40. Ölüm Yılında Devrimci Sanatın Yılmaz Ustası: Güney’i Saygıyla Anıyoruz
“O, ülke gerçeklerinden hareket ederek gerçek bir sinema yarattı ve egemen sınıflara karşı her alanda yoğun bir mücadele verdi.”
10 Eylül 2024
Bundan 40 yıl önce, devrimci sanat ve edebiyatın güçlü sesi olan Yılmaz Güney’i sürgünde kaybettik. Onun yaşamı ve mücadelesi, ülkemizde önemli gelişmelerin ve değişimlerin yaşandığı tarihsel sürece damgasını vurdu. Yılmaz Güney’in çocukluk ve gençlik yılları, milli baskının ağır koşulları altında, feodal aşiret çelişkilerinin ve çatışmalarının yaşandığı bir dönemde geçti. Bu dönemde mevcut sistemin baskıları, onun hayatında belirleyici bir etki yarattı.
Yılmaz Güney, bir yandan Yeşilçam’da ilerici ve devrimci bir alternatif sinema yaratma mücadelesi verirken, diğer yandan da faşizme karşı açıktan mücadele ederek devrimci sanatı yaşamıyla bütünleştirdi. Çünkü Güney, sanatını baskıdan, sömürüden ve siyasetten bağımsız bir şekilde ele almıyordu. O, kültür ve sanatı sınıfsal bir temelde değerlendiriyordu.
Asıl adı Yılmaz Pütün olan devrimci sanatın yılmaz ustası, Hamit ve Güllü Pütün çiftinin çocuğu olarak 1937’de Adana’nın Yenice köyünde doğdu. Güney, çocukluk yıllarını bir röportajda şu sözlerle ifade ediyordu: “Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir. Soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında, Türkiye’nin güneyinde, Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma yazma bilmezdi. Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da hiç okula gitmemişti. Dokuz yaşımdan bu yana hayatımı çalışarak kazandım. İlk işim dana gütmekti.” O zor şartlar içinde sinemayla tanıştı. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamlayan Güney, harçlığını çıkarmak için 13 yaşında sinemalara bisikletiyle 16 milimetrelik film bobinleri taşıyarak ve sırtında film afişleri sergileyerek sinemaya ilk adımını attı.
Lise yıllarında çıkardığı “Doruk” adlı sanat dergisinde yazdığı bir yazıdan dolayı 1955’te hakkında dava açıldı. Yine “Yeni Ufuklar”, “Onüç”, “Pazar Postası” ve “Bir” dergilerinde makaleler yazdı. 18 yaşındayken yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsü, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1956’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitimine devam eden Güney, 1957’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne kaydoldu. Ancak, peşini bırakmayan davalar ve tutuklanmalar nedeniyle eğitimine devam edemedi. Güney, bu durumu şöyle anlatıyordu: “1957 yılında İstanbul’a, İktisat Fakültesi’nde öğrenim görme hayalleriyle geldim. Fakat devam edemedim. 1955’ten beri süren takibat ve mahkeme sonuçlanmıştı ve ben başlangıçta 7 buçuk yıl ağır hapis ve 2 buçuk yıl sürgün cezasına çarptırıldım. Daha sonra temyiz mahkemesi kararı bozdu. Yeniden görülen mahkeme sonucu cezam 1 buçuk yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezasına çevrildi. Öğrenimim yarım kalmıştı. Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın dayattığı öğretmenlerle eğitmekti. Öyle yaptım.”
Yılmaz Güney, 1959’da senaryosunu yazdığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” filmleriyle profesyonel oyunculuk kariyerine adım attı. Bu filmlerin ardından “Güney” soyadını kullanmaya başladı. 1961’de Atıf Yılmaz’ın “Tatlı Bela” filminin setinde yönetmen yardımcılığı yaparken tutuklandı ve 1962’ye kadar cezaevinde kaldı. Sonrasında altı ay Konya’ya sürgün edildi. 1963’te sinemaya geri döndü ve “İkisi de Cesurdu” adlı filmle seyirci karşısına çıktı. Bu dönemde “Çirkin Kral” lakabıyla anılmaya başladı. Lütfi Akad’ın yönettiği 1967 yapımı “Hudutların Kanunu” filmindeki rolüyle 1967 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandı. “Kahreden Kurşun”, “Ben Öldükçe Yaşarım”, “İnce Cumali”, “Çirkin Kral”, “Seyit Han”, “Acı” ve “Ağıt” gibi birçok filmde senarist, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldı.
1968’de Güney Film Yapım’ı kurdu. 1970’te senarist, yönetmen, yapımcı ve başrol oyuncusu olarak yer aldığı “Umut” filmi, Adana Altın Koza Film Festivali’nden 6 ödül aldı ve Türk sinemasında bir dönüm noktası olarak tarihe geçti. “Umut”, 2015’te Sinema Yazarları Derneği tarafından yüzyılın en iyi 10 Türk filmi arasında birinci seçildi.
12 Mart askeri darbesinin ardından yeniden tutuklanan Güney, 10 yıl hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. 1974’te çıkan genel afla serbest kaldı. Cezaevindeyken eşine yazdığı mektupları “Selimiye Mektupları” adlı kitapta topladı. Bu süreçte senaryosunu yazdığı “Sürü” filmi, Zeki Ökten tarafından sinemaya uyarlandı. Yine hapisteyken yazdığı, yönetmenliğini Şerif Gören’in üstlendiği “Yol” filmi, 1982’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazandı. Fransa’da çektiği “Duvar” filmiyle de 1984’te Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne aday gösterildi. Güney, 47 yıllık hayatına 20 kitap, 10 ödül, 26 filmde yönetmenlik ve 114 filmde oyunculuk sığdırdı. Türkiye sinemasının dünyaya açılmasında önemli bir rol oynadı. 12 yıl boyunca 15 farklı hapishanede yatan Güney, Fransa’da sürgünde yaşadı ve 9 Eylül 1984’te hastalık sonucu yaşamını yitirdi. Paris’te Pere Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.
Yılmaz Güney’in sanat ve edebiyat alanında karşılaştığı saldırıların nedeni, onun sanatı baskıdan, sömürüden ve siyasetten bağımsız olarak görmemesidir. O, ülke gerçeklerinden hareket ederek gerçek bir sinema yarattı ve egemen sınıflara karşı her alanda yoğun bir mücadele verdi. “Sanatçı olarak devrim kavgasının sıradan bir eriyim” diyerek mücadelesini sürdürdü ve ağır bedeller ödedi.
Sonuç olarak, günümüzde emperyalist sistemin militarist politikaları sonucunda savaş ve silahlanma hızla devam ediyor. Yer küremizin birçok yerinde işsizlik büyüyor, yoksulluk derinleşiyor ve kitlesel göçler artıyor. Kar hırsıyla doğanın tahrip edilmesi ve ekolojik dengenin bozulması, insanlığı kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya getiriyor. Yılmaz Güney’in bize bıraktığı mücadele geleneğini sanat ve kültür cephesinde daha da ileriye taşıma görevi bugün de önümüzde durmaktadır.