusal demokratik bir devrim, demokratik devrim, ya da sosyalist bir devrim sonrası sınıfsız bir topluma geçişe kadar devlet olacaktır. Kürtler her ne kadar “devlet artık işlevini tamamlamıştır” deseler de, pratikleri bunun tersini gösteriyor. Örneğin Rojava anayasasının 41. maddesinde “Mülkiyet ve özel mülkiyet hakkı güvence altına alınır. Yasa dışı olarak hiç kimse mal ve mülklerini kullanım hakkından mahrum bırakılamaz. Hiç kimsenin toprağı ve mülkü elinden alınamaz” denilmektedir. Bu madde tam da ulusal burjuva demokratik bir devleti tarif etmektedir. Ayrıca, Rojava’da devletin ana unsurlarını meydana getiren tüm kurumlar varlıklarını sürdürmektedirler. Mahkemeler, okullar, yargı, meclisler vb. tüm bunlar devletin resmi kurumları olarak ”devletsiz bir devlet olarak” yürürlüktedir.
Abdullah Öcalan’ın tezlerinde formüle ettiği “Demokratik Konfederalizm” kavramı ve bu kavramdan hareketle Kürt Ulusal Hareketi’nin “üçüncü yol” olarak hayata geçirmeye çalıştığı bu tez; gerçekte yeni bir tez olmayıp anarşizmin ideolojik temelini oluşturduğu ve devleti tümüyle yadsıyan tezinden hareket etmektedir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, emperyalizm ve proleter devrimler çağında dünyada bugün sadece iki yol vardır; kapitalizm ve sosyalizm. Bunun dışında “üçüncü yol” diye bir seçenek yoktur. Kürt Ulusal Hareketi’nin Rojava’da “üçüncü yol” olarak hayata geçirmeye çalıştığı düşünce ise “ütopik olup”, karşılığı yoktur.
Tüm olguları alt alta sıraladıktan sonra şu sonuca varabiliriz ki, Suriye Kürdistanı’nda yani Rojava’da MLM ilkelerinin çizdiği sınırlar içinde bir devrimden söz edemeyiz. Ki zaten böyle bir iddia da yoktur. Kürt demokratik ulusal önderliği kendi gerçekliği içinde, YPG kuvvetleri, Temmuz 2012’de Serekaniye, Efrin, Derik ve Kobanê’yi ele geçirdiler. Bu ele geçirme kendisini ezen egemen devleti bir zor yoluyla yıkarak ele geçirme şeklinde gelişmedi. Kürt demokratik güçleri, Suriye’de süren iç savaş da tarafsız kalarak, iç savaşa dahil olmadıkları halde, Suriye egemen güçlerinin zayıf düşmesi, her cephede savaşı yürütememeleri sonucu, Rojava’yı terk etmeleriyle PYD önderliğindeki silahlı güç, Esad rejiminin buradaki egemenliğine son verdi ve yönetimi ele aldı. Yönetimin Kürt ulusal demokratik güçlerinin eline geçmesinden sonra, ele geçen şehirlerde demokratik yönetimler oluşturuldu.
Rojava’da ele geçen şehirlerde demokratik bir yönetim kurulmasına karşın bu siyasal devrimin geleceği hala belirsizliğini korumaktadır. Bu belirsizlik kendisini iki alanda göstermektedir. Birincisi; Kürt ulusal demokratik önderliği bunu nereye kadar götüreceğidir. Kendi politik belirlemeleri dikkate alındığında, “ulus devlet” anlayışına karşı olmalarıyla, bağımsız bir Kürdistan ilan etmeleri pek mümkün görülmemektedir. En azından teorik düzlemde bunu savunmamaktadırlar. Kürt Ulusal Hareketi’nin çözüm önerileri içinde, “Suriye’nin bütünlüğü içinde, özerk bir statü” ile yetinme yaklaşımı içinde olduklarını dönem dönem dile getirmektedirler. İkincisi; TC ve diğer ilhakçı güçlerinin işgal ve imha saldırısıyla ezilme durumunun basıncı altında, ABD, Batılı emperyalistler ve Rus emperyalizmiyle geliştirdikleri ilişkilerin hangi yönde ilerleyeceği bir soru işareti olarak orta yerde durmaktadır. Bu her iki durum Rojava’nın geleceğini ve devrimci sürecin nereye evrileceğini belirleme bakımından oldukça önemli bir yerde durmaktadır.
Ulusal sorunun temel ilkesi, ulusun kendi kaderini tayin etme meselesidir. UKKTH, ulusun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkıdır. Ulus, bu hakkını ayrılıp ayrı devlet kurma yönünde de kullanabilir. Aynı devlet içinde özerk veya federasyon şeklinde de kullanabilir. Bu tamamen o ulusun kendisinin karar vereceği bir meseledir. Bizler meseleye tamamen somut koşulların somut tahlili ilkesinden hareketle yaklaşırız. Bu türden bir tavır belirleme bu tercih devrimi ilerletiyorsa aktif olarak destekleriz. Yok devrimin yararına değilse pratik olarak engel olmamakla birlikte eleştirir ve a/p hakkımızı saklı tutarız. Her koşulda bu hakkın kullanımı ezilen ulusun kendisine aittir.
Egemen uluslar ve emperyalist güçler ilhakçı ve emperyalist emellerinden dolayı bunu kolay kolay kabullenmezler. Ezilen uluslar ve sömürge uluslar ancak bağımsızlık yönünde tutarlı ve kararlı mücadeleler sonucu kendilerini kabullendirirler, tanımalarını sağlayabilirler ve hak eşitliğini sağlayabilirlerse bir arada kalabilirler. Bir ulus aynı topraklar üzerinde bir başka ulusla birlikte de yaşayabilir. Ulus bu yönde de karar verebilir. Ancak bu, gerçek demokratik bir ülkede mümkündür. Esad’ın bir diktatör olduğu açıktır. Demokratik olmayan bir Suriye’de Kürtlerin “birlikte, demokratik özerlik” içinde yaşama şansları yoktur. Şu an gelinen aşamada Kürt Ulusal Hareketi’yle Esad rejimi görüşmektedir. Görüşmelerin nasıl bir seyir izleyeceği ve nereye evrileceği sürecin gelişimine bağlıdır. Ulusal bir hareketin, devrimci olmasının bir kıstası da, o ulusal hareketin anti-emperyalist çizgide olmasıdır.
Rojava’da, Kürt Ulusal Hareketi’nin, kendisinden katbekat güçlü olan bir düşman karşısında şartların ve koşulların getirdiği zorunluktan dolayı, niyetlerden bağımsız olarak, ABD ile geliştirdiği ittifakı izah etme, bunu anlatmak için öne süreceği argümanlar anlaşılır bir yerde duruyordu. Nefes almak, güçlenmek ve tek başına IŞİD’i yenmede güçlükleri olan bir hareketin kendi dışında bazı güçlerle taktik düzeyde ittifaklar geliştirmesi yanlış değildir. Mesele bu ittifaka taktik mi stratejik mi anlam biçildiğinde düğümlenmektedir. Kürt Ulusal Hareketi, bu ittifaka taktik düzeyde bir anlam yüklediğini ifade etmektedir. Bu noktada bizim “hayır öyle değil böyle”dir deme koşulumuz ve lüksümüz yoktur. Ancak süreci izleyip, yanlış gördüğümüz, eksik gördüğümüz noktaları eleştirme hakkımız –Rojava’da Kürt Ulusal Hareketi’yle omuz omuza savaşan ve bedel ödeyen bir güç olarak- vardır. Ki bu tamamen dostluğun, birlikte mücadelenin getirdiği bir haktır.
Lenin, “Devletler arasındaki sıradan savaşlardan yüz kez daha çetin, daha uzun ve daha çapraşık bir savaş olan uluslararası burjuvazinin devrilmesi uğruna savaşa girişmek ve önceden dolambaçlı yollara baş vurmayı, (bir anlık alsa bile) düşmanlarımızı bölen çelişkilerden yararlanmayı, (geçici olsalar da pek o kadar güvenilir olmasalar da, sallantılı olsalar da, koşullara bağlı bulunsalar da), olası müttefiklerle anlaşma ve uzlaşmaları reddetmek son derece gülünç bir davranış olmaz mı? Bu, bugüne kadar ulaşılmamış ve keşfedilememiş bir dağın çetin tırmanışında bazen, zikzaklar çizerek yürümeyi, bazen geri çekilmeyi, ilkten seçilen doğrultuyu bırakıp başka bir doğrultuyu denemeyi önceden reddetmek gibi bir şey değil mi?” demektedir. (Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, sf. 66)
Daha önceki değerlendirmelerimizde de belirtiğimiz gibi, ikinci emperyalist paylaşım savaşı içinde Sovyetler Birliği’nin ABD ve İngiltere ile girdiği ittifak ve Çin’de Mao Zedung’un Gomindag ile yaptığı ittifak vb. vb. buna örnektir. Rojava’da Kürt ulusal hareketinin de geliştirdiği ittifaklar bu örneklerden hareketle yadırganmamalıdır. Kaldı ki Kürt Ulusal Hareketi adı üstünde ulusal bir harekettir. Ona komünist bir misyon biçmek ve buradan eleştiri getirmek olsa olsa eleştiri sahibinin dar görüşlülüğünü ve zorlama yaklaşımını ele verir. Mesele, bu ittifakın bundan sonra alacağı biçimdir. ABD emperyalizminin ısrarla “YPG ile işbirliğimiz sürecek” demesi, bu emperyalist gücün Kürt dostu olmasından ileri gelmiyor. Kendi çıkarları ve bölgeden elde edeceği yeni olanaklar, ABD’nin YPG’ye dayanmasının nedenleri arasındadır.
Bu türden taktik ilişkiler Kürt Hareketini halihazırda “emperyalizm işbirlikçisi gerici bir güç” yapmıyor. Ancak dikkatli olunmasını da koşulluyor. Kaldı ki Kürt Ulusal Hareketi’nin TC faşizminin Efrin işgali sırasında hem ABD’nin tutumu (bizi ilgilendirmiyor diyerek dolaylı desteği) hem de Rusya’nın tutumu (Hava sahasını açarak doğrudan desteği) nedeniyle güncel bir tecrübesi de söz konusudur. Bizlerin bu noktada diyebileceği sahada girilen taktik ilişkilerde Kürt Ulusal Hareketi’ni dostça uyarmaktır. Sosyal şoven bir yaklaşımdan, Kürt ulusal hareketinin maruz bırakıldığı imha ve inkar siyasetine dolaylı da olsa destek olmaktan özellikle uzak durmak, “bir bilen insan rolü oynayıp” yaşanan katliamlara karşı seyirci kalmaktan özellikle imtina edilmelidir.
Bu ilişkilerin nasıl şekilleneceği aynı zamanda Kürt ulusal hareketinin anti-emperyalist çizgide kalıp kalmayacağını da belirleyecektir. Kürt Ulusal Hareketi Türkiye’de ve Ortadoğu’da izlediği demokratik siyasetle devrimin dostudur. Dostlarımızla omuz omuza emperyalizme, faşizme, feodalizme, ataerkiye ve her türden gericiliğe karşı savaşmak komünistlerin önünde duran bir görevdir.
Yaşasın Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı!
Bir Partizan