Yaşadığımız coğrafyada seçimler, hem kitlelerin yoğun ilgisini hem de etki gücünün zayıflığını bir arada bağrında taşır. Bu paradoks aslında işleyen mekanizmanın faşizm olduğunu, siyasal sistemin ezilen emekçi yığınların muhalefetini baskılamak, istek ve taleplerini manipüle etmek üzerine kurulduğunu gösterir.
Gel gelelim bu tespit, egemen sınıfların kendi iç çelişkilerinden faydalanılamayacağı, onların dalaşında saf tutan kitlelerin (bu vurgu önemlidir, hakim sınıf kliklerinden değil, kitlelerin hareketinden bahsedilmektedir) düzen içi de olsa muhalefeti ile temas kurulamayacağı anlamına gelmez/gelmemelidir. Aksine politik mücadelenin niteliği kimin karşısında konumlandığı, devlete ne oranda zarar verdiği ve kimi gerilettiği vb. ile ölçülerek belirlenir. Verili koşullar içerisinde başta işçi sınıf olmak üzere en geniş anlamıyla halk ve onların örgütleri, devleti ne oranda geriletebiliyorsa, bu nokta devrim davası yürütenler açısından önemlidir.
İstanbul yerelinde, 6 Mayıs akşamı YSK tarafından seçim sonuçlarının iptal edilmesinin ve Ekrem İmamoğlu’nun elinden mazbatasının alınmasının, 23 Haziran’a ertelenen seçimler açısından çelişkiyi daha keskin bir aşamaya taşıdığı aşikardır. Zira Cumhurbaşkanı’na 39 ilçede belediye başkan adayı adına miting yapmayı planlatacak düzeyde bir saflaşma hali varsa, burada giderek radikalleşen bir durumdan söz etmek mümkündür. Ek olarak; bu radikalleşmenin bir kanadını ise ezilenlerin AKP’de ve R.T. Erdoğan’da temsil bulan devlete; onun ekonomik yıkım, faşist baskı ve şiddet ile çerçevelenen iktidarına karşı biriken öfkesinin bir sonucu olduğu açıktır.
Burada özellikle tartışmak istediğimiz konu HDP’nin seçimlerde aldığı tutumun etkileri üzerinedir. Zira, hem CHP ve İyi Parti’den müteşekkil Millet İttifakı’na bu “zafer”i bahşeden, hem 23 Haziran’a dair AKP’nin üzerine en yoğun şekilde yöneldiği ve CHP’nin de en rahat manipüle ettiği oylar hem de 23 Haziran ve sonrasında oluşabilecek bir belediyenin gaspı ve karşı direniş ihtimalinde en önde duracak olan HDP ve kitlesi olacaktır.
Zafer olmayan bir “demokrasi” zaferi!
Öncelikle 31 Mart özgülünde HDP’nin “Batı’da kaybettirme, Kürdistan’da kazanma” eksenli politikasını irdelemekte fayda var. Bahse konu politikanın büyük oranda iddiasını gerçekleştirdiğini ifade etmek gerekli. Lakin burada temel sorun, iddianın ilk bölümünün kurgusunu başkasının bahçesinde tanımlamasıdır. Çünkü ne kadar “Türkiye partisi” olma iddiasında bulunursa bulunsun HDP esas itibari ile Kürdistan hareketinin bir parçasıdır ve kendi bahçesi tarumarken, başkasının bahçesini toparlamanın kendisine nasıl bir bakiye bırakacağı tartışmalıdır.
Bahse konu politikanın bir diğer handikabı, HDP’nin 31 Mart’ta AKP’nin yaşadığı gerilemeyi “demokrasi zaferi” olarak nitelemesi ve 23 Haziran’a da aynı tutumla girerek “demokrasi kahramanlığı” ifadelendirmesi yapmasıdır. Ancak burada, Batıda karşıtına kaybettirerek üretilen boşluk güçlenmiş bir devrimci-demokrat odak tarafından doldurulmadığı müddetçe HDP’nin siyasal çizgisine fayda sağlamayacağı açıktır.
Ya da şöyle ifade etmek gerekir; Kimi devrimci çevrelerin de ısrarla üzerinde durduğu ve HDP’yle birlikte bir her iki hakim sınıf kliği karşısında bir “üçüncü yol” oluşturma politikası gerçekçi değildir. Her iki hakim sınıf kliğinin karşısında HDP’nin ikinci bir yol, hakim sınıf partilerinden bağımsız, ilerici, demokrat, devrimci güçlerle birlikte hareket etmesi, stratejik olarak doğru bir yaklaşım olacaktır. Nitekim, 24 Haziran 2015 genel seçimlerinde bu taktik politika halk kitlelerinde karşılığını bulmuştur. Düzen içi de olsa hakim sınıfların duruşundan bağımsız gerçekten demokratik bir muhalefetin gelişimi, TC devletini korkutmuştur. Bu nedenle de yeniden seçim kararı almışlar ve başta Kürt hareketi olmak üzere halk hareketine yönelik azgın bir faşist saldırganlıkla 3 Kasım seçimlerine gitmişlerdir.
Bu anlamıyla hakim sınıfların, özellikle de AKP-MHP’nin “beka sorunu”ndan bahsetmesi sebepsiz değildir. TC devleti, bütün klikleriyle kendisine karşı gelişebilecek, kendi kontrolü altında olmayan demokratik, ilerici bir hareketten çekinmekte, bütün sınırlarıyla, düzen içi de olsa demokratik bir muhalefetin gelişimini daha embriyo halindeyken ezmek istemektedir. Diğer bir ifadeyle halkımızın Gezi’siyle Serhildanları’nın birleşmesinden olabildiğine çekinmektedir. Bu nedenle başta kendisine ilericiyim, demokratım, devrimciyim diyen herkesin ve kurumların stratejik yaklaşımının, hakim sınıfların herhangi bir kliğinin arkasında yedeklenmek değil, kendi bağımsız çizgisinde ısrar etmesi, “ikinci bir yol” olarak çekim merkezi olması uzun vadede kazandıracak doğru bir politik tutum olacaktır.
Unutmamak gerekir ki 23 Haziran sonrasında AKP’nin İstanbul’u kaybetmesinin, ne AKP’de yeniden bir çözüm masasına dönüş yaratma ihtimali vardır ne de CHP’nin Kürt sorunu temelinde daha demokrat bir çizgiye kayma ihtimali. Hatta denilebilir ki, HDP karşıtına kaybettirmekten en az faydalanacak harekettir.
AKP’nin seçim hamlesi mi?
23 Haziran tarihi yaklaşırken, üzerine en çok tartışılan meselelerden birisini de devletin Kürt oylarına yönelik manüplatif tutumu oluşturuyor. Açık olan şu ki, AKP, İslami söyleminden ötürü CHP’ye göre görece Kürt kitlesinden oy almaya daha müsaittir. 31 Mart’ın sonuçları itibari ile Kürt nüfusundan alınacak oyların stratejik önemi de tescillenmiş durumdadır.
Bu olgu, hem AKP’yi Kürt oylarına yönelecek bir tutuma sevk ediyor, hem de sosyal demokrat maskeli faşizmi, bu yönelme girişiminin sonuçları karşısında manüplatif bir tutum sergileyerek “bu sefer AKP’yi destekleyecekler” şeklindeki algıya itiyor. Son süreçte devleti zorlayan açlık grevi ve ölüm orucu direnişinin yanında bu gündemlerle de ilgili olarak Öcalan’a yönelik avukat görüşü yasağının “kaldırılması” ve görüşmenin gerçekleştirilmesi sonrası süren tartışmalar da bu yönde de değerlendirilebilir.
Peki devlet Öcalan ile görüşmenin önünü açarken HDP’yi mi saflarına çekmek istiyor? Böylesi bir tespit yapılırken iki gerekçe öne sürülüyor; ilk olarak seçimlerden muhtemel bir yenilgi olursa suçu, ittifakın en dışsal unsuru olarak HDP’ye yıkma, Kürtleri günah keçisi ilan etme isteği. Diğer yandan sosyal demokrat maskeli faşizm, Kürt ulusal sorunu ile ilgili olarak AKP’ye çok da uzak olmayan tutumunu geliştirme gibi bir kaygı taşımadığından bu tespiti 23 Haziran sonrasının politik pratiğine yön vermek için de kullanıyor.
Gelgelelim, ne devletin ne de Kürt Hareketinin bu denli sığ yaklaşmadığını düşünüyoruz. Devlet Öcalan ile görüştürüyor, çünkü HDP’den de öte özellikle Kürt gençliğinin ölüm oruçlarının itkisi ve baharın gelmesiyle daha radikal bir mücadeleye çekilmesinin hem HDP oylarını da kabartacak hem de bundan fazlasını üretecek potansiyeli bulunuyor. Devlet Öcalan ile görüştürüyor, çünkü Kürt muhalefetinin ana unsurunun tek başına HDP olmadığını biliyor. Sur’dan Nusaybin’e kitlesel saldırılarla geçirdiği sürecin biriken öfkesinin patlamasına özellikle de seçimlerden önce, engel olmak istiyor.
Burada tariflediğimiz şey, bir detay olmanın çok daha ötesinde bir anlam taşıyor. Şöyle ki; AKP ve R.T. Erdoğan Kürtlere karşı göstermelik bir tutum dahi sergilemişse eğer, İstanbul’daki oylar esas değil tali bir kaygıya tekabül etmektedir. Burada esas mesele, Kürt illerinde olası bir kabarışın yaratacağı etkidir. HDP’nin batının atmosferinde soluduğu havadan ziyade, doğudan esecek rüzgar Kürtler ile devlet arasındaki çelişkide çok daha sarsıcı olacaktır. Bu anlamda R.T. Erdoğan ve AKP’yi korkutan şey, Kürdistan’daki devrimci enerjinin HDP’nin ötesine geçmesidir ve sadece son süreçteki açlık grevlerinin dahi, bir seviye daha radikalleştiği oranda bu potansiyeli vardır.
Burada ikinci bir etken ise HDP kitlesinin sevk ve idare kabiliyetinin, politikanın sıkışma alanlarında sokağa dökülme cesaretinin yüksekliğidir. CHP’nin misalen İstanbul’a atanacak bir kayyum karşısında direnme kabiliyeti ile Kürt Hareketinin ve kitlesinin direnme kabiliyeti eş düzeyde olmayacaktır. Doğallığında AKP ve R.T. Erdoğan cephesinden seçim sonuçlarına yönelik irade gaspı niteliği taşıyan her tür müdahalesine HDP kitlesinin CHP kitlesinden daha aktif tutumla karşı duracağı ortadadır.
Özcesi, seçimler ekseninde devletin Kürt halkına yönelen bir tutum geliştirdiği ortadadır. Lakin bu tutum, tek başına seçimler ve rakamsal sonuçların ötesinde anlamlar ifade etmektedir. Anketsel bir veri olarak 31 Mart sonuçlarını alırsak, ortada dünden daha fazla hoşnutsuzluğun, dünden daha fazla AKP’ye ve R.T. Erdoğan’a yönelik güvensizliğin ve öfkenin biriktiği açıktır. AKP, bu koşullar altında ikincil bir sıkışma alanı ile yüzleşmekten kaçınmaktadır. Kürt halkı açısından da aynı güvensizlik ve öfkenin çok daha boyutlu mücadele araçlarını geliştirme ihtimali bulunuyor. Bu gerçekliğin açığa çıkartacağı devrimci enerji, bu ülkenin batısında biriken öfke ile buluşabildiği oranda yıkıcı bir etki üretecektir. Bu anlamda AKP’nin ve R.T. Erdoğan’ın korkusu, 23 Haziran’a yansıyacak rakamlarda değil, 24’üne devrolacak dayanışma ruhundadır.